Loading documents preview...
1
GİRİŞ Anadolu Beylikleri döneminde küçük bir beylik iken ilk önce Rumeli diye adlandırılan bölgedeki toprakları daha sonra Anadolu topraklarını ele geçirerek büyük bir devlet haline gelme yolunda ilerleyen Osmanlı Hanedanı, 1453 yılında İstanbul’u da fethedince dünya tarihinin en önemli siması haline gelmiştir. Fakat sancağa çıkma usulünün kaldırılması ve ardından 16. yüzyılda başlayan ve başlangıcı daha öncelere giden ekonomik sorunlarla birlikte ihtişamlı durum yerini sonu gelmez karışıklıklara ve düzen bozukluklarına bırakmıştır. Taht kavgalarının ardından Celâlî ve Yeniçeri Ayaklanmalarıyla kendi sorunlarıyla baş başa kalarak dışarıda meydana gelen gelişmelerden zamanında haberi olamayan bu Cihan Devleti, artık yaşlanma emareleri göstermeye başlamıştı.1 Bu amaçla devletin ıslahata ihtiyacı olduğu kanısı hemen hemen bütün ricâlin ortak düşüncesi olmaya başlamış, bu yönde de girişimler olmuştu. Önce orduda yenileşme çabaları ortaya çıkmış, ardından bu orduda eleman yetiştirmek için okul, yani eğitimin geliştirilmesine ihtiyaç duyulmuştu. Okullarda eğitim verebilmek için de çeşitli uzmanlar getirtildi ve Avrupa’ya eğitim almak için de bir takım öğrenciler gönderildi. Avrupa’dan dönen bu kişilerin fikirleri benimsenince de 1839 yılında Tanzimat Fermanı denilen Osmanlı Teba’ası’nın hak ve hürriyetleri ilan edilmiş oldu.2 Aslında o dönemler nazik bir ilişki arz ettiğinden belki de böyle bir girişime göstermelik de olsa ihtiyaç duyulmuştu. Artık ne denilirse denilsin Batı, bizden üstündü bizim de onlara yetişebilmemiz için onlar gibi bir takım gelişmelere sahip olmamız gerekirdi. Bu doğrultuda yapılacak olan yeniliklerin önü açılabilmesi için 1856’da bu sefer Islahat Fermanı denilen, teba’a için yeni hak ve ödevler ilan edilmişti.3 Nitekim sonu gelmeyecek olan bu hareketlerin ardından, alınan fikir ve kurumların topluma uygulanabilirliğine bakılmadan, bir takım oluşumlara girişmek ihtiyacı duyuldu. Aslında bütün bu yapılacakları tabana yayarak halkın desteği de alınmak isteniyordu. İşte bu amaçla da 1876’da Kanun-i Esasi ilan edilerek halkın mecliste temsil edilme hakkını elde ettiğini görmekteyiz. 1
Ekonomik dar boğazın ardından Osmanlı toplumunda yaşananlar hakkında daha geniş bilgi için bkz., Mustafa Akdağ, “ Genel Çizgileriyle 17. Yüzyıl Türkiye Tarihi ”, Tarih Araştırmaları Dergisi, İzmir, 1966, s. 201-247. 2 Cemil Meriç, “ Batılılaşma ”, Cumh. Dön. Türkiye Ans., İletişim Yay., C.II, İst. 1983, s. 235,236. 3 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yay., İst., 2002, s. 14,15.
2
Fakat bazı devlet adamlarının kendilerini daha çok ön plana çıkarmak istemeleri ve açılmış olan meclisteki mebusların tecrübesiz oluşları, onların halktan kopmasına yol açmıştır. Kendi bireysel sorunları uğruna çalışmaları sonucu İmparatorluk kendini 1877–78 Osmanlı – Rus Savaşı’nda bulmuştur. Oldukça zor şartlar altında sürdürülmek istenen bu savaş, ağır kayıplarla atlatılınca, Sultan’ın, milletin menfaatine dokunan bu meclisi tatil ederek, şahsi idaresini başlattığı görülmüştür. Kanaatimizce eğer II. Abdülhamit, Kanûnî’den sonra gelmiş olsaydı belki de Osmanlı İmparatorluğu’nun sorunlarının kaynağına inerek, devleti hiçbir zaman duraksama gibi bir dönemle tanıştırmayacaktı. Zira “İstibdad” olarak adlandırılan ve Emperyalist güçlerin oldukça kudretli olduğu ve topraklarına göz diktiği bir devirde; eğitim, sağlık, bayındır ve maliye gibi alanlarda gelişme gösterip İmparatorluğu düzlüğe çıkarmak herkesin harcı değildi. Ancak yine de yaygın olan bir kanaat vardı ki; o da meşrûtî bir ortamın varlığıydı. Böyle bir ortamı isteyenler, örneklerini sadece taklitle yetiniyorlardı. Oralarda böyle bir ortamın nasıl işlediğine, düzenin nasıl sağlandığına maalesef bakılmıyordu. Zîra bir çok ulus ve çeşitli kavimlerden müteşekkil bir imparatorlukta böyle bir kavramın yabancılığı müşahede edilecekti. Nitekim yoğun bir şekilde artan muhalefetin baskılarının ardından 1908’de II.Meşrutiyet ilan edilince Osmanlı Ülkesi de yeni bir rejime sahne olmuştu. Yeni rejimin getirdiği aşırı özgürlük ortamı ve ortaya çıkan siyasi partiler arası iktidar çatışması sonucunda işlenen cinayetler ve faillerinin bulunamaması, ordu mensuplarının kendilerini devleti yönetmekte artık olgunluğa eriştiğini düşünerek siyasete bulaşmaları, ordudaki alaylı – mektepli kavgasının giderek şiddetlenmesi, ilmiye mensuplarının askere alınması yolunda meclis kararının çıkması, Osmanlı İmparatorluğu’nu bölmek isteyen Emperyalist Devletlerin politik çıkarlarına dayalı kışkırtma emelleri, özellikle de dinin siyasete alet edilmesi, var olagelen hükümetlerin ülke içerisinde istikrar ve güvenliğin sağlanması
yolunda
gayret
sarf
etmemeleri
sonucunda
Osmanlı
İmparatorluğu’nda büyük çalkantıları beraberinde getirecek ve ardından köklü değişimlere sebep olacak günün, en nihayet patlak vermesine neden olacaktı.
3
İşte o gün 13/14 Nisan 1909 günüydü ve tarihe de, 31 Mart Vak'ası’nın yaşandığı gün olarak geçecekti.
I. BÖLÜM: 31 MART VAK’ASINDAN ÖNCEKİ GENEL DURUM
4
A-Osmanlı Devleti’nin Durumu Hakkında 1.Döneme Hakim Olan Fikir Akımları 19. yüzyıl’ın büyük bir kısmına hakim olan ve yıllarca Avrupa ülkelerini bir sürtüşme içerisinde tutan fikir akımları, Osmanlı Devleti üzerinde de etki yapmaktan geri kalmamıştı. Fakat Fransız İhtilâli sonucunda meydana gelen bu akımlar Avrupa’da hızla yayılma gösterirken, Osmanlı toplumuna hem din, hem de kültür farklılığı nedeniyle daha yavaş girebilmişti. Fransa’da din adamlarının faaliyetleri kısıtlanırken, bu din adamlarına Osmanlı toprakları içerisinde çalışmalarını teşvik edici programlar ortaya konulmaktaydı. Nitekim Osmanlı Devleti sınırları içerisinde de bu akımlar birbiri ardından, belli bir yoğunlukla kendilerini gösteriyorlardı. Bunlardan Osmanlı siyasal hayatında etkinlik gösteren; İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük ve Batıcılık akımlarını incelemeye çalışacağız. a) İslâmcılık İslamcılık bir fikir akımı olarak, geleneksel İslam toplumunun daha şartları olgunlaşmadan Batılı bir düşünce tarzı olan ideoloji ile temasa geçmesi sürecinde ortaya çıkmıştır. İslâmi esasların benimsenmesini amaç edinen aydınların ideolojisi haline gelen İslâmcılık, Batı’dan gelen düşünce yapısıyla ve geleneksel İslâmi değerlerin birleşimi sonucunda sistemleştirilmiş bir fikir akımıdır. 4 Osmanlı toplumuna fikir hareketlerinin girdiği günlerde fikir adamlarının olayları yorumlayışları, anlatışları ve halka takdim etmeleri, İslamcılık akımına mensup olanları aktif bir siyasal kuvvet haline getirmişti. Bu açıdan meşrutiyet dönemi olayları ve fikirleri arasındaki bağlantıda hemen ortaya çıkmaktadır.5 İslâmcılık, Kur’an ve Sünnet’i olduğu gibi kabullenmeyi, bunun yanında geçmişten gelen ve bir takım geleneklerden dolayı İslâm’ı
anlaşılmaz kılan
değerlerin ortadan kaldırılmasını amaçlamaktaydı. Ayrıca İmparatorluğun teokratik bir yapıya sahip olması, Padişah’ın Halife olması, Şeyhülislam’ın teşkilatlandırıcı bir vazife ile vurgulanması ve Halifeliğin dış dünyada gündeme, hükümete sosyal olaylarda dini müeyyide bahşeden bir kurum olması nedeniyle
4 5
Mümtazer Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılık’ın Doğuşu, İletişim Yay., İst., 1991, s.31. Tarık Zafer Turaya, İslamcılık Akımı, Simav Yay., 1991, s.97.
5
de İslâmcılık kuvvet bulmuştu.6 Bu akım, İslam’ın iç siyasette Müslümanları birleştirici, teşkilatlandırıcı bir vazife ile vurgulanması ve halifeliğin dış dünyada gündeme getirilmesini, bütün dünya Müslümanlarını himaye edici gösterip bir ülkü birliğini teşkil etmek çabalarıyla da tanımlanabilir.7 Bir kere bu akım diğerlerinden daha fazla ve daha tesirli bir şekilde, yalnız siyasal hayatta değil, tümüyle umumi hayata ve sosyal hayata karışmak ve tesir etmek imkanını aramış ve bu imkanı da fazlasıyla elde etmişti. Nitekim camilerde yapılan vaazlarla halka ulaşma kolaylığı bulmuş ve her çeşidiyle, sosyal ve siyasal meseleler hakkında Osmanlı vatandaşlarını aydınlatmak istemiştir. Sosyal hayatta da bir ahlakîlik getirmek niyetindeydi.8 Bu akımın temsilcileri ise mevcut İslâmî esasları topluma daha değişik bir üslupla sunmuşlardır. İslamcılığı, Batı’daki ideolojilere uygun bir siyasi sistem haline getirmeyi denemişlerdi.9 Muhafazakâr ve Modernistler olarak teşekkül etmişler ve Osmanlı’nın ancak İslamlaşmakla kurtulacağını söylemişlerdi. İslam dininin gelişmeye manî olduğu ve bilim ile çatıştığı görüşünü deliller ortaya koyarak çürütmeye çalışmışlardır. Ayrıca dinî, ahlâkî ve sosyal değerlerin korunması şartıyla da Batı’nın tekniğine karşı değillerdi. Onlara göre, Hilafet Kurumu sağlamlaştıkça bütün İslâm Alemi, Osmanlı bayrağı altında toplanacak ve eski kuvvetini bulacaktı. Osmanlı Devleti de bu sayede kurtulacaktı.10 Mehmet Sait Halim Paşa, Mehmet Akif, Babanzade Ahmet Naim, M. Şemsettin ( Günaltay ) gibi belli başlı kişiler bu akımın savunucuları arasındaydı. Kendilerini ifade için de Sırat-ı Müstakim, Beyanül-Hak, Mahfel, Liva-i İslâm, Mekatip ve Medaris gibi yayın organlarını kullanıyorlardı. Bu akım her ne kadar dinî ve kültürel alanda olsa da, Batılı Devletler bunu genellikle siyâsî olarak değerlendirmişlerdir. Zaten bu akımın savunucularından olan II. Abdülhamit’in de bu
akımın
böyle
değerlendirilmesi
işine
geliyordu.
Çünkü
pratikte
kullanamayacağı bir gücün heybetiyle rakiplerini diplomasiyle korkutmaya çalışıyordu. Nitekim Panislâmik akım konusunda Yusuf Akçura “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı eserinde, “Dünyadaki Müslümanlardan bir İslâm birliği meydana 6
Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839-1950), İmge Yay., Ank., 1995, s.73. Cezmi Eraslan, Sultan II. Abdülhamit, Nesil Yay., İst., 1996, s.65 8 Tunaya, A.g.e., s.99. 9 Türköne, A.g.e., s.227. 10 Çavdar, A.g.e., s.73; Ecvet Güresin, 31 Mart İsyanı, Cumhuriyet Yay., Mart-1998, s.8. 7
6
getirilmesi fikri ve eylemine, Müslüman tebaaya sahip olan bazı yabancı devletlerin karşı çıkacağını” belirtir. Bu nedenle İslâmcılık akımına karşı tereddütle yaklaşır. Aynı zamanda İslâmcılığı geleneksel düşünceden farklı kılan ise; İslâm’ın geleceğe uygun bir şekilde ûlema tarafından değil de, aydınlar tarafından savunulacak olmasıdır. Böylece bu akım, dînin siyâsete veya siyâsetin dine alet edilmesi ve bazı din adamlarının siyâsi hayatın aktif unsuru haline gelmelerini sağlaması açısından da hayli ilginçlik taşır.11 b) Türkçülük Bu akım yeni kurulacak olan bir devlete ideolojik temel olacak derecede tesirli sayılabilecek nitelikte bir akımdır. Türk Milleti’ni Osmanlı Devleti’nin temeli yapmak istiyorlardı. Bu ise sadece Osmanlı toprakları içerisinde değil, diğer devletlerdeki ve sınır dışında yaşayan Türklerin katılımıyla da olmalıydı. 12 Bu konuda görüşler ileri süren aydınlardan Ziya Gökalp, Türkçülüğü üç aşamalı olarak sunmuştur. Bu aşamaları ise; bugünkü gerçek yani Türkiyecilik, yakın bir gerçek yani Oğuz Türkçülüğü, pek uzak bir hayale yöneliş yani Turancılık olarak ele almaktaydı. Gökalp, Turancılığı gerekli olan bir ütopya olarak görürken “Türküm diyen her ferdi Türk tanımak” ilkesinden hareket etmişti. Irkçılığa dayanan bir temelden çok, bilinç temeline dayanan bir anlayışla Turan düşüncesini savunmuştur.13 Osmanlı’daki Türklerin, az çok Türkleşmiş olanların ilk olarak Türkleştirilmesi ve daha sonra da Asya ve Doğu Avrupa’da yayılmış olan Türklerin birleşmesiyle azametli bir siyasal milliyet meydana getirmeliydi. Ayrıca İmparatorluk içindeki milliyetçilik akımı nedeniyle dağınık durumda olan Türkler de buna uymalıydı ve milli bir şuur ve şahsiyete sahip olmalıydılar.14 Bu akımı ilk başlarda Ahmet Vefik, Mustafa Celâleddin ve Süleyman Paşalar gibi şuurlu Türkçüler, Osmanlıcılık ve İslâmcılık gibi akımlarla birlikte kullanmaktaydılar.15 Ancak ilerleyen zamanlarda Osmanlıcılıkla mücadele eder hale gelmiştir. Çünkü İslâmiyet’e göre kavmî bir dava yoktu ve böyle bir dava güdülemezdi. Türkçülerse bu akımın, İslâmiyet’in milletten vazgeçilmesi şeklinde bir düşünce getirmediğini, hem Türk hem de Müslüman olmanın mümkün 11
Tunaya, A.g.e., s.108;, Eraslan, A.g.e., s.67. Güresin, A.g.e., s.10. 13 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Haz. Mahir Ünlü-Yusuf Çotuksöken, İnkılap Kitabevi, İst., 1987, s.20-24. 14 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyâset, Türk Tarih Kurumu, Ank., 1976, s.8; Çavdar, A.g.e., s.74. 15 , Türkçülük, Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, Türk Kültür Yay., İst., 1978, s.82. 12
7
olduğunu belirtiyorlardı. Batıcılarda ise Osmanlı Devleti’nin doğulu olduğu hatırlanmalı aynı zamanda Batıdan da yararlanılması gerektiği konusunda tartışma içerisine girmişlerdir. Batıcılar da eğer Batı örnek alınacaksa bu her şeyi ile olmalı diyorlardı. Ziya Gökalp “Türkleşelim, İslâmlaşalım, Muasırlaşalım” diyerek konuya ilişkin görüşlerini belirtmiştir. Zaten daha sonra Z.Gökalp tarafından toplanacak olan Türkçüler; Genç Kalemler, Türk Yurdu, Küçük Mecmua ve Türk Ocağı gibi yayın organlarını çıkartarak kendilerini halka beyan edeceklerdi. Ziya Gökalp, Ahmet Agayef, Yusuf Akçura, Tekin Alp, Ömer Seyfettin, Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi, Kâzım Nâmî ve İsmail Hakkı gibi ilerleyen dönemlerde beli başlı temsilcileri bulunmaktaydı. Sultan II.Abdülhamid, dış politikası gereği Müslüman alemiyle az çok bağ kurmaya uğraştığı gibi, iç politikası gereği de her şeyden önce İmparatorluğun Müslüman unsurları arasında ihtilaf çıkarmamasına gayret ettiğinden dolayı Türkçülük akımına karşı gelmiş ve II.Meşrutiyet’in ilanına kadar bu akıma yasaklama getirmiştir. c) Osmanlıcılık Osmanlıcılık, Tanzimat’la beraber başlayan bir fikir akımıydı. Cins, mezhep ve din ayrımı gözetmeksizin Osmanlı Halklarını, haklar ve ödevler bakımından eşit duruma getirilmesini içinde barındıran bir düşünceydi. Bu akımda karma bir toplum savunulmakta, siyâsî ve hukukî bir eşitlik sağlandığı zaman bu toplumun bir millet bütünlüğü kazanacağı ileri sürülmekteydi.1616 Osmanlıcılık Akımı, İmparatorluğu parçalanmaktan kurtarmak ve mevcut sınırlarını korumaktan ibaret olacaktı. Ancak Yusuf Akçura’nın da belirttiği gibi bu akım içerisinde Türk kimliğinin eriyip gitmesi söz konusuydu. 17 Bu durum da Türkçülüğü savunanları rahatsız etmekteydi. Zaten daha önceleri milliyetçilik bilinciyle uyanmış olan azınlıkların bu akımla beraber faaliyetlerine daha da hız vereceği ve ülke içi sorunlar çıkaracağından oldukça sakıncalı bir akım olarak görülmekteydi. Şüphesiz bu akımı savunanlar İmparatorluk için güzel düşüncelerle ortaya çıkmışlardı.Fakat o dönemde herhangi bir ulus birliğinden söz etmek, birleştirmek bir tarafa halk arasında ayrılığı iyice arttıracak unsur olmuştu. Çünkü gayrimüslîm tebaa’ya verilen sîyasî ve hukuksal haklar İmparatorluğun 1616 17
Güresin, A.g.e., s.9. Akçura, Üç Tarz-ı Siyâset, s.6.
8
asıl unsuru olan Müslüman halkta hayal kırıklığı meydana getirmişti. Bu fikir akımı I.Meşrûtîyet’in ilanıyla beraber bir kimlik kazanmaya başlamıştı. Fakat Osmanlı-Rus Harbi (1877-1878) ve sonrasındaki Berlin Kongresiyle, Batılı devletlerin Osmanlı’yı parçalama girişimleri neticesinde II. Abdülhamit’in meclisi kapatmasıyla bu fikir, etkisini yitirmekle birlikte varlığını I.Dünya Savaşı’na kadar sürdürecektir. 24 Temmuz 1908’de II.Meşrûtîyet’in ilanıyla ortaya çıkan görüntüyle bu Osmanlıcılık siyâsetinin tekrar yürütüleceğine inanılmaya başlanmıştı. Fakat mecliste Z. Gökalp ve arkadaşlarına karşı Osmanlıcılık gösterileri yapan İsmail Kemâl’in, Avlonya’ da 1912’de Arnavutluk’un bağımsızlığını ilân ederek ilk devlet başkanı olması, yine yönetime karşı olan fikir akımını savunan Satı el-Husrî’nin, Mondros Mütarekesi döneminde Arap milliyetçiliğinin önde gelen bir lideri şekline dönüşmesi bu Osmanlıcılık fikrini ne derece etkili ve olumlu bir fikir akımı olduğunu ve ne kadar etkisi olduğunu bize gösterecekti.18 II.Abdülhamid’in İstibdâd denilen yönetimi esasında bu akım her ne kadar ikinci plana geçtiği görülüyorsa da, Tunalı Hilmi, Ali Suavi, Ziya Paşa, Namık Kemâl, Abdullah Cevdet, İbrahim Temo gibi en önemli savunucuları bulunmaktaydı ve bu akım Jön-Türklerle anılır olmuştu. Meşveret, Tanin, Sabah, Hürriyet gibi basın yayınlarına da sahiptiler. d) Batıcılık Osmanlı İmparatorluğu, aslında Batı denilen kültür bütünüyle hiçbir zaman ilişkisini kesmemişti.19 Zaten yayılış ve ilerleyiş açısından mefkure olarak cihan hakimiyetiyle birlikte Batı’ya yönelmişti. Bu Avrupalılaşma veya Batılılaşma kökü 18. yüzyıl sonlarına uzanan bir sosyal değişme sürecidir. Osmanlı Devleti’nde yenileşme çabalarıyla başlayan bir akım olmakla birlikte daha çok II.Meşrûtîyet ortamıyla ortaya çıkan bir düşünce hareketidir. Osmanlı ülkesinde II.Meşrûtîyet’e kadar bir devlet politikası olarak değil de, yarı şuurlu bir özlem olarak daha çok aydınlar arasında belirmişti.20Bu akımın yeşermesi bazında ilk olarak Avrupa’ya gönderilen elçilerin, eserlerinde sadece Batı’nın teknolojisi değil, her alanda olan üstünlüğünden söz etmelerini gösterebiliriz. Kısa sürede her 18
Şükrü Hanioğlu, “Osmanlıcılık”, Tanzîmat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim Yay., C.V., İst., 1998, s.1393. 19 Şerif Mardin, “Batıcılık”, Cumh. Dönm. Türkiye Ans., İletişim Yay., C.II., İst., 1983, s.245. 20 Meriç, A. g. m., s.234.
9
yönüyle Batı teknolojisi, düşünce sistemi ve kurumları devlete aktarılmıştı. Bunun sonucunda ise bu değişim kendi toplumsal gereklerinin dışında, üstelik onunla çatışan bir realiteyi gözlerinin önüne getiren ve onu gerçekleştirmeye çalışan bir seçkin grubunu ortaya çıkarmıştı.21 Nitekim Osmanlı Devleti’nde yükselme devrinde kendi uygarlığını Batı’nınkinden üstün saymış, ancak gerilemeye başlamasıyla niçin gerilendiği sorununa, önce devlet yönetiminin bozulduğu ileri sürülerek daha sonra yüzeyleşen bir toplumla Batı’nın askeri üstünlüğü gösterilerek cevap verilmişti. 22 Böylece Batılılaşma, Osmanlı Tarihi içinde geleneksel olandan vazgeçilerek, Batılı kurum ve geleneklerin benimsenmeye başlandığı bir zaman kesimini içine alarak ifade eder.23 Bu düşünce Osmanlı Devleti’nin, Avrupa orduları karşısında yenilmesi ve ordu alanında devletin yapmak istediği ıslahatlarla ortaya çıkmış, Avrupa’dan muallimler getirilmiş, teknik okullar kurulmuş ve Avrupa’ya öğrenciler gönderilmeye başlamıştı.24 Bu tür girişimler ta ki, III.Ahmet zamanında (1703-1730) bilhassa Nevşehir’li İbrahim Paşa’nın desteğiyle teşvik görmüştü. Batı’nın askerî kuruluşlarından örnek alma çabaları; I.Mahmut (1730-1754), I.Abdülhamit (1774-1789) ve III.Selim zamanlarında (1789-1807) bu hareketler hızlanmıştır.25 1839 Tanzimat’la beraber Mustafa Reşit Paşa gibi kurucular, Batı’nın askerî ve idarî yapısını Osmanlı’ya aktarırken Batı’nın günlük kültürünü de aktif olarak aktarmaya başlamışlardı. Buna karşın Namık Kemâl ve Ziya Paşa gibi Yeni Osmanlılar olarak adlandırılan kişilerden sistemli eleştiriler gelmeye başladı ve Tanzimatçıların sömürü olayını anlamadıklarını, bir üst tabaka meydana getirdiklerini, kendi kültürlerini kösteklediklerini ve yüzeysel anlamda Batıcı olduklarını ileri sürmüşlerdi.26 1856 Islahat Fermanı’yla o zamana kadar hakim millet olan Müslümanlardan imtiyazlı durum alınarak, din farkı gözetmeksizin bir Osmanlı vatandaşı kurulmaya çalışılmıştı. Bütün bu yapılanları Jön-Türkler, şerîat’ın alanını küçülten uygulamalar olarak nitelemişler ve fıkhı tükenmez 21
Ş.Hanioğlu, “Batıcılık”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., s.1383. Mardin, A. g. e., s.10. 23 Ahmet Turan Alkan, II.Meşrûtîyet Devrinde Ordu ve Siyâset, Cedit Neş., Ank., 1992, s.7. 24 Meriç, A.g.m., s.235. 25 Mardin, A.g.m., s.246. 26 Taner Timur, “Osmanlı ve Batılılaşma”, Tanzimat’ tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim C.I., İst., 1998, s.139. 22
10
kaynak olarak göstermişlerdi. Bu tepkilere yanı sıra Rumların da katıldığı görülmekteydi. 1870’lerden sonra Batı’nın parça parça alınması mümkün olmayan bir kültür biçimi olduğu fikri Saffet Paşa gibi devlet ricâlleri tarafından dile getirilmeye başlanmıştı. Ancak II.Abdülhamid dönemiyle Batıcılık fikri iyice anlaşılmaya başlanmıştır. Bunu; yeni kurulan okullar ve buralarda okuyanların, yabancı dil bilenlerin sayısının artması olduğu kadar, Padişah’ın kendisinin Batı’yı bir bakıma model olarak almış olmasına bağlayabiliriz. Fakat bütün bu yapılanların yanında II.Abdülhamid, Müslümanlıkta “İslâmcılık” şuuruyla tebaası arasında ki ilişkileri güçlendirmeye çalışmasını da gösterebiliriz. 27 Başlangıçta bu hareketler askerî nedenliydi. Ne var ki, yeni kurulacak olan orduya subaylar lazımdı ve bunların yetişeceği okullar, bu okulları ayakta tutacak mümessiller ve araç-gereçler için fabrikalar lazımdı. Ve bunun için de yönetim de ıslah edilmeliydi.28 Bu yüzden Batılılaşma girişimleri askerî alanda başlamış ve ister istemez de diğer kurumları etkiler hale gelmişti. Bürokrasi, eğitim, adalet ve temel haklardan, iktisadî ve malî alanlara, hatta Türk Edebiyat’ına yeni bir çığır açan, Osmanlı aydınları üzerinde etki eden bir düşünce akımıydı.29 Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında, Türk toplumunun Batı’nın etkisinde kaldığı görülmüştür. Bu yüzden o dönem aydınlarının yaşayış biçimleri ve dünya görüşlerinde
büyük değişiklikler meydana gelmişti. Yine bu dönemlerde
çağdaşlaşmanın belli vasfı taklitçilikti ve taklitçilikten öteye de gidemediği görülmüştür. Osmanlı, devlet fikir ve adamları Batı’daki mevcut kurumların benzerlerini memlekete getirmekle bozuklukların düzeleceğine inanmışlardı. 30 Aydınlar için Batı; özgürlüğün, konforun, güzelliğin ve sanatın dünyasıydı. Bu yüzden Türk aydınları henüz Avrupa’daki belli başlı felsefi cereyanların tarihini bilmedikleri gibi, bilimlerin gelişmesinin düşünce üzerindeki etkilerini ve özellikle
bunun
toplum
düşüncesindeki
yansımalarını
bilecek
aşamaya
gelememişlerdi. Bu dönemde Batı Uygarlığı’ndan alınacak şeyler ancak faydalı olacaktı ve İslâm uygarlığının üzerinde de aksi tesirler gösteren etkisi olmayacaktı. Avrupa uygarlığı dışındaki toplumların ancak Avrupa’dan fikirler 27
Mardin, A.g.m., s.247. Meriç, A.g.m., s.236. 29 Alkan, A. g. e., s.10. 30 Daha geniş bilgi için bkz., Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, Türk Diyanet Vakfı Yay., Ank., 1997, s.112. 28
11
alarak, kendilerini çağdaş uygarlığa ulaştırabilecekleri inancını taşıdıkları görülmekteydi.31 Batı’ya olan bu yönelişlerin sonucunda Avrupa ile olan ilişkiler sıklaşmış ve Batı’nın teknoloji bakımından üstünlüğü tartışma konusu olmaktan çıkmış ve nasıl alınıp alınmayacağı konusunda fikir ayrılıkları başlamıştır. Aydınlar Batılılaşmayı
kendi
var
oluşlarını
takviye
edecek
bir
vasıta
olarak
değerlendirmişlerdi. Nitekim bu genel çerçeve içerisinde Türk Batılılaşması, Osmanlı olarak kalmayı, Türk olarak kalmayı, Müslüman olarak kalmayı talep etmişti.32 Buna binaen Namık Kemâl’e göre Avrupalılaşmak, medeniyet almak şüphesiz iyidir. Ancak alanını ilim ile sınırlayarak Avrupa’nın kötü ve eksik yanlarının alınmasına da karşı çıkılmalıydı. Ahmet Cevdet Paşa’nın ise, medenileşmeyi, insanın maddî ihtiyaçlarını giderme ve ahlâk ve zekâ bakımından da olgunlaştırma olarak ele alıp yaklaştığını görmekteyiz.33 İlk başlarda Osmanlıcılık akımının öncüleri olarak görülen N.Kemâl ve A. Cevdet Paşa gibi kişiler daha çok faaliyetlerini din aleyhine yapılan girişimlere karşı cevap niteliğinde olmuştur.34 Batıcılığın güçlülükle bir sayılması ise daha sonra Osmanlıcılık fikrinde olan Jön-Türklerle ve onların politikasında izini sürdürmüştür. Nitekim Dr. Abdullah Cevdet’e göre bu ikinci medeniyet yoktu. Medeniyet, Avrupa medeniyetiydi ve bu gülüyle, dikeniyle alınmalıydı. Bu dönemde (Meşrûtiyet) uygarlık değişimi ve modernleşme süreci sorunları üzerinde ise Celâl Nuri’nin Batıcı olduğu görülmekteyse de çekingen davrandığı bilinmekteydi. Ali Suavi gibi bir takım sosyal kurallarla laikliği savunanlar da bulunmaktaydı. Sonuçta Celâl Nuri etrafında kısmî diyebileceğimiz Batıcılar ve Abdullah Cevdet liderliğinde ise tam Batıcılar diyebileceğimiz grup ortaya çıkmıştı.35 İslâmcı fikir akımını savunan ve Tanzimat rîcâlinden Tunuslu Hayrettin Paşa’ya göre ise Avrupa’nın örf ve âdetleri körü körüne taklit edilmemeliydi. Fakat kendi medeniyetimizin ilerlemesine yarayacak olan yenilikler de 31
Niyazi Berkes, “Osmanlı İmp.’nun Son Döneminde Batı Uygarlığına Yaklaşım”, Cumh. Dön. Türkiye Ans., İletişim Yay., C.II, İst., 1983, s.252. 32 Ahmet Çiğdem, “Batılılaşma, Modernite ve Modernizasyon”, Modernleşme ve Batıcılık, İletişim Yay., C.IV., İst., 2002, s.69. 33 Meriç, A.g.m., s.237. 34 Kuran, A.g.e., s.112. 35 Mardin, A.g.m., s.248; İlber Ortaylı, “Batılılaşma Sorunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim Yay., C.IV., İst., 1998, s.138.
12
alınmalıydı. İktisâdî gelişmeyi savunarak, bunun gelişimi için de İslâmi şirketler kurulmasını tavsiye ediyordu.36 Ayrıca Avrupa’nın, adalet, hürriyet ve emniyeti iyi bir şekilde kullandığı için ilerlediğini ve İslâm devletlerinin çöküşünde, ulemanın siyâsî işlere yabancı kalmasından kaynaklandığını ileri sürmüştür. O’na göre İslâmî olarak kalınıp, adalet ve hürriyetle Avrupa seviyesine ulaşıla bilinirdi. Sait Halim Paşa’ya göre ise İslâm Cemiyeti’nin gerilemesinin başlıca sebebini Batı taklitçiliğine bağlar. O, batı hayranlarını, kitaplarda gördükleri her hastalığı kendi toplumlarında var sanan ona göre yaptıkları tedavîden öteye gidemediklerini belirtir.37 Yine Sait Halim Paşa’ya göre Müslümanların sosyal hayatı Şerîata dayanmalıydı. Paşa bu fikirlerinde de muhafazakâr olması nedeniyle söyledikleri değerleri dikkate değer birisidir.38 Bu sıralarda 1905 yılında Japonların, Rusları yenmesi acaba eski geleneklere bağlı kalınarak Batı alınabilir miydi? sorusunu ortaya çıkardığı görülmüştür. Böylece 1908-1918 yılları arasında M.Akif gibi önde gelen İslâmcılar, Batı’yı her şeyiyle taklîd etmeye karşı koyan fikirler ileri sürmeye başlamış oldular.39 Bu süreçte İslâmcıları da kısmî diyebileceğimiz Batıcılar safına koymak herhalde yanlış olmayacaktır. Her ne kadar fikir akımlarında ayrılık var idi ise de konu Batı’nın alınması yönünde birleşiyor görünüyorlardı. Batıcılığı açıklama yolunda, Osmanlıcılık ve İslâmcılık fikir akımları değer kaybedince Türkçülük ön plana çıktı ve Ahmet Mithat, Ahmet Rıza, Mehmet Sait
Paşa ve daha sonraları A.Vefik, Ali Suavi, Süleyman Hüsnü,
Şemseddin Sami, M. Emin ( Yurdakul ), Yusuf Akçura, Ziya Gökalp gibi kişiler Türkçülüğü savunur hale geldiler. Bu Türkçü aydınlar ise Batı karşısında değişik eserler yazarak Türklük olgusunu üstün göstermeye ve daha önceki dönemlerde yapılanların bir medeniyet için hiçte azımsanmayacak kadar büyük gelişmeler olduğunu ispatlamaya çalışmışlardı. İlmî, edebî ve siyasî olarak çalışmalar yaptıkları görülmüştür.40 Nitekim Yusuf Akçura, Türkçülüğü bir ırktan ziyade, cins olarak niteleyerek Batı’nın gelişmesinde yatan Sanayî İnkılabına atfen Doğu toplumlarının da iktisâdî gelişmelerle yükselebileceğini belirtmişti. 41 Ziya Gökalp 36
Kuran, A.g.e., s.110. Meriç, A.g.e., s.240. 38 Kuran, A.g.e., s.112. 39 Mardin, A.g.m., s.249. 40 Kuran, A.g.e., s.70-81. 41 , A.g.e., s.232. 37
13
ise, Batı Medeniyeti’nin yanında Türk Medeniyeti’nin de varlığından bahsederek, Batı Kültürü’nün ona göre pratik olması, kullanımlı ve yararlı olması tercih sebebiydi. Ancak O, Türk Kültürü’ne de tarihsel ve işlevsel özellik katmaktaydı.42 Sonuç olarak baktığımızda toplumun gelenekselci kesimleri bu Batılılaşma ve Islahat hareketlerine karşı çıkmışlar ve bunda da baş rolü Ulema ile Yeniçeriler oynamıştı.
Yeniçeri
Ocağı’nın
kaldırılmasının
ardından
ise
yenileşme
hareketlerinin hızlandığı görülmüştür. Sultan II.Abdülhamid’in saltanatı boyunca yer altında gelişen reformculuk anlayışıyla II.Meşrûtîyet birden patlak vermişti. Ancak yine de sağlam demokratik kurumlar yerleşemediğinden ilkeleri yeterince sindirilememişti. Fakat Batı’dan alınan yeni politik kurumların, bir düşünce canlılığına temel sağladığı da bu dönemde görülmüştür.43 Bu dönemde, yine hakim siyasal kuruluş olan İttihat ve Terakki Fırkası’nın düşüncesinde Batı’nın güçlülük düşüncesiyle bir tutulması devam etmiş, Batı’nın toplumsal özellikleri araştırılarak, bunlardan hangi oranda yararlanılabileceği düşüncesi ortaya çıkmıştı.44 Böylece Osmanlıların, Batı’yı bir seçme yaparak algıladıkları, bazı yönlerini iyice ön plana çıkarıp bazılarını da arka plana ittiklerini söylemenin yanlış olmayacağı kanısını bizde uyandırmaktadır. Batıcılar, Batılılaşalım derken Batı’nın özellikle siyâsî, eğitim ve bazı kültür kurumlarını aktarma yoluna gittiler. Taklit etme yoluyla batılı anlamda bir sivil toplum kurulabilir sanmışlardı. Batıcı grup, aydın denilen kesimi temsil eder görünmüşse de halkla bir bağ kuramamıştı. Saray ve çevresindeki ricâller tepeden aşağı bir Batıcılık eğilimini benimserken; esnaf, asker ve ulema çevresinde de Doğucu-İslâmcı bir eğilim artmaya başladığı görülecekti. Nitekim bu dönemin gelişen çağdaşlaşma, Batılılaşma düşüncesi oldukça tartışıla gelerek Türkiye Cumhuriyeti fikirlerine kaynak oluşturacağı da hiç şüphe götürmeyecek bir durumdur.45 2. Osmanlı Devleti’nde Anayasa ve Hürriyet Hareketleri Bu bölümde ele alacağımız ve 19. yüzyıl’ın genel bir bütününe hakim olan ve yayıldığı coğrafyalarda bir çatışma ortamının meydana gelmesine neden olan 42
Çiğdem, A.g.m., s.72. Tarık Zafer Tunaya, “Batılılaşmada Temel Araştırmalar ve Yaklaşımlar”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ans., İletişim Yay., C.II., İst., 1983, s.238. 44 Mardin, A.g.m., s.250. 45 İdris Küçükömer, “Batılılaşmada Bürokrasinin Yeri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ans., İletişim Yay., C.II., İst., 1983, s.248. 43
14
Liberalizm, yani hürriyetçilik hareketleri ki; bunu anayasal hareketler olarak da niteleyebiliriz, Avrupa ülkelerinde yoğun bir etki yapmasına rağmen Osmanlı Devleti’nde daha az etkisini göstermişti. Şüphesiz bunda bizim toplumumuzun din ve kültür etkisinin önemi büyüktü. Osmanlı Devleti’ndeki bu Liberal hareketler, her biri ötekinden daha yoğun olmak üzere dört aşama kaydetmişti. Bunlar; -
1839-Tanzimat ve 1856-Islahat Fermanları,
-
1876-I. Meşrûtîyet ve 1908-II. Meşrûtîyet
hareketleriydi. Şimdi bunları ele alıp kısaca incelemeye çalışacağız. a) Tanzimat ve Islahat Hareketleri Osmanlı Devleti gerilemeye başladığı zamanlarda niçin gerilendiği sorusuna ilk önce devlet yönetiminin bozukluğu ileri sürülerek, daha sonra da Batı’nın askerî üstünlüğü gösterilerek cevap verilmiştir. Bu düşünce Avrupa orduları karşısında yenilme sonucu ortaya çıkmış, Askerî Islahat girişimleri sonucunda da diğer kurumlara sîrâyet etmişti. III. Ahmet, I. Mahmut, I. Abdülhamit ve III. Selim
zamanlarında yer yer Islahat girişimleri devam
etmiştir.46 Kısa adıyla Tanzimat olarak adlandırılan bu dönemin reformları da II.Mahmut döneminde oluşturulmuş ancak ilânı Abdülmecid’in dönemine rastlamıştır (1839-1861). Tanzimat, 3 Kasım 1839’da Batı dilini öğrenmiş, Londra daîmî elçiliğinden dönerek Harîcîye Nâzırı olan Mustafa Reşit Paşa’nın metnini hazırlamasıyla
ilân
edilmiştir.47
Bu
Ferman’a
baktığımızda
Tanzimat
bürokrasisinin ılımlılık kuralına (Kaide-i Tedrîc) sadık kalarak kanun ve düzen getirmek amacı görülmekteydi. Nitekim Fermanın ilânından önce Yunan Ayaklanması baş göstermiş ve bu felaketle sonuçlanmıştı. Üstelik bu olay ordunun yenilenmesi gerektiğini ortaya koymuştu.Böyle bir askerî reform ise mâlî, idârî ve hukukî alanları da kapsamasını kaçınılmaz kılmıştı. Yine Sırbistan’ın özerklik elde etmesi ve fermanın ilânından hemen önce Vidin Ayaklanması, Bulgaristan için de aynı tehlikeye işaret ettiği gözlenmişti. Bu yüzden yeni bir Osmanlılık, Osmanlı yurtseverliği politikası fermanda esas alınmıştı. Ayrıca bu Ulusçuluk hareketlerinden başka bir takım yerel hanedanların 46 47
Mardin, A.g.m., s. 246. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, T.T.K., Ank., 2000; M.Cavit Baysun, “Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim Yay., C.VI., İst., 1985, s.1547-1554.
15
yönetimi görülüyordu ki, 1809’ da yapılan Sened-i İttifak’ta bu güçlenme girişiminin belirtisiydi. Nitekim M. Ali Paşa’nın Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanması bu tür yönetimin bir girişimi olarak ele alındı.48 Esasında da bu Mısır sorunu, Tanzimatın uluslar arası arenasında gerekçesini hazırlamış ve ardından getirdiği ilkelerle de Rusya gibi ülkelerin azınlıklar konusunda daha önce kazanmış oldukları hakların Osmanlı’ya yeniden iadesini sağlamıştır. Ayrıca bu fermanın bir başka amacı ise genelde bir malî ıslahat yapılmasıydı. Zaten idarî sahada yapılan ıslahatlarda daha ziyade malî merkeziyetçilik sistemini uygulamak için bir vasıta olarak görülmekteydi.49 Tanzimat-ı Hayriye 3 Kasım’da bütün elçilerin, ulemanın, devlet erkânının, gayrimüslîm cemaatlerin ruhanî ve dünyevî temsilcilerinin ve halkın önünde okunmuştur.50 Bu, “Gülhane Hattı” adı verilen iradeyi evvela Sancak merkezlerinde şehrin büyük meydanında bütün ileri gelenlerle halka, önünde okunması ve kaza ve kasabalara da gönderilerek bizzat halka açıklanarak anlatılması istenilmiştir.51 Sultan adına çıkan bu ferman aslında Babıâli bürokrasisi tarafından yani üst kesim tarafından hazırlanmıştı. İçeriğinde kanun devleti statüsü geliyor ve hükümdarın mutlak yetkisi sınırlanıyordu. Uyrukların mal ve can güvenliği sağlanılıyor, vergilerin kanunîliği sağlama alınıyor, angarya ve iltizâm kaldırılarak, her din mensubunun kanun önünde eşitliği sağlanılıyordu. Şehir,
kaza ve
kasabalarda
büyük ve küçük olmak
üzere
meclisler
oluşturuluyordu. Bu meclislerde eskiden başkanlık yapan Kadılardan görev alınarak Vali’ye, Muhassıla
veya Kaza Müdürü’ne yani idare adamlarına
veriliyordu.52 Tanzîmât’ın ilanı imparatorluğun halkı arasında yankı uyandırarak her kesimin kendi menfaatleri bakımından açıklanmasına neden olmuştu. Müslüman ahali umumiyetle gayrimüslimlere verilen haklardan memnun olmamıştı. Vergi ödemekte ise her kesin eşit olması, imtiyazların ve muafiyetlerin kaldırılması eskiden az vergi veren ayan ve çorbacıların ve vergiden muaf bulunan din 48
İlber Oltaylı, “Tanzimat”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim Yay., C.VI., İst., 1985, s.1545-1547. 49 Halil İnalcık, “ Tanzimat’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkiler”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim Yay., C.VI., İst., 1985, s.1537. 50 Ortaylı, A.g.m., s. 1545. 51 İnalcık,A.g.m., s. 1536. 52 Ortaylı, A.g.m., s.1545, İnalcık,A.g.m., s. 1540.
16
adamlarının şiddetli tepkisini ortaya çıkarmıştı. 53 Hıristiyan vakıflarının da vergiye tabi tutulması, gelir kaynaklarının sınırlandırılması ve hepsinin eşit tutulması bu ruhban sınıfını da yenilik aleyhinde çevirmişti. En çok rahatsız olan da Rum Patriği idi. Çünkü bu fermanla gayrimüslim milletlerin eşitliği ilkesi kabul edilmiş olması o güne kadar ayrı bir statüye sahip olan Rum Cemaati’ni ve Patrikhanesi’ni muhalefet safına geçirmişti.54 Osmanlı Devleti’ndeki anayasalı düzene doğru atılmış ilk hareketlerden bir olan bu ferman Avrupa’daki 1830 İhtilallerinin tesiri altında kalmış, halk tarafından değil de Padişah’ın bahşettiği bir lütuf olarak ilan edilmişti. 55 Ama yine de önceki yüzyıllarda yapılan bir çok yenileşme teşebbüsünden farklı olarak siyasal düzende ve otoritede işleyişlik açısından bir yenilik getirmiş, tepeden inme bile olsa bir değişim sürecini harekete geçirmiştir.56 Islahat Fermanı ise daha çok dış devletlerin baskısı ile ilan edildiği görülmekteydi. Çünkü bu fermanın ilânından önce yapılan Kırım Savaşı (18531856) bir bakıma Rusya’nın Hıristiyan Ortodoksları koruması bahanesiyle çıkmıştı ve Avrupalı devletler de Rusya’yı engellemek için Osmanlı Devleti’ne yardım etmişlerdi.57 Bu devletler kendi aralarında ise savaş sonrası yapılacak olan görüşmeler hakkında bir anlaşmaya varmışlar ve Rusya’nın kabul etmesi için de bildirilen bu kararlar arasında “Babıali’nin hükümranlık haklarını bozmayacak bir şekilde Hıristiyan uyruğun hak ve ayrıcalıklarını belirten yeni bir Fermanın çıkarılması” gibi bir hüküm de yer almıştı. 58 Nitekim Osmanlı’ya böyle bir kararı kabul ettirmek bir devletin iç işlerine karışmak olacağından Osmanlı Devleti böyle bir şeye yanaşmamıştır ve bu devletlerin karşısında Osmanlı Devleti’nin ciddiyet ve iyi niyetini inandırmak ve bunların müdahalesini önlemek maksadıyla Islahat Fermanı 18 Şubat 1856’da ilân edilmiş olundu.59 Bu fermana göre; daha önce uyruklara verilen haklar yeniden kabul edilmişti ve bu hakların güvenliği için de gerekli önlemler alınacaktı. Müslim ve gayrimüslimler kanun önünde eşit olacaklardı. Hiçbir mezhep diğerlerine üstün 53
İnalcık, A.g.m., s. 1536, 1539. Ortaylı, A.g.m., s. 1546. 55 Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye İş Bankası Yay., Ank., 1983, s.55. 56 Benzer bir değerlendirme ve daha geniş bilgi için bkz., M.Ali Kılıçbay, “Nizam-ı Alem’den Tanzimat’a”, Türkiye Günlüğü, Kasım-1989, C.I, Sayı:8, s.55. 57 Rifat Uçarol, Siyasi Tarih (1789-1999), Filiz Kitabevi, İst., 2000, s.209. 58 A. Cevat Eren, “Tanzimat”, İslam Ans., T.D.V. Yay., C.XI, İst., 1970, s.741. 59 Lewis, A.g.e., s.115. 54
17
sayılmayacak, hiç kimse din değiştirmeye zorlanmayacaktı. Karma mahkemeler kurulacak, bütün toplumlar okullar açabilecekti. Devlet hizmetlerine, askerlik görevine ve okullara bütün uyruk eşit olarak kabul edilecekti. 60 M. Reşit Paşa’nın öğrencisi olarak kabul edilen Âlî ve Fuat Paşaların katkılarıyla hazırlanan bu fermana, o zamana kadar hakim millet olan Müslümanlardan bu imtiyazlı durum alınarak, din farkı gözetilmeksizin bir Osmanlı vatandaşına verilmesi üzerine tepki meydana gelmeye başlamıştır.61 Ayrıca Cizye’nin kaldırılarak herkesten eşit olarak alınılması düşünülen Baş Vergisi bu fermanda esas alınarak Bedel-i Askerîye’ye çevrilmişti.62 Bu ise Hıristiyanlar tarafından iyi karşılanmamıştı. Gerçekte ise Islahat Fermanı, Tanzîmât Fermanı’nın genişletilmiş bir şekliydi. Bu ferman incelendiğinde ise herhangi bir anayasa niteliği olmadığı görülmektedir. Tanzîmât, ülkenin içine düştüğü kötü durumdan kurtarılması için, dış baskı olmadan hazırlanmıştı. Islahat Fermanı’nda ise tebaaya verilen hak ve özgürlüklerden oluşmaktaydı. Gerçekten bu tebaanın yönetimi ve onlara karşı yapılacak düzenlemeyle ilgiliydi ve yabancı devletlerin baskısı söz konusuydu.63 Reformların ilerletilmesinde Batılı Devletlerin belirli ve etkin çıkarları sonucunda Müslüman halkın gözünde bu girişimler pek uygun görülmedi. Ancak yine de iyi veya kötü Osmanlı Devleti’nin önünde tek yol olarak Modernleşme ve Batılılaşma yolu görülmekteydi. b) I. Meşrûtîyet ve 1876 Kanun-i Esasisi Şüphesiz Osmanlı toplumunda hürriyetçilik hareketi diye ortaya çıkan akımları
savunanlar
iyi
niyetlerle
yola
çıkmışlardı.
Ancak
kendi
tecrübesizliklerinin yanına bir de Avrupa’nın eksi yanlarını da ekleyince ortaya kararsızlık, ümitsizlik ve kaos ortamının çıkması kaçınılmaz olmuştu. İşte bu genel çerçeve içerisinde I.Meşrûtîyet , Osmanlı Devleti’ne ilk anayasalı rejimi getirmiştir. 23 Aralık 1876’da ilân edilen ilk Osmanlı Anayasası, 1848 İhtilâlleri sonucu Prusya’nın kabul etmek zorunda kaldığı ve nispeten liberal olan anayasasından mülhem olarak hazırlanmıştı. Bu Prusya Anayasası o zamanki 60
Fermanın getirdiği şartlar hakkında daha geniş bilgi için bkz., Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.V, T.T.K., Ank., 1996, s.258-264. 61 Mardin, A.g.m.,s. 247. 62 İnalcık, A.g.m., s. 1539 63 Armaoğlu, A.g.e., s.56; Uçarol, A.g.e., s.211.
18
Avrupa’nın en liberal anayasası olan 1831 Belçika Anayasası kaynak alınarak oluşturulmuştu.64 Bu Meşrûtîyet hareketi de Tanzîmat ve Islahat Fermanlarında olduğu gibi aşağıdan yukarıya yani halktan yönetime karşı yönelen bir baskı ve istek sonucu çıkmış bir halk hareketi değildi. Padişahlığın mutlak otoritesini bir dereceye kadar engelleyerek ve Osmanlı halkı için de bazı hak ve hürriyetler getirmek suretiyle, Mithat Paşa ve Yeni-Osmanlılar denilen birkaç aydının teşebbüsüyle ortaya çıkmıştı.65 Bu aydın gurubu devletin gittikçe artan çöküşüne karşı çareyi anayasalı bir rejimde bulmuşlardı. Padişah II.Abdülhamid’i tahta çıkarırlarken de, onunla pazarlık yaparak bu hareketi gerçekleştirmişlerdi. İşte Avrupa’daki anayasal hareketlerle farklılık da burada ortaya çıkmaktadır. I.Meşrûtîyet, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşına (93 Harbi) varan Balkan buhranı içerisinde ilan edilmişti. Bu anayasalı ortamda mevcut olan meclis bünyesinde bir çok azınlık mebus bulunmaktaydı ki, Rusya ile savaşa girilmesinin sebebi sayılmaktaydı ve 1878 Şubat’ında bu savaş bahane edilerek meclis yürürlükten kaldırılmıştı. Bundan sonra Sultan Abdülhamit’in yaklaşık 30 yıl sürecek olan şahsî idaresi başlamıştır.66 Sultan Abdülhamit ise daha sonraları “Biliyorsunuz ki, ilk Meşrûtîyet’i ben ilân etmiştim ve daima Meşrûtîyet taraftarı olarak kaldım. Lâkin biz Japonlar gibi Millet-i vahide değiliz. Muhtelif unsurlardan müteşekkil olan imparatorluğumuzda, yıkılma tehlikesi bizi korkutmuştur. Bu sebepten dolayı bir zaman için kaldırılması lüzum görüldü.” diye67 meclisi tatil etmesinin nedenlerini anlatmıştı. c) II. Meşrutîyet Hareketleri Sultan Abdülhamit’in her ne kadar otoriter yönetimi olsa da Osmanlı aydınları arasında gelişmekte olan anayasacılık ve hürriyetçilik hareketlerinin, 1889’da beş askerî tıbbiye öğrencisinin gizli olarak Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ni kurmasıyla daha da hız kazanmasını sağlamıştı. 68 Bu cemiyetin faaliyetleri bir yandan öğrenciler arasında , diğer yandan da Sultan’ın yönetiminde Avrupa’ya kaçan Osmanlı aydınları arasında yayılma imkânı bulmuştu. İttihat ve 64
Uçarol, A.g.e., s.336. Anayasa’nın ilânı ve maddeleri hakkında geniş bilgi için bkz., E.Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.VII.s.215-231. 66 Armaoğlu, A.g.e., s.58. 67 Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, Selçuk Yay., İst., 1984, s.136. 68 Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İst., 1987, s.20. 65
19
Terakkî Cemiyeti’nin faaliyetleri Rumeli’de, Selânik ve Manastır’daki subaylar arasında da hızla yayılmış ve bunlara askerî bir güç kazandırırken de II.Meşrutîyet’in gerçekleştirilmesinde de önemli bir rol oymamıştır.69 Enver Bey ve maiyetindekileri faaliyetlerinden sonra Resne’li Niyazi Bey’in de dağa çıkmasının ardından, Şemsi Paşa öldürülmüş ve Rumeli’den çekilen telgraflarla Meşrutîyet lehine saray baskı altında tutulmuştu. 19 Temmuz 1908’de Üsküp’e 50 km. uzaklıktaki Firizovik’te toplanan 50 bin Arnavut önce Padişaha bağlılıklarını ardından da eğer Meşrutîyet ilân edilmezse İstanbul üzerine yürüyeceklerini telgrafla bildirmişlerdi.70 Sultan ise ilk başlarda bir ordu göndererek bu hareketi bastırabilirdi. Fakat O, “Anayasanın ilanı benim zamanımda olmuştur. Kurucusu bendim. Bir müddet görülen lüzum üzerine yürürlüğü durdurulmuştu. Nazırlar Kurulu’na gidiniz, bunları söyleyiniz ve Meşrutîyet’in tekrar ilânı için tutanağın yazılmasını istediğimi bildiriniz.” diye71 başkâtibi Nazırlar Kurulu’na göndermişti. Bu Meşrutîyet’i tekrar ilân etmeden evvelde Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi ve Ebülhüda’ya sormuş, onların da onayını almıştı. Bakanlar Kurulu, II.Abdülhamid’in isteği üzerine hazırladığı tutanakta, halk arasında kan dökülmesinin önlenmesi, yabancı devletlerin iç işlerimize karışmalarına fırsat verilmemesi gerekçesiyle esasen var olan anayasanın yürütülmesine ve tatil edilen meclisin tekrar toplanmasına karar vererek 23-24 Temmuz 1908’de Meclis-i Mebusan tekrar açılmıştır. Meclisin açılışında sultan yaptığı konuşmada, ilk anayasanın duyuru şerefini kendisine alıyor, meclisin tatil edilmesindeki sorumluluğu o zamanki devlet adamlarına yüklüyordu. İlk tatilin geçici olduğunu belirterek ülkenin uzun süre özgürlüksüz ve anayasasız bırakılmış olmasını o dönemin mebuslarına atıyordu. Ayrıca anayasanın yeniden yürürlüğe girmesine kendi bakanlarından ve devlet adamlarından
karşı çıkanlar olduğu
halde, kendisini hiç kararsızlığa düşürmeden anayasayı yeniden yürürlüğe koyduğunu belirtmiştir.72 Hatta Sultanın bu açılış nutkunu ayakta dinleyen mebuslar, “Memleketimizi Kanun-i Esasi ile idaresi hakkındaki azmim kat’i ve layetegayyerdir.” sözünü dakikalarca alkışlamışlardı.73 69
Armaoğlu, A. g. e., s.58. Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Başak Yay., C.I., İst., 2002, s.102 71 Karal, A.g.e., C.IX, s.40 72 Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, Haz.Rauf Mutluay, T.İ.B. Yay., İst., 1976, s.57 73 Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, Hilmi Kitabevi, İst., 1957, s.29. 70
20
II.Meşrutîyet ilân edildiği günün sabahında gazeteler geç çıkmıştı. Halk, Padişahın iradesini okuyunca hemen sevinemedi. İlk olarak İkdam gazetesi bayrak açtı ve tüm halkta onu taklit ederek ellerinde bayraklarla gece yarılarına kadar “Hürriyetin ilânı” nı kutlayıp “Padişahım çok yaşa!” naraları atmışlardı. 74 Namık Kemâl’in Vatan Piyesi de en çok izlenmeye başlanan bir eser olarak alkış alıyordu.75 II.Meşrutîyet’in
ilânı
Hicaz’da
olağanüstü
törenler
yapılarak
kutlanmıştı. Ayrıca Osmanlı kışlasındaki sancaklar süslenmiş, devlet ve milletin başarısı için dualar edilmiş, 101 pare top atılmıştı. Edirne’de halk, askerî ve mülkî memurlar ile esnaf, ulema, çeşitli cemaatlerin din adamları, yabancı devlet konsoloslarının bazıları resmî törenler yapmışlardı. Selanik’te kamu ve özel binalar, dükkân, mağaza ve ticaret yerleri süsle donatılmış; esnaf, vilâyet erkânı, halk, vali, memurlar 10 Temmuz Meydanı’nda toplanarak sabaha kadar tertiplenen eğlencelere katılmışlardı. Suriye’de yapılan resmî geçit oldukça etkileyici olmuş, dini sınıf kesimi dualar etmiş, öğrenci ve halk içtenlikle törene katılmış, resmî ve özel kuruluşlar tatil yapmışlardı. Hatta Sana-i incesaz ekibi burada bir konser vermişti. Cezayir-i Bahrisefit’de hükümet konağı önünde Müslüman ve gayrimüslim yabancı binlerce kişi bir araya gelmiş ve valinin konuşmasını alkışlamışlardı. Kurbanlar kesilmiş, Rumca ve İbranice bile dualar edilmişti. Mısır’da da 101 pare top atılarak kentlerde duyurulmuş, her tarafta şenlikler yapılmıştı.76 Meşrutîyet’in ikinci kez ilânı Erzurum’da da memnuniyetlik meydana getirmiş, din adamları, şehrin ileri gelenleri, mülki ve askerî erkân ve ahaliyi temsil edenler gruplar halinde hükümet konağına gelerek valiyi tebrik etmişlerdi.77 Ayrıca Adana, Musul, İzmit, Konya, Bağdat, Dersim ve Kayseri’de de benzer törenler yapılmıştı. II.Meşrutîyet’in ilânından sonra eski idarenin nimetlerini görenlerle Sultan, eski günlerin geri gelmesini isteyenler ve zamana göre hareketi uygun bulanlar, herkesten fazla hürriyet taraftarı olarak göze çarpmaktadır. Her türlü yeniliğe karşı çıkan ve aşırı taassup içerisinde görünen zümre ise kuvvetli bir kitleyi teşkil etmekteydiler.78 İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı birliği ideali 74
Kazım Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Haz.Faruk Özerengin, Emre Yay., İst., 2000, s.334. 75 Tansu, A.g.e., s.27. 76 İhsan Güneş, Türk Parlamento Tarihi, T.B.M.M. Vakfı Yay., C.I., Ank., 1995, s.278-280. 77 Enver Konukçu, Seçuklulardan Cumhuriyet’e Erzurum, Y.Ö.K. Matbaası, Ank., 1992, s.348. 78 Feridun Fazıl Tülbentçi, Geçmişte Bugün, Akba Kitabevi, İst., 1945, s.71.
21
uğruna yapmış olduğu çabalar da uzun vadede etkili olamamıştı. Çünkü daha önce verilen
ayrıcalıklardan
yararlanan
cemaatler,
millet
olarak
varlıklarını
korumuşlardı. Meşrutîyet ilân edilince de tüm Osmanlı cemaatlerini sevince boğan eşitlik, özgürlük ve kardeşlik kavramları, imparatorlukta yıllardan beri ayrıcalıklı bir koruma ve seçim geleneğine sahip olan Rum Cemaati’ni bile aksi yönde harekete geçirmişti. Yunanistan tarafından Megali İdea’yı gerçekleştirmek için beyinleri yıkanarak yönlendirilen Anadolu Rumları, bu sefer daha fazla ayrıcalık elde edebilmek için daha yoğun çalışmalara girdikleri görülmeye başlanmıştı.79 Nitekim I.Meşrutîyet (1876) zamanında ortaya çıkan ve kökleri yüz yıl ötesine kadar giden birbirine zıt dünya görüşleri, II.Meşrutîyet’in bu hürriyet havası içerisinde daha çok karşı karşıya gelme ve çatışma olasılığı bulmuşlardı. Bu dönemde halk ile aydın arasındaki mesafeler iyice açılmış, her türlü basın özgürlüğü sağlanmış olduğundan bu ayrılıklar gerginlik haline gelmiştir.80 Hürriyetin ilânıyla birlikte yurda dönen hürriyet savunucuları aydınlar, Avrupa’daki
kavgalarını,
soğukluklarını,
birbirlerini
çekemezliklerini
de
beraberinde getirmişlerdi.81 Kaldı ki Ahmet Emin ( Yalman ) hatıralarında “Ne yazık ki Meşrutîyetin ilânından sonra bizim güzel düşüncelerimizin hiçbiri gerçekleşmedi. Birkaç neşeli bayram geçirmekle istibdadın 33 yıllık dehşetinden sonra içimizi bol bol döktük. Sonra karşımızda, yığınlar halinde anarşi, huzursuzluk, fitne ve entrika bulduk. Meçhul karanlığa doğru sürüklendik.” diye o dönemin havasını yansıtmaya çalışmıştır.82 Hatta meşhur filozoflardan Rıza Tevfik Beyin, “Bakılırsa sezilir işin hikmeti, Üstüne almadın mesuliyeti, Bize belâ edüp Meşrutîyet’i, Firavun devrini mumla arattın.” diyerek yazdığı şiir bir İttihatçının kaleminden çıkmış olması hasebiyle ilginçlik arz eder.83 79
H.Siren Bora, “ II.Meşrutîyet’in İlânı ve İzmir Rumları”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araş. Dergisi, C.I, Sayı.2, İzmir, 1992, s.292-304. 80 Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yay., İst., 1979, s.195. 81 Yalçın, A.g.e., s.44. 82 Ahmed Emin Yalman, Gördüklerim ve Geçirdiklerim, Haz. Erol Şadi Erdinç, PeraTurzm. ve Tic. A.Ş. Yay., C.I, İst., 1997, s.91. 83 Cevat Rifat Atilhan, Bütün Çıplaklığıyla 31 Mart Faciası, Aykurt Neş., İst., 1959, s.108.
22
II.Meşrutîyet, Sait Paşa’nın sadaretinde ilan edilmişti. Ancak 13 gün sonra Harbiye ve Bahriye Nazırlarının tayini konusunda İttihat ve Terakki Cemiyeti ile aralarında çıkan anlaşmazlık yüzünden 4 Ağustos 1908’de istifa etmeye mecbur kalmıştı. Yerine de İngiliz yanlısı olarak bilinen Kâmil Paşa başkanlığında yeni hükümet kurulmuştu.84 Sonuç olarak bu dönemlere bütünüyle baktığımızda Osmanlı Devleti’ni geri kalmışlığından kurtarmak ve Avrupalıların seviyesine getirmek için yapılan her girişimi, Osmanlı toplumu için sonu olmayan bir başlangıç olarak sayabiliriz. Batılıların teknolojik gelişmeleri alınıp, o yönde hareketlerde bulunulması gerekirken yıllardır tebaasını bir arada tutabilmeyi başaran Osmanlı Devleti’nde gereksiz yere savunulan bir takım akımlarla bir yere varma düşüncesi zaten iyi olmayan gidişatı daha da vahim hale getirmekten başka bir şey yapmamıştı. Avrupalıların, benimsenen alafranga kültürü şüphesiz halkımız ile aydınlarımız arasındaki ilişkilerin açılmasına sebep olmuştur. İşte bu ortamlar içerisinde gerginleşen siyasi ve sosyal hayatın dışa yansımaları, II. Bölüm’de de ele alacağımız ve Osmanlı İmparatorluğunda dönüm noktalarından biri olarakta görülen 31 Mart Vak’ası’nda ne tür bir etkiye sahip olduğunu göreceğiz.
B) Batılı Devletlerin Durumu Hakkında Osmanlı İmparatorluğu 1699’dan itibaren özelikle Rusya’nın tehdidi ve baskısı altına girmeye başlamıştı. Osmanlı Devleti dışardan gelen tehditlere karşı kendi gücüne güvenerek karşı koyabilmişti. Fakat 19. Yüzyıla girildiğinde bir yandan Avrupa’daki kuvvetler dengesinin şartları değişmiş, diğer yandan da Osmanlı Devleti iyice zayıflamıştı. İşte bu durum karşısında Osmanlı Devleti kendisine yönelen tehdit ve tehlikelere karşı yanına büyük bir devleti alarak “Denge Politikası” gütmeye başlamıştı. Ana hatlarıyla bu politika; Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan Berlin Antlaşması’na kadar olan dönemde (17741878) Rus tehdidine karşı İngiliz ve Fransız yardımına güvenme, Berlin Anlaşması’ndan Mondros Mütarekesi’ne kadar olan dönemde (1878-1918) ise
84
Ebüzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, Kervan Yay. C.III, İst., 1973, s.342.
23
Rus ve İngiliz tehlikesine karşı Almanya’ya dayanma şeklinde olmuştur. 85 Şimdi bu devletler ve Osmanlı İmparatorluğu ile olan ilişkilerini ele almaya çalışacağız. 1. İngiltere Avrupalı güçler 15. ve 16. yüzyıllarda deniz yollarını keşfettikten sonra dünyanın geri kalan bölgelerini denetleyebilmek için birbirleriyle yarışa girmişlerdi. 19. yüzyılın ortalarında ise İngiltere ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ticaret önemli boyutlara ulaşmıştı. Özellikle İngiltere ile yapılan ticaretin hacmi, Osmanlı İmparatorluğu’nun genel ticaret hacmi içindeki en büyük payı oluşturduğu görülmekteydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılı Devletlerle ticarî ilişkileri Kapitülasyonlar adı verilen ayrıcalıklar çerçevesinde olmuştu. Bu ayrıcalıklar Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasına ve Batılı Emperyalist devletlerin etkisi altına girmesini de beraberinde getirmişti. Bu bakımdan 1838’de Mısır Sorunu’ndan dolayı İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan Balta Limanı Ticaret Antlaşması gayet önemlidir. Sultan II.Abdülhamid döneminde ise Osmanlı Devleti, Almanya ile yakınlaşınca İngiltere’nin Osmanlı üzerindeki ticaret payı da azalmaya başlamıştı. Nitekim İngiltere, gittikçe güçlenen Almanya’ya karşı Rusya’ya yaklaşmış, Osmanlı Devleti de denge politikasının bir gereği olarak Almanya’ya yakınlaşma göstermek zorunda kalmıştı.86 Oysa daha önceleri, hızla Karadeniz’e inmek isteyen ve Balkanlarda Slav bilincini kamçılayan Rusya’nın, Akdeniz’e çıkması durumunda 19. yüzyıl’da Osmanlı Devleti’ne destek olmak ve ne olursa olsun bu devletin ayakta kalmasını sağlamak amacını taşımaktaydı.87 İngiltere, Kuzey Afrika’da kendisine rakip olarak gördüğü Fransa karşısında ve doğu yollarındaki ekonomik çıkarları nedeniyle de Osmanlı’nın toprak bütünlüğünden yanaydı88. 1880’de iktidara gelen Liberal Parti Lideri Gladstone daha önceleri “Türkiye bütün ağırlıklarıyla Avrupa’dan çıkarılmalıdır!” demiş, iktidarda iken de “Türklere Asya’da hayat hakkı tanımak istemediğini…” söyleyerek Mısır’ı işgal edip, Ermeni ve Arap ayrılıkçı hareketlerini destekleyerek Osmanlı – İngiliz ilişkilerini iyice gerginleştirmeye başlamıştı. 89 Dolayısıyla 85
Benzer bir değerlendirme için bkz, Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, s.43. Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, Ank. Ünv.Siy.Bil.Fak.Yay., Ank., 1978, s.29. 87 Marian Kent, “Büyük Britanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Çev.Ahmet Fethi, T.Y.V. Yay., İst., 1999, s.200. 88 Ali Kemal Meram, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkileri Tarihi, Kitaş Yay., İst., 1969, s.145. 89 Süleyman Kocabaş, Türkiye’yi Parçalama ve Paylaşma Planları, Vatan Yay., İst., 1999, 86
24
bundan sonra İngiltere, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne saygı gösterme politikasında da değişiklik yaptığı görülecekti.90 Osmanlı Devleti, 1877 – 78’de Rusya ile savaşa girince 3 Mart 1878’de İngiltere ile yapılan bir barışla, bu devletin yardımlarına karşılık geçici olarak Kıbrıs’ı İngiltere’ye 4 Haziran’da bırakmak zorunda kalmıştı. 91 İşte bu aşamadan sonra İngiltere’nin, toprak bütünlüğüne saygı ilkesi yerine Osmanlı Devleti’nden parça elde ederek çıkarlarını koruma yolunda atılacak adımların başlamasına bir vesile teşkil ettiği görülmekteydi. 92 Rusya ise İngiltere’nin emperyalist politikasından dolayı Osmanlı Devleti’ne destek vermeye başlamıştı. Bunun üzerine İngiltere 1882 yılında Mısır’ı işgal etmesinin ardından, Rusya’nın da Güney’e inme politikasını engellemeye başlamıştır. Bu amaçla Bulgaristan ve Ermenistan gibi tampon devlet projelerini desteklediği görülmüştü.93 Ermeniler 30 Eylül 1895’te İstanbul’da Bâbıâli’ye yürüyüş düzenledikleri bilinmekteydi. Hınçak Komitesi’nin militanları güvenlik kuvvetlerine silahla karşı koyması sonucu kan dökülmüş, Padişah Abdülhamit ise sıkı yönetim ilân etmişti. Bu bunalım atlatılmışsa da İngiltere’nin bu olaylarda Ermenilere destek verdiği açıkça görülmüştü.94 Ayrıca Osmanlı’nın Mısır’daki nüfuzunu kırmak için elinden geleni yapıyordu. Hatta İslâmiyet’in tesirini azaltmak için Hidiv’in halife olmasını bile istiyorlardı. Arabistan’da hakimiyet kurmak için de Arap Kabilelerini isyana teşvik ediyorlardı.95 19. yüzyıl’ın sonuna kadar merkezle bağlantısı zayıf olan Basra, 1906 yılına gelindiğinde İmparatorluğun en önemli limanı haline gelmişti. Buradaki yün ihracatının çoğu İngiltere’ye yapılıyordu. Esasında Osmanlı Devleti’nin burada ne bir askeri varlığını, ne de hakimiyetini belirten bir alamet vardı. Nitekim Alman imtiyazındaki demiryolunun Bağdat’tan Basra’ya kadar uzatılmak istenmesi İngiltere’nin karşıt tutumlarını arttırmasına neden oluyordu. Bu durumda Alman – İngiliz rekabetini körüklüyor, Osmanlı’yı Almanya’ya s.168. Kürkçüoğlu, A.g.e., s.27,28. 91 Ercüment Kuran, “ II.Abdülhamid’in Büyük Devletlere Karşı Uyguladığı Siyasetin Esasları”, II.Abdülhamid ve Devri Semineri Bildirileri, İst., 1994, s.142. 92 Kürkçüoğlu, A.g.e., s.27. 93 Kocabaş, A.g.e., s.168. 94 Kuran, A.g.m., s.144. 95 Sultan Abdülhamid, Siyasi Hatıratım, Dergah Yay., İst., 1975, s.144. 90
25
yakınlaştırıyordu.96 Daha sonra 9 ve 10 Haziran 1908’de İngiltere Kralı VII.Edward ile Rus Çarı II.Nicola, Rus askerî limanlarından, Batlık Denizi’nin Batı sahillerindeki Reval’de bir görüşme yapmaları “Hasta Adam” olarak nitelendirdikleri Osmanlı Devleti’ni paylaşma çabalarının en önemlilerinden biriydi.97 Ancak daha önceleri Rus Çarı II.Nicola,
1840 ve 1841 Londra
Antlaşması’yla Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki nüfuzunu kaybedince,
bu
devleti parçalama siyasetine başlamıştı. Bu amaçla İngiltere’ye Elçi Sir George Hamilton Seymour vasıtasıyla paylaşma tekliflerinde bulunduysa da bu teklifler reddedilmişti. Ama şimdi bu görüşme İttihat ve Terakki yöneticileri tarafından bir taksim planı olarak görülmüştü. Oysa görüşmeler son derece gizli tutulmuştu. Ayrıca Fransa, Avusturya-Macaristan, Almanya, İtalya gibi devletlerin bu paylaşma girişimlerinde konu dışı tutulması imkânsız gibiydi. Nitekim bu görüşmede Almanya’yla ilgili müzakereler yapılmıştı ve Osmanlı için de yalnız Makedonya ıslahatı’ndan bahsedilmişti. Gittikçe güçlenen Almanya’nın dikkatini çekmek için Osmanlı Devleti’nin taksimi yönünde şayialar çıkartmışlardı.98 Osmanlı Devleti’nin başı konumundaki dönemin Padişah’ı Sultan II.Abdülhamid ise dış politikada becerikli bir kişiydi. İngiltere’nin gücünü ve emellerini bildiğinden dolayı, bu devletle bir mesele çıkartmamak niyetindeydi. İngiltere’nin politikalarından dolayı da bu devlete güvensizlik duyuyordu. Bunun temel nedeni ise, İngiltere’nin emperyalist bir politika izlemesi ve birçok İslâm memleketini sömürgeleştirme yoluna gitmesidir. 2. Rusya 18. yüzyıl’dan itibaren Rusya’nın güçlenmesi ve coğrafi yakınlığı icabı, zayıf düşen Osmanlı Devleti aleyhine genişlemek istemesi gibi nedenler, Rus politikalarını tayin edecekti. Aslında Rusya’nın bu politikası ise yüz yıllık bir maziye dayanmaktaydı ve 1812’de Çar I.Aleksandr tarafından hazırlanan gizli talimatlara da tam bir uygunluk içindeydi. Bu program ise Balkanlarda Rus sevgisini aşılamak; Sırbistan, Bosna-Hersek, Dalmaçya ve Montenegro’da SırpSlav Krallığı’nın kurulması için halkı mücadeleye teşvik etmek; Balkan Milletlerini Osmanlı ve Avusturya Devletlerine karşı müttefik haline getirme çaba 96
Kürkçüoğlu, A.g.e., s.29. , A.g.e., s.30. 98 Hikmet Tanyu, Yahudiler ve Türkler, Yağmur Yay., İst., 1976, s.559. 97
26
ve gayretlerinden ibaret görünüyordu.99 Rusya bu emperyalist girişimlerini haklı göstermek için, çeşitli bahaneler ileri sürmekten çekinmeyecekti. Nitekim Slav halklarını, milli bilinçleri uyanması için teşvik etmesi ve Ortodoksların hamiliğini ileri sürüp, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışması onun bu bahanelerine birörnek teşkil eder. Rusya,
Küçük
Kaynarca
Antlaşması’ndan
sonra
Osmanlı
Devleti’nden birçok geniş arazi elde etmişti. 1886’da ise Doğu Rumeli Vilâyeti’nin
Bulgaristan’la
birleşmesini
desteklemiş,
fakat
İngiltere
ve
Avusturya’nın muhalefetiyle karşılaşmıştı.100 Kırım Savaşı’ndan sonra ise Asya’da genişleme faaliyetlerine girişmiş, 1876’da Osmanlı Devleti anayasa ilân edince İngiltere’nin de müsaadesini alarak 1877-1878 savaşını başlatmıştı. Öyle ki Ruslar doğuda Erzurum, batıda Yeşilköy önlerine gelmişlerdi. Fakat burada Boğazlar meselesi tekrar gün yüzüne çıkarak İngiltere’nin müdahalesiyle karşılaşıldı. Çünkü İngiltere, Rusların Boğazlara girmesine ve yerleşmesine izin vermek istemiyordu.101 Osmanlı Devleti ise Boğazlara karşı diğer devletlerin desteğini alarak Rusya’ya karşı koyabiliyordu. Sultan II.Abdülhamid ise tahta çıktığında kendisini bu ateşin içinde bulmuş, ancak ince bir diplomatik maharet göstererek Rusya ile yakınlaşmak ve dostluk kurmak yolunda adımlar atmıştı. Hatta bazı devlet adamları bile İngiltere düşmanlığı yüzünden Rusya ile dost olmak siyasetini gütmüşlerdi. Ayrıca 1877-1878 savaşı ertesinde 4 Haziran 1878’de
İngiltere’nin Kıbrıs’a yerleşmesi ve 1877-78 Savaşı’nda da tarafsız
kalıp, tereddütlü davranması Sultan için bir ibret dersi olmuş ve kendisinin bu devlete karşı daha da ihtiyatlı davranmasına neden olmuştu. 1882’de İngiltere’nin Mısır’a asker çıkarması İngiliz-Rus rekabetini artırmışsa da, Osmanlı Devleti Boğazlarda Rus tehlikesine karşı İngiltere’nin desteğinin gerekli olduğunu bildiğinden politikasında değişiklik yapmamıştır.102 3 Mart 1878’de Rusya ile Ayastafanos
antlaşması imzalanınca, bu
anlaşma Avrupalı Devletlerin menfaatlerine dokunur bazı maddeler ihtiva etmişti. Nitekim 13 Haziran – 13 Temmuz 1878’de Almanya’nın da yardımıyla Rusya, 99
Sultan Abdülhamid, A.g.e., s.154. Eraslan, Sultan II.Abdülhamid, s.39. 101 Uçarol, A.g.e., s.341-343. 102 Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, Ank.Ünv.Dil ve Tarih-Coğ.Fak.Yay., Ank., 1970, s.101 100
27
İngiltere ve Avusturya arasında bu Ayastafanos Antlaşması’nın tadili için Berlin’de bir kongre toplandı ve Doğu Sorunu masaya yatırıldı. Bu kongrenin sonucunda ise Osmanlı İmparatorluğu; yani “Hasta Adam” masaya yatırılarak Avrupa’nın anatomi müzelerine parça parça dağıtılıp denemeler yapılmasına karar verilmişti. Bu kongre ile o zamana kadar Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunan devletlerin artık O’nun parçalanmasını istedikleri görülmüştür.103 Rusya ise bu kongre ile doğu politikasını bir açmaza sokmuştu. Şimdi, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi halinde karşı tarafların elde edeceği kazançlar karşısında kendi çıkarlarını güvence altına almak için Doğu Sorunu’nu gündeme getirmeme gayreti içerisine girmişti. Nitekim Berlin Kongresi’nden sonra Avrupalı güçlerin, Osmanlı’nın iç işlerine karışması, siyasi müdahaleleri, Yakın Doğu’da İngiliz varlığının güçlenmesi ve Osmanlı’da Alman sempatisinin birden uyanması, Avusturya-Macaristan’ın bir Balkan gücü olarak ortaya çıkması, Rusya’nın politikasını değiştirerek Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korur hale getirmiştir.104 Rusya 1904–1906 yılları arasında Japonya ile savaş yapmış ve bu savaşın ardından da kendi içerisinde Ekim İhtilali denilen sorunla karşılaşmıştı.105 Bundan sonra Rusya dış politikasını her ne kadar Balkanlar ve Asya taraflarına kaydırmışsa da, Boğazlar’a sahip olma ve Güney’e inme emelleri her zaman sıcaklığını korumuştur.Daha sonra Rusya 30 Ekim 1905’te bir anayasa kabul etti. Ve sonraları 9 Haziran 1908’de İngiliz Kralı VII.Edward ve Rus Çarı II.Nicola arasında yapılan Reval görüşmesi’nin, Osmanlı Devleti’nin paylaşılması olarak nitelendirilmesi, Osmanlı’da II.Meşrûtîyet’in ilânına kadar varan ayaklanmaların kıvılcımını teşkil etmişti.106 Oysa ki Kırım Savaşı’ndan önce Rusya, İngiltere’ye bir çok defa Osmanlı’nın paylaşılmasını önerdiyse de bu reddedilmişti. Zira İngiltere’nin o dönemdeki politikası esas olarak Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunması prensibine dayanıyordu. Çünkü bu, ticaret yolları için güvenlik anlamına geliyordu. 3. Avusturya-Macaristan 103
Berlin Kongresi hakkında geniş bilgi için bkz., Enver Ziya Karal, A.g.e., C.VIII, s.74-80. Alan Bodger, “Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler,s.89. 105 Bodger, A.g.m., s. 88. 106 Kürkçüoğlu, A.g.e., s.30. 104
28
Avusturya İmparatorluğu içerisinde Macar, Çek, Slovak, Romen ve Polonyalıların bulunduğu bir imparatorluk görünümündeydi. Sınır bölgeleri genellikle buradaki yerel güçler tarafından kontrol ediliyor, hükümet ise daha çok toplumsal yapıyı yıkmak için uğraşan güçlerle mücadele ediyordu. 1815’den itibaren ortaya çıkan Liberalizm ve Ulusçuluk hareketleri bu devlete de sirayet edince, Metternich ünlü siyasetini egemenliğin korunması için oluşturmuştu. Bu sisteme göre, Avusturya’nın egemenliği altındaki birbirinden çok farklı yapıdaki ve nitelikteki toplulukları birleştirmek amaç olarak güdülmekteydi.107 Yine Metternich, Osmanlı Devleti’ni güvenilir bir komşu olarak görmekteydi. Zira Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün korunması ilkesi bir tarafa bırakılacak olursa, tüm Avrupa’da meydana gelen değişiklikler bir kargaşalık çıkması olanağını arttırıyordu. Bu nedenle Metternich, Osmanlı yönetim biçimini beğenmemekle birlikte Rus yayılmacılığına bir engel oluşturması ve gelişen ulusçuluk hareketinin benimsenmemesi nedeniyle Osmanlı Devleti’ni kendisine yakın hissetmekteydi.Sırf bu siyaset uğruna Osmanlı Devleti’nin uyruklarında çıkan isyanları bile desteklemediği görülmekteydi.108 Ayrıca 1815 Viyana düzeltmelerinin bozulmaması esasını da öngörüyordu. Osmanlı Devleti 1839 yılına gelindiğinde ise Tanzimat Fermanı’nı ilân ederek bir nevî Avrupa’lı güçlerin müdahalesini önlemek istemişti. Fakat görülen bir şey vardı ki, Mısır sorununda olduğu gibi artık kendisini koruyamaz bir hale gelmişti. Bu durum üzerine 1859 yılında İtalya’ya, 1866’da ise Almanya’ya mağlup olan Avusturya-Macaristan İmpatorluğu, tekrar bir nüfuz elde edebilmek için Balkanlarda harekete geçmişti.109 Bu yayılmacı politika gereğince 1875’ten itibaren
de Osmanlı
Devleti’nin,
Balkanlardaki
sınırlarına
bitişik
olan
eyaletlerinde reform yapma hareketlerine sahip olduğunu bildirmeye başladı. Osmanlı Devleti ise 1876 yılından beri Sırbistan ve Karadağ Prenslikleri’yle savaş halindeydi. Rusya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bu sırada bir araya gelerek 8 Temmuzda
gizlice Reichstadt Antlaşması’nı yapmışlar ve bu
antlaşmaya göre de eğer Osmanlı Devleti, Sırpları yenerse var olan statükoyu koruyacaklar, Osmanlı yenilirse Avusturya-Macaristan ile Sırbistan ve Karadağ 107
Hüner Tuncer, Metternich’in Osmanlı Politikası, Ümit Yay., Ank., 1996, s.23. Tuncer, A.g.e., s.65. 109 Uçarol, A.g.e., s.293. 108
29
aralarında Bosna-Hersek’i paylaşacaklar, Rusya’da Besarabya ve Batum bölgesini alacaktı.110 Ancak aralarında her ne kadar anlaşmış olsalar da, Avusturya dış siyasetinde, Rusya asla Boğazlar’a hakim olmamalı düşüncesi her zaman mevcuttu.
Zaten Almanya, Anadolu Demiryolları ve Bağdat Demiryolu
projesiyle Boğazlarla yeterince alâkadar olmuştu.111 Çünkü, İstanbul Boğazı, Anadolu Demiryollarının başlangıcıydı. Bir taraftan da Osmanlı’nın Avrupa ile olan bağlantısıydı ve Avusturya-Macaristan’da politikası gereği böyle bir imtiyazla Selânik’e dahil olmak istiyordu. Nitekim Sultan II.Abdülhamid’e göre o sıralarda bir Yugoslavya Devleti’nin kurulmasını isteyen herhangi bir politikacı, devlet adamı veya hükümdar, Avusturya’nın bu emellerini engelleyebilirdi.112 5 Ekim 1908’de Bulgaristan bağımsızlığını ilân edince, ertesi gün de Avusturya-Macaristan, Berlin Kongresi’nde kendisine verilen, ancak hukuken Osmanlı
egemenliğinde bulunan Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini bildirdi. Zaten
Avusturya – Osmanlı ilişkileri, Avusturya’da Mürzsteg’in iktidarının ardından bozulmaya başlamıştı. Kaldı ki; Kral Aehrenthal’ın dönemine rastlayan bu ilhak olayı sonucunda Avusturya malları, Osmanlı Devleti’nde boykot edilmeye ve halk ta çeşitli gösteriler yapmaya başlamıştı. Nitekim ticari boykot, Avusturya tüccarlarına bir ağırlık getirince onların da devletlerine baskı yapmaya başlamalarına neden olmuştu. Aralık ayına gelince işler iyice içinden çıkılmaz duruma geldi ve ilişkiler o kadar düğümlendi ki, artık bir savaş kaçınılmaz olarak görünüyordu. Ancak Aehrenthal diplomatik baskılara dayanamayınca Avrupa karşısında bir destek için Osmanlı’yla anlaşma yoluna gitti. 113 Sonuçta Avusturya, Avrupa ve Balkanlar’da izlediği politika gereği 26 Şubat 1909’da Osmanlı Devleti ile bir Antlaşma yapmak ihtiyacı hissetmek zorunda kalmıştır. Bu antlaşma’ya göre; 1.
Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti ile aralarında Bosna-Hersek’le ilgili imzaladıkları 21 Nisan 1879 Antlaşması ortadan kalkacaktı.
2.
Bosna-Hersek halkından isteyenler Osmanlı Ülkesi’ne serbestçe göç edebilecek ve bunlar Osmanlı tebaası kabul edileceklerdi. Ayrıca daha
110
Kuran, A.g.m., s.141. Karal, A.g.e., s. 175. 112 Sultan Abdülhamid, A.g.e., s.132. 113 F.R.Bridge, “Habsburg Monarşisi ve Osmanlı İmparatorluğu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, s.45,46. 111
30
sonra göç edenlere de Avusturya uyruğu işlemi uygulanacaktı. 3. Bosna-Hersek’teki Müslümanlara önceden olduğu gibi hakları tekrar verilecek ve diğer dinlerdeki halkın sahip olduğu her hakka sahip olacaklar ilkesi bulunmaktaydı. 4. Avusturya, buradaki Osmanlı haklarına karşılık, bu Antlaşmanın uygulanmasından sonra 15 gün içinde Osmanlı Devleti’ne iki buçuk milyon Osmanlı Lirası ödeyecekti.114 Aslında bu gelişme Osmanlı Devleti için pek bir şey kaybettirmiyordu. Çünkü zaten fiili olarak elinden çıkmış olan Bosna-Hersek sadece sözde Osmanlı’ya bağlıydı. Nitekim esasında on üç maddeden oluşan bu antlaşmayla ile Yenipazar Sancağı kazanılmış olunuyordu. Sonuç olarak baktığımızda, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da Osmanlı Devleti gibi farklı milletlerden oluşmuş olsa da Osmanlı Devleti’nin sağlamış olduğu bir “Pax Ottomana”yı gerçekleştirememişti. Bu devlet küçüklü büyüklü birbirine hiç benzemeyen topluluklardan meydana geliyordu ve Osmanlı Devleti’nden daha karışıktı. Din bakımından da bir birlikteliği yoktu. Katolik, Ortodoks ve Macaristan’da da bir hayli Protestan bulunmaktaydı. İşte bu yüzdendir ki, 1815’ten itibaren Metteinich Siyaseti dediğimiz siyasetle Avusturya, diğer devletlere karşı Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünden yana bir siyaset izlemiştir. Zîra kendi akıbetinden korkuyordu. 4. Fransa Fransa, Osmanlı Devleti’yle ticari ve diplomatik ilişkileri olan en eski devletlerdendir. Bu ilişkiler, I.Fransuva’nın Kutsal Roma – Germen İmparatoru Şarlken’e
1525
yılında
yenilip
esir
düşmesi
ve
ardından
Osmanlı
İmparatorluğu’ndan yardım istemesiyle başlayıp, dostluk çerçevesinde gelişme göstermişti. Bunun sonucunda da Fransa’ya devrin güçlü devleti Osmanlı, bir takım imtiyazlar tanımıştı. Kapitülasyonlar dediğimiz bu imtiyazlar ilk başta Osmanlı Devleti’nin lehine gibi görünse de, Fransızların gittikçe artan istek ve baskısı sonucu aleyhte bir gelişme göstererek 1740 yılında sürekli bir hale gelmişti.
114
Uçarol, A.g.e., s.411.
31
Türk – Fransız ilişkileri böylece Kanunî Sultan Süleyman döneminde dostane bir biçimde başlamışsa da daha sonraki dönemlerde meydana gelen gelişmeler nedeniyle bu dostane ilişkiler zayıflamaya yüz tutmuştu. Ancak 1789 İhtilali’nin
arifesinde
ve
ertesinde
Türk–Fransız
ilişkileri
yeniden
gelişmiştir.1151789 İhtilali ise Avrupa siyasî güçler dengesi ve haritasında büyük değişikliklere yol açacak bir başlangıçtı. Fakat Fransa’daki ihtilaller 19. yüzyıl sonlarında Avrupa’da hemen hemen her devleti etkileyip, bir anayasal düzen getirirken, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu, bünyesindeki birkaç ayaklanma haricinde pek etkilenmemiş gözüküyorlardı. Nitekim Osmanlı Devleti bu ihtilale, Fransa’nın bir iç sorunu olarak bakmış ve bir endişe duymamıştır. 116 18. yüzyılın sonlarında Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünden yana bir siyaset izlemeye başlamıştır. Zîra Osmanlı topraklarından elde ettiği ticari çıkarları ancak bu yolla koruyabilirdi. Osmanlı Devleti’ne zaman zaman yapılan baskılar ve tehditler karşısında tedirgin olarak Osmanlı’nın yanında gözükse de siyasî bir iş birliği yapmaktan çekiniyordu. Bu nedenle Fransa Avrupa’da zor durumlarda kaldığında Osmanlı’dan yardım istiyor, güçlendiği zamanlar ise bu devletin dostluğundan uzaklaşarak aleyhinde çalışıyordu. Nitekim, 1798’de Napolyon’un Mısır’a hücum ederek, burayı işgal etmesi artık Fransa’yla var olan ilişkileri kopma derecesine getirmiş ve bir dönüm noktası oluşturmuştur. Ancak yine de Osmanlı Devleti’nde yapılan son dönem Islahatlarında da hep Fransız modeli örnek alınmıştır.117 Osmanlı’da da Genç Türklerin çoğu Fransız kültürüyle yetiştiklerinden bu kültürü benimsemişlerdi. Fransa bu yüzden kendi nüfusunun artacağı ve eğer bu devlet dağılmaz ise menfaatleri korunacağı düşüncesiyle 1908’deki Meşrûtîyet’ten de memnun gözüküyordu. Nitekim bu harekette Liberal ve Cumhuriyetçi Fransa’ya genel bir sempati eğilimi gören Pichon, Fransa’nın Osmanlı nazarında ayrıcalıklı bir hale geleceğine inanarak, iyi niyet gösterisi için yirmi beş milyon Frang’ı koşulsuz olarak borç bile vermişti. 118 Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti, Fransa’nın kendi ülkesindeki din adamlarını baskı altında 115
Fransa’nın, 1789 İhtilali’nin öncesindeki Doğu Politikası hakkında geniş bilgi için bkz., İsmail Soysal, Fransız İhtilali ve Türk-Fransız Diploması Tarihi (1789-1802), T.T.K., Ank., 1964, s.36. 116 Uçarol, A.g.e., s.72. 117 Sultan Abdülhamid, A.g.e., s.145. 118 L. Bruce Fulton, “Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, s.180.
32
tuttuğu ve hatta sınır dışı ettiği halde çoğu kez bunları Osmanlı topraklarında çalışmalarını desteklemesinden, Fransa’nın bu dönemlerde doğu’da Rus siyasetine alet olmasından ve sömürgecilik adına attığı adımlardan dolayı rahatsızlık duymaktaydı.
Fransız
diplomatları
bu
zihniyetleri
paylaşarak
Osmanlı
politikacılarına hep üstten bakmaya başlamışlardı. Hem şimdiki İttihatçılar Fransa’da bulunurken Fransızlar onlara
pek misafirperver davranmamışlar,
onların gösteri düzenlemelerine bile izin vermemişlerdi. 119 Ayrıca Fransızların müdahaleleri, İttihatçıların yapmak istedikleri Islahatları ya engelliyordu yada geciktiriyordu. Ancak Fransızlar da, Alman İmparatoru Kayzer II.Wilhelm’in Ekim-Kasım 1898’de Osmanlı Devleti’ne yapmış olduğu ziyaretten dolayı İttihatçılara kızgındılar.120 Nitekim bu diplomatik etkinlik Fransa’nın tutumunda değişikliğe yol açarak; Osmanlı’daki ekonomik çıkarlarını sağlamlaştırmak, din koruyuculuğunu
devam
ettirmek
ve
Alman
imtiyazına
verilen
Bağdat
Demiryolu’nu uluslar arası bir mesele haline getirmek için çalışma yapacağı görülmüştür.121 5. Almanya Osmanlı
İmparatorluğu
19.
yüzyıla
geldiğinde
iyice
zayıflamış
bulunmaktaydı. Daha önceki konularda da belirttiğimiz gibi, bu durum içerisinde kendisine yönelen dış tehlikelere karşı daima denge siyaseti dediğimiz politikayı izlemeye başlamıştı. Nitekim bu politika esas olarak Rus ve İngiliz yayılmacı politikalarına karşı Almanya’ya dayanarak kendine yönelen her iki tehlikeyi bertaraf etme düşüncesine dayanıyordu. Bu durum 1878’den 1918’e kadar devam etmiştir. Almanya ise Ortadoğu Ülkesi ve Osmanlı topraklarındaki çıkarlarından dolayı Osmanlı Devleti’ne yakınlaşıyor ve destek veriyordu. Nitekim bu politika çerçevesinde Almanya Sedan’da Fransa’yı yenince, kurmuş olduğu düzeni sürdürmek amacıyla Avusturya’yı Selanik’e doğru, Rusya’yı da Balkanlar’a doğru yayılması için teşvik ettiği görülecekti. 122 Fakat Sultan II.Abdülhamid döneminde Alman İmparatoru II.Wilhelm’in İstanbul’u ziyaret etmesi ve Padişahı dost olarak ilân etmesi üzerine ilişkiler hem düzene 119
Fulton, A.g.m., s. 166,167. Bu ziyaret için bkz., Enver Ziya Karal, A.g.e., s.170-181. 121 Fulton, A.g.m., s. 174,175. 122 Kuran, A.g.m., s. 141. 120
33
binmiş , hem de artmaya başlamıştır. Ayrıca Almanya’nın Osmanlı üzerindeki ticaret payı da artmıştır. İlişkiler ilk olarak kültür alanında başlamıştı. Almanya’ya staj ve tahsil için bir çok öğrenci gönderilmiş ve Osmanlı Ordusu’nu ıslah için de çeşitli heyetler Almanya’dan Osmanlı Ülkesine gelmiştir. Daha sonra bu askerî heyetlerin etkisiyle de çeşitli savaş ürünleri ülkeye girmiş ve 1888’de Deutshe Bank ile Alferd Kaulla adında bir girişimcini çalışmaları sonucu Haydarpaşa – İzmit demiryolu işletme ve İzmit-Ankara demiryolunu da inşa etme imtiyazını elde etmişti.123 Bu nedenle Almanya’nın maddi nüfuzuna oranla siyasî nüfuzunun da arttığını görmekteyiz. Şüphesiz bu ilişkilerin düzelip, daha ileri boyutlara varmasında Sultan II.Abdülhamid’in Almanlar hakkındaki düşüncelerinin etkili olduğunu da göz ardı edememekteyiz. 1906
yılına
gelindiğinde
Ortadoğu
bölgesinde
ve
özellikle
de
İmparatorluğun güney kesiminde Basra önemli bir ticari liman haline gelmişti. Burada büyük oranda yer tutan yün ihracatının çoğu İngiltere ile yapılıyordu. Fakat
demiryolları imtiyazıyla Almanya, Berlin’den Bağdat’a kadar ulaşan
demiryolunu Basra’ya kadar uzatmak girişimlerinde bulununca, bu sefer İngiltere ile karşı karşıya gelmiş bulunuyordu. Osmanlı Devleti ise, Almanya’yla ilişkilerini arttırdıkça üzerindeki İngiliz baskısının da arttığını hissediyordu.124 İngiltere gittikçe güçlenen Almanya’ya karşı Rusya’ya yaklaşınca Osmanlı Devleti de denge politikası gereğince Almanya’ya iyice yakınlaşmıştır. Fakat Almanya, Osmanlı Hükümeti’ndeki İngiliz yanlısı olarak bilinen Kâmil Paşa ve kabinesinin iş başında olmasından da rahatsızlık duymaktaydı. Zaten 31 Mart Vak'ası sonrasında Osmanlı Ülkesi’nde Alman nüfusunda bir artış görülecek ve daha sonraları o kadar ileri gidecektir ki, Osmanlı Ordusu’nun kaderi Alman subay ve onların disipliniyle eğitilen subayların elinde ne hale geleceği görülecektir. Sultan II.Abdülhamid ise Rusya’yı idare etmek, İngiltere ile sorun yaşamamak, Almanya’ya dayanmak ve Avusturya’nın gözünün Makedonya’da olduğunu unutmamak gibi bir politika izliyordu.125 Sultan; Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya Devletlerinden gördüğü düşmanlıklar neticesinde Almanya
123
Karal, A.g.e., s. 174. İlber Ortaylı, II.Abdülhamid Döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, Ank. Siy.Bil.Fak.Yay., Ank., 1981, s.98. 125 Kocabaş, A.g.e., s. 170. 124
34
ağırlıklı bir dış politika izlemeye başlamıştı. Ancak bu politikası da, diğer devletleri göz ardı edecek nitelikte hiçbir zaman taşımamıştır.
II. BÖLÜM: 31 MART VAK’ASINI ÖNCELEYEN SİYASAL VE SOSYAL OLAYLAR A- II.Meşrutîyet’ ten Hemen Önce Yaşananlar I.Meşrutîyet, 23 Aralık 1876’da ilân edilmesinden sonra Osmanlı-Rus Harbi bahane edilerek Meclis’in 14 Şubat 1878’de kapatılmasıyla sona ermiştir. Bu şekilde, hareket sona ermiş ve yeniden Mutlakıyet yönetimine dönülmüştür. Ancak kısa bir süre sonra anayasayı yürürlüğe yeniden koymak ve baskıcı sayılan tutumdan kurtulabilmek amacıyla “İstibdat” yönetimine karşı bir muhalif hareket başlamıştır. Bu hareketler ilk önce bireysel yönde gelişme gösterirken daha sonra Cemiyet şeklinde teşekkül ederek örgütlü bir muhalefet haline gelmiştir. Bu çalışmaların ilk aşamalarda cemiyet bazında
bir birlikten bahsedilmesi pek
mümkün görülmüyordu.126 Nitekim “Jön-Türk”127 adıyla ortaya çıkan ve en son 126
1902 yılındaki I.Jön-Türk Kongresi’ne kadar benzer değerlendirme için bkz., Şükrü Hanioğlu, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön – Türklük, İletişim Yay. İst., 1987, s.645. 127 Jön-Türk adı, Alman ve İtalyan ulusal kuruluş aşamalarında görülen yeniliklerden etkilenerek ortaya çıkarılan “Jeune Tures” (Jön-Türkler) adından gelmektedir.
35
şeklini Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak alan, muhalefet bir çok kongre düzenleyerek gerçekleştirecekleri hareketleri planlıyorlardı. Tam bu sıralarda Damat Mahmut Paşa yurt dışına kaçmıştı.
İki oğlu Sabahattin ve Lütfullah
Beyler de Paris’e gelmişlerdi. İşte onların da katılımıyla da canlanacak olan hareket bu amaç etrafında 1902’de ilk kongresini yapacaktı. Bu kongrede iki önemli sorunun da ortaya çıktığı görülecektir. Bunlardan birincisi İsmail Kemâl’in de ileri sürdüğü yalnız basın yayınları ve propaganda ile bir değişim yapamayacakları,
bu harekete Ordu’nun da katılması gerektiği; ikincisi ise
müdahale sorunuydu. Nitekim kongreye katılan Ermeni üyeler kendilerine daha önce yapılanları unutmayarak, Osmanlı Ülkesi’nde yapılacak olan hareketleri, Avrupalı Devletlerin müdahalesini sağlayarak, garanti altına almak istiyorlardı. Ahmet Rıza Bey önderliğindeki muhalefet buna kesinlikle karşı çıkarak, bunun bir iç sorun olduğunu ve Avrupalıların kesinlikle karışmamasını belirttikten sonra Prens Sabahattin’le ayrı görüşlere sahip olmadıkları görülecekti. 128 Zaten bu kongre Cemiyet üyelerini birleştireceği yerde, iyice ikiye bölecektir. Zîra 1906’da Prens Sabahattin Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kuracaktır. Ahmet Rıza Bey ise Terakki ve İttihat Cemiyeti’ni kurarak yollarına devam etmişlerdir.129 27 Aralık 1907’deki II.Kongre ise Ermeni grupların birleşerek Taşnaksütyun Cemiyeti adıyla Sultan’a karşı güç birliği oluşturma çağrısıyla tertip edilmişti. Kongreye Ahmet Rıza Bey ve Prens Sabahattin Bey’de katılmıştı. Bu kongrede ise Padişah’ın saltanatı ve halifeliğin korunacağı, yabancı müdahalesi kesinlikle sağlanmayacağı ve ülke içerisinde örgütü olmayan komitelerin kongrelere alınmayacağı yönündeki esaslar karara bağlanmıştı. 130 Var olan yönetimi değiştirmek için yapılacak olan müdahalelerde her ne kadar görüş ayrılıkları ortaya çıkmışsa da, herkesin istediği, meşrutî bir yönetimdi ve bu yönde de adımların atılmasıydı. İşte muhalefetin kendisini hazırladığı ve planlar yaptığı bu ortam içerisinde Üsküb’ün 50 km. Kuzeybatısında bulunan Firzovik’te Haziran ayı ortalarına doğru Kosova’daki bazı yabancılar burada toplanarak bir eğlence düzenlemişlerdi. Bu eğlenceyi Arnavutlar, namus meselesi olarak niteleyip 128
Sina Akşin, Jön-Türkler ve İttihat ve Terakki, s.43-48. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Hürriyet Vakfı Yay., C.I, İst., 1988, s.21. 130 Akşin, A.g.e., s.65. 129
36
silahlarıyla
katılmışlardı.
Fakat,
daha
sonra
Arnavutlar
bu
eğlenceyi
Makedonya’yı Osmanlı Devleti’nden koparmak isteyen Avusturya’nın bir askerî işgal hareketini örtmek için yapılan hile olarak algılamaları üzerine eğlence yerini ateşe vermişlerdi. Nitekim işgal söylentileri kısa zamanda yayılınca bir çok silahlı Arnavut, Firzovik’te toplanmaya başlar. Bu toplanmayı ilk etapta Şemsi Paşa, İttihat ve Terakkicilere karşı bir güç olarak kullanmayı düşünmüştü. Nitekim bunlarla, bir yandan isyan eden Niyazi Bey’i ortadan kaldıracak diğer yandan da İttihatçı genç subayların hakkından gelecekti.131 Fakat Şemsi Paşa, Manastır’da telgrafhane çıkışında öldürülünce132 yaklaşık 30 bin kişiye ulaşan topluluğu dağıtmak için Kosova valisi M.Şevket Paşa tarafından 8 Temmuz’da Miralay Galip Bey buraya gönderilecektir. Fakat Galip Bey, Necib Draga gibi Arnavut ileri gelenlerinin bir kısmının verdiği destekle bu bölgedeki ayaklanan halkı Meşrutîyet lehine harekete geçirmiştir.133 Altı bin kadar Arnavut, Saray’a telgraf çekerek Kânûn-î Esasî’nin tekrar ilân edilmesini; aksi takdirde 50 bine kadar ulaşan Arnavutların İstanbul’a yürüyerek, Rumeli’de Veliaht’ın Padişah ilân edileceğini belirtmişlerdi.134 Aslında Anadolu’dan kuvvetli bir ordu teşkil edilerek bu Arnavutların üzerine gönderilmiş olunsaydı bu olay önlenebilirdi. Fakat ileride de belirteceğimiz gibi Sultan II.Abdülhamid bu tür girişime gerek duymayacak ve hemen ardından II.Meşrûtîyet’i ilân etmek durumunda kalacaktır. Yine bu Firzovik Olayı çıktığı günlerde benzer isteklerde bulunacak olan Niyazi Bey’in dağa çıktığı görülecekti. Fakat bu olayın da öncesinde 29 Mayıs 1908’de Selanik Merkez Komutanı Nazım Bey’e bir suikast planlanmıştı. Bu plan çerçevesinde Nazım Paşa evinde İsmail Canbulat Bey’le konuşurken birden ayağa kalkması sonucu kurşun bacağına isabet ederek yaralanmasına neden olmuştu. Bu olayın tertipçisi ve planı gerçekleştiren kişilerden biri olan Enver Bey dikkat çekerek durumu izah etmek ve terfi alması için İstanbul’a çağrılması üzerine O, bu durumu anlayarak hemen akabinde maiyetiyle dağa çıkmayı yeğlediği görülmüştür.135 Bu olayın hemen ardından ise 3 Temmuz 1908’de Resne’de Kolağası ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Manastır üyelerinden olan Niyazi Bey 131
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.IX, s.35. Halil Menteşe, Anılar, Hürriyet Vakfı Yay., İst., 1986, s.123. 133 Akşin, A.g.e., s.76. 134 İsmail Hami Danişmend, 31 Mart Vak'ası, İst. Kitabevi, İst., 1974, s.12. 135 Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, C.VI, s.97. 132
37
ve Ohrili Eyüp Sabri Bey’in de bu yolu tuttukları görülecektir. Niyazi Bey 1873’te Resne’de doğmuştu. 1900’lü yıllardan sonra Resne Komutanlığı’nda çetelerin arkasında koşan bir subaydı. Osmanlı Devleti’nin bunalımlı yıllarında yaşadığı için, güçsüzlük durumu yerine güçlülük, ahlâksızlık yerine ahlâkın yer alabilmesi için Meşrutîyet’i savunmuş birisiydi.136 O’nun 3 Temmuz tarihinde yanında 200 kadar asker ve 200 kadar sivilden oluşan hayli kalabalık maiyetiyle, Resne Garnizonu’ndaki silahlara, mühimmata ve levazımat’a el koyarak dağa çıkması, Meşrutîyet’in ilânını hızlandıran etmenlerden biri olması nedeniyle dikkat çekici bir olaydır.137 Aslında bu olayların da öncesinde İttihatçıların endişelerini artıran bir olay gerçekleşmişti ki; o da 9-10 Haziran 1908 tarihinde İngiliz Kralı ve Rus Çarı’nın Reval’de görüşmeleridir. Zîra bu görüşme İttihatçılar tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşımı olarak algılanmış olmasından dolayı endişeleri arttırmıştı. 3 Temmuz ‘da yaşananlar ise aslında bu endişelerin bir nevi yansımasıydı. Bu yaşanan dağa çıkma olayıyla beraber, Resne belediye başkanı Hoca Cemâl, Maliye Müfettişi Tahsin Efendi ve Polis Müdürü Tahir Beyler de Niyazi Beyle birlikte olduklarını ilân etmişlerdir.
Yıldız Sarayı’na çektikleri
telgraflarla, yayınlamış oldukları bildiride amaçlarının 1876 Anayasası’na geri dönmeye zorlamak ve meclis’in tekrar toplanmasını sağlamak olduğunu bildirmişlerdi. Bu olaydan dört gün sonra isyanı bastırmak için Mitrovice 18.Nizamiye Fırkası Komutanı Arnavut Şemsi Paşa görevlendirilmiştir. Fakat Şemsi Paşa, yaptığı takibat ve icraatları Saray’a günübirlik ilettiğinden yine Manastır’daki telgrafhane çıkışı İttihatçı fedai Subay Teğmen Atıf (Kamçıl) Bey tarafından vuruldu. Atıf Bey ise yaralı olarak kaçıp kurtulmayı başarmıştı.138 Oysaki Şemsi Paşa yoluna devam etmiş olsaydı, Niyazi Bey’in bu hareketini bastırabilirdi. Ancak Şemsi Paşa’nın da öldürülmesi, Sultan’ın bu isyanı doğarken ezemeyeceğini göstermesi açısından da hayli ilginçtir. Şemsi Paşa’dan sonra ise yerine Tatar Osman Paşa’nın atandığı görülecektir.139 Osman Paşa ise Manastır’da çok yumuşak bir politika izleyerek asker ve subayları kendi safına çekmeye başlayınca 23 Temmuz’da Niyazi Bey ve Eyüp 136
Karal, A.g.e., s. 29. William Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Çev. Ahmet Fethi, Hil Yay., İst., 1994, s.41. 138 Akşin, A.g.e., s.75. 139 Ecvet Güresin, 31 Mart İsyanı,s.15. 137
38
Sabri Beyler maiyetindekilerle birlikte Osman Paşa’nın Manastır'a geldiği bir akşam evine baskın yaparak O’nu Resne’ ye kaçırmışlardı. 140 Ayrıca bu kaçırma olayından başka Niyazi Bey, Resne ve Ohri’ deki memurlara da tehdit edici mektuplar göndermişti. Müslüman olmayan Bulgar çetelerini de meşrutî bir birliğe çağırmıştı. Bütün bu olanlar ve Niyazi Bey’in çektiği telgraflardaki bildirilerde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin varlığı ve amacı açığa vurulduğu da görülmekteydi. Bu isyanda ise Sultan’ın şahsına yapılmış herhangi bir beyan söz konusu olmamış, aksine onunla milletin arasının açılmasına yol açan devlet adamlarına karşı bir hareket olduğuna dikkat çekilmiştir. B- II. Meşrutîyet Sonrası Yaşananlar II.Meşrûtîyet ortamına girmeden Sultan II.Abdülhamid’in saltanatının bütününe bakacak olursak bu devrin tamamıyla bir İstibdat Devri olarak nitelendirilmesi pek uygun olmayacaktır. Öyle ki, Saltanat’ının I.kısmı birinci Meşrutîyet’in ilanı’na rastlıyordu ve bu dönemde fikir akımlarının oldukça ileri olduğu görülmekteydi. Saltanatı’nın II.kısmında ise artık tereddütler başlar ve Padişah, istikrarı sağlamak için basın özgürlüğüne ve bir takım girişimlere kısıtlama getirmek zorunda kalır. Fakat kendisi Maarif (Eğitim) alanına el atarak ilim ve irfanın koruyucusu olduğunu göstermiştir. Sonra da yabancı yayınların sansürü başlamıştır. Ülke dışına giden aydınların, Sultan’ın şahsi idaresine karşı hücumu, yeni bir baskı rejiminin başlamasına yol açmıştır. İşte bu süre zarfında II.Meşrûtîyet (23/24 Temmuz 1908) ilân edilmiştir.141 Meşrutîyet’in tekrar ilânı İmparatorluğun her yanında bütün halk tarafından büyük sevinç ve coşkuyla karşılanmıştır. İstibdat ve Jurnal korkusundan kurtulan halk, devletin iç sorunlarının hemen çözümleneceği ve dış baskılardan kurtulacağı inancını taşımaktaydı.142 Fakat bu sevinç fazla uzun sürmemiştir. Çünkü 17 Ağustos 1908’de açılan Meclis’te hemen Cemiyet’e bağlı olanlar ile bağlı olmayanlar, iki ayrı gurup halinde çekişmelere girmişlerdir. Sultan’ın yönetimini destekleyen bazı komutanlarla, “Alay” dan yetişen subayların ordudan uzaklaştırılması, “Mektepli” olanlara karşı bir tutum
140
Karal, A.g.e., s. 33. Benzer bir değerlendirme için bkz., Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s.225. 142 Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, s.22,23. 141
39
oluşturmaya başlamıştı. Hükümet ise başladıkları işleri tam olarak yerine getiremiyor ve eski rejim elemanlarını iş başından uzaklaştıramıyordu.143 II.Meşrûtîyet sonrası dizginleri boş bırakılmış, mutlak bir hürriyet havası içinde gazeteler hiç çekinmeden akıllarına eseni yazıyorlar ve halkı büyük bir heyecana sevk ediyorlardı. Birbirine muhalif gazetelerin aralarındaki çatışmalar gün yüzüne çıkıyor, Cemiyet yanlısı ve karşıtı olanlar diye ayrılıyorlardı. Rejimin değişmesi bazı memur ve çalışanların menfaatlerini de bozmuştu. Açığa çıkarılan “Alaylı” zabitler ve dış gerginlik nedeniyle uzun süre silah altında tutulan askerler durumdan hiçte memnun değildiler. Ayrıca Ramazan ay’ı içerisinde hürriyet adına yapılan bazı kutlamalar hiç hoş görüntü vermiyordu.144 Sait Paşa’nın 7.Sadareti sırasında ilân edilen Meşrutî yönetimde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetim doğrudan ele almayıp perde arkasından yönetmeye çalışması ve devlet ilişkilerindeki tecrübesizlikleri, Hürriyetin ilânıyla beraber bir kaos ortamına girilmesine neden olmuştur. Bu kaos ortamında eski düzenden çıkarları bulunup, bu çıkarlarını yeniden elde etmek isteyen kişiler, hemen perde arkasından hükümeti idare eden İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı muhalefete girişmişlerdir ki, bunlar da aşağıdaki konularda ele alınmaya çalışılacaktır. 1- 31 Mart Provaları; Kör Ali Hoca İsyanı ve Diğerleri Küçük çapta birer 31 Mart Vak'ası’nı andıracak olan dinin şahsî çıkarlar uğruna alet edilmesiyle ortaya çıkan Kör Ali Hoca, İmam Abdülkadir Ayaklanmaları gibi meydana gelen isyanlardan önce, II.Meşrûtîyet’in ilânından hemen sonra ortaya çıkan Edirne Ayaklanması ve Taşkışla Olaylarına bakmakta yarar vardır. Meşrutîyet’in ilânından 3 gün sonra hürriyeti kutlamak için Selanik’ten Edirne’ye gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti Heyeti’nden olan Erkan-ı Harb Kolağası Ruşeni Bey, istasyondayken bir binbaşının nişanını koparıp atmıştı. Başka aktarımlara göre ise Ruşeni Bey, “Padişahım Çok Yaşa” levhasını parçalamıştı ve yaptığı konuşmasında da Padişah aleyhinde beyanlarda bulunup ayrılmasından iki gün sonra olaylar patlak vermişti. Bu durum ise Yanıkkışla’daki askerlerin “Padişahımızı isteriz. Bize babamızı gösterin…” diyerek ayaklanıp
143 144
Enver Kartekin, Devrim Tarihi ve T.C. Rejimi, Sinan Yay., İst., 1973, s.40. Mustafa Baydar, 31 Mart Vak'ası, Milli Tesanüt Birliği Yay., İst., 1955, s.6,7.
40
şehre yürümeleriyle sonuçlanmıştı.145 Sonuçta Yüzbaşı Cavit Bey’in telkinleriyle askerler arasında 300 kişilik bir kafile İstanbul’a gönderilip, Padişah görüldükten sonra ayaklanmanın bittiği görülmüştür. Bu olaydan sonra 300 kişi terhis edilmişse de daha sonra sorumluları yargılanarak idam edilmiştir.146 1908 Ekim’inin son günlerine gelindiğinde ise Taşkışla’da bir askerî ayaklanma baş göstermişti. Buradaki olayların ise Alaylı ordu mensuplarının Cidde’ye sevk edilmek istenmesinden dolayı çıktığı bilinmektedir. Zîra bu yıllarda askerler normal muvazzaf hizmet sürelerini tamamlamalarına rağmen terhislerinin geciktirilmesi sonucu yumuşak bir şekilde isyan etmişlerdi. Ancak karşılarına bu sırada, sevk edilmek istenen babacan tavırlı Alaylı zabitler yerine, Selanik’ten getirtilen Avcı Taburları’nı ve müsamahasız sert zabitlerini bulunca çatışma çıkmış ve üç çavuş öldürülmüştü. Ayaklanma sert önlemle bastırılmışsa da Mahmut Muhtar Paşa bu üç çavuşun cesetlerini ibret için meydana astırmak istemiştir. Fakat bu hareketin diğer askerleri de kışkırtacağını belirten Sadrazam ve Harbiye Nazırları’nın karşı çıkılması sonucu bundan vazgeçilmiştir.147 Daha sonraları Meşrutîyet’in ilânından sonraki ilk Ramazan’ın 11. ve Eylül’ün 30. günü Kör Ali ismindeki bir hoca Fatih Camii’nde vaaz verirken, Kanun-i Esasi ve Meclis-i Mebusan aleyhine halkı kışkırtacak sözler söylemişti. Cemaati de kendisiyle beraber hareket edeceklerine dair yemin ettirmişti. 148 6 Ekim 1908’de ise Zaptiye Nezareti onun tutuklanması için emir verince Kör Ali Hoca, 7 Ekim’de Öğle Namazı’ndan sonra Fatih Camii’ndeki cemaati Meşrutîyet aleyhine kışkırtıp İsmail Hakkı adlı bir kişiyle beraber halkın başına sarık sarıp, Saray’a karşı yürümeye ikna etmişti. 149 Daha sonra Fatih Camii'nden çıkarak Bayezîd, Köprü ve Beşiktaş güzergâhlarıyla Yıldız Sarayı’na gelerek bir takım isteklerde bulunmuşlardı. Saray önünde; meyhanelerin kapatılmasını, kadınların açık saçık dolaşmamalarını ve resimli yayınların çıkartılmamasını istemişlerdi. Sultan ise onlara müsterih olmalarını ve şeriatın uygulanacağını söylemesi üzerine kalabalık geriye dönmüştü.150 Dönüşte de yolda Sadrazam ve Şeyhülislâm’a 145
Ahmet Turan Alkan, II.Meşrutîyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Ufuk Yay., İst., 2001, s.102. , A.g.e., s.103. 147 Alkan, A.g.e., s.105. 148 Hüseyin Cahit Yalçın, “31 Mart Provası ve Kendisi”, Yakın Tarihimiz, Türk Petrol Armağanı Yay., 1962, C.I, s.136. 149 Baydar, A.g.e., s.8. 150 Akşin, A.g.e., s.93. 146
41
rastlayarak şeriata uyulacağı yönünde yemin ettirmişlerdi. Kör Ali Hoca ve yoldaşı İsmail Hakkı bu olaydan sonra tutuklanmış ve yapılan mahkemede de Kör Ali yaptıklarına itiraz etmemiş ve idam edilmiştir. Kör Ali Ayaklanması’nın olduğu gün gazetelerden, bazı yurt hainlerinin ülkede zorbalık yönetimini geri getirmek düşüncesinde oldukları yönünde yayınlar yapıldığı görülmüştü. Bunun üzerine bir takım söylentiler dolaşmakta olduğundan, derinliğine ve tarafsızca incelenmesiyle gerçeğin ortaya çıkarılması ve kışkırtıcıların cezalandırılması Padişah’tan Sadrazam’a iletilmiştir. 151 Sultan II.Abdülhamid’in ise iç işlerin gidişatını Bâb-ı Âli’den daha titiz izlendiğinden bu tür olaylara hemen el atmayı uygun görmekteydi ve bu olayın da sorumlularının derhal cezalandırılması için emir vermekteydi. 7 Ekim 1908’de ise Yeni Camii’nin İmam Vekili Abdülkadir’de Teravih Namazı’ndan sonra yeni düzende bîdatların arttığını ve inançlarda zayıflama olduğunu ileri sürerek cemaati peşine takıp sinema salonlarını ve Karagöz oynatılan yerleri basmışlardı. Ancak bu olay da derhal bastırılarak Abdülkadir ve dört arkadaşı tutuklanmıştı.152 Bu Kör Ali Hoca ve Abdülkadir olaylarının ardından birkaç gün sonra Beşiktaş’ta, Bedriye adlı bir Müslüman kızın, Todori adında Rum bahçıvana kaçması üzerine meydana gelen olumsuz olaylar da gerçekleşmiştir. Kızın babasının Zaptiye’ye haber vermesi üzerine kız ve Todori tutuklanarak karakola götürülmüşlerdir. Ancak halk yine burada da ayaklanmaya teşvik edilerek, Müslüman bir kızla Hıristiyan bir erkeğin bir araya gelmesine karşı çıkılmış ve karakola yürüyüş düzenlenmiştir. Karakolu basan halk dini duygularla hareket ederek Rum gencinin öldürülmesine ve kızın da yaralanmasına neden olmuşlardır.153 Aslında bu isyanlara baktığımızda, Meşrutî ortamın ordu içerisinde meydana getirdiği uçurumları göstermesi açısından oldukça dikkat çekiciydi. Fakat askerler tarafından yapılan isyanlar da dinî nitelikte görülmemekteydi. Bu açıdan bakıldığında 7 Ekim 1908 tarihinde meydana gelen Kör Ali Hoca ve Abdülkadir 151
vaka’ları
dinî
karakter
Yalçın, Siyasal Anılar, s.37. Akşin, A.g.e., s.94. 153 Baydar, A.g.e., s.8.; Kartekin, A.g.e., s.42. 152
taşıyarak
daha
önceki
isyanlardan
42
ayrılmaktadır. Maalesef bu gelişmeler ise aşırı özgürlük ortamının negatif yönlerinin bir yansımasıydı. 2- II. Meşrutîyet’in İlânı’ndan 31 Mart’a Kadar Osmanlı Siyasal Partileri ve Basın Hürriyet, hak ve vazife kavramlarını Batı, Rönesans’tan sonra sadece zihninde uydurmakta kalmamış, hayata sokmak istemiş, bunun için de sosyal ve siyasal yapılarını sistematik bir şekilde teşkilatlandırmıştır. Bu kavramlar fikir akımları ve Fransız İhtilâli ile beraber yavaş yavaş Türk düşünürlerine de sirayet etmeye başlamış ve 19.yüzyıl’ın II. yarısına gelindiğinde bu düşünceleri özümsemiş fikir adamlarının yetişmiş olduğu görülmüştür. Böylece Türk düşünürlerinin oluşturduğu bir takım teşkilatlar, Türk siyasal hayatında da çeşitli oluşumları meydana getirmiştir. İlk olarak Sultan II.Abdülmecid’in israfına karşı kıpırdanmalar başlamış, daha sonra Sultan Abdülaziz’in aşırı denilebilecek tutumlarına karşı, O’nu hal edebilecek siyasi, bir güç haline gelmişlerdi. Batı tabiriyle Jön-Türk ismini alan bu oluşum 1867’de programlarını açıklamış; 1876’da ise anayasayı ilân etmesi şartıyla II.Abdülhamid’i taht’a çıkararak hedeflerine varabilmişlerdi. Fakat, 18771878 Osmanlı-Rus Harbi’nde Rusların İstanbul önlerine kadar gelebilmeleri, Sultan II.Abdülhamid’in “İstibdâd” denilen şahsi yönetiminin doğmasına yol açacak, muhalefet üyelerinin de dağıtılmasına neden olacaktı. Bu Jön-Türk hareketi içerisinde Mehmet Murat Bey gibi Darwin sonrası Biyolojik materyalizmi, Ziya Gökalp gibi Türkçülüğü, Şefik Hüsnü gibi Sosyalizmi ve Marksist sistem gibi ideolojileri savunan üyelerle birlikte; 154 Namık Kemâl, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi kişilerin başını çektiği muhalefet hareketi 1877’de Rusların Yeşilköy’e kadar gelmesiyle Mithat Paşa’nın sürgüne gönderilmesi ve meclis’in tatil edilmesiyle son bulmuş görünüyordu. Hele Ali Suavi’nin V.Murat’ı taht’a tekrar çıkarmak için yaptığı Çırağan Baskını’nın sonuçsuz kalması ve Cleanthi Scalieri, Aziz Bey gibi mason’ların girişimlerinin de bu olayda ortaya çıkması, Sultan’ı daha da sıkı tedbir almaya itiyordu. 155 Şubat 1878’de Meclis, ne zaman açılacağı belli olmamak üzere tatil edilince bu JönTürk hareketi de bir nevi tahliye edilmiş olunuyordu. 154 155
Baydar, A.g.e., s.55. Akşin, A.g.e., s.21.
43
İlk on yılında muhalefetin pek sesi çıkmamış ve ilk cılız hareket Mason Locaları’na bağlı olan Ali Şefkati Bey’den gazete ve dergi çıkarmak suretiyle gelmeye başlamıştır.156 Nitekim bu Jön-Türk Hareketi’de ülkeye eşitlik, özgürlük ve adalet getirmek amacıyla ortaya çıkmıştı. Türk, Arap, Yunan ve Arnavut gibi yurttaki bütün milletleri de “İttihad-î Anasır” adı altında birleştirmek istiyorlardı.157 Jön-Türklerin birçok bakımdan Batı’yı ilham kaynağı olarak alıp, Osmanlı Devleti’nin hiç değilse maddi durumunu Batılı devletlerin seviyesine getirmek isteyen bir anlayış içerisinde oldukları da bu arada amaçları arasında söylenilebilir.158 Meclis’in tatil edilmesinden ve bu Jön-Türk muhalefetinin tasfiye edilmesinden sonra yurt içinde ta ki 1880’lerin ortalarından itibaren Askerî Tıbbiye okulunda muhalefetin yararları konusunda çeşitli görüşmeler var olagelmiştir. Öğrenciler arasında yoğun bir şekilde bu tartışmalar yaşanırken, Ohrili İbrahim Temo ile Diyarbakırlı İshâk Sükûtî
bu muhalefet konusunda
kendilerine yakın gördükleri Arapkirli Abdullah Cevdet ve Kafkasyalı Mehmet Reşid’le de bu konu hakkında görüşmeler yapmışlardı. Daha sonra aralarına Konyalı Hikmet Emin’de katılınca 3 Haziran 1889’da “İttihad-î Osmanî” adında gizli bir cemiyet kurarak muhalefet yapmaya karar verdikleri görülmüştür. 159 Bu cemiyet de daha önceki muhalefet gibi İtalyan Carbonari örgütünden esinlenerek hücreler halinde teşkilatlanmıştır. Tıbbiye’den başka Mülkiye, Bahriye ve Baytariye gibi okullarda da faaliyet göstererek üye sayısını artırma yoluna gitmiştir. Saray ise Dr. Hüseyin Hulki’nin verdiği jurnal üzerine, bu yapılanmadan haberi olmuş ve bu gurubu izlemeye başlamıştır.160 Bu arada Ağustos 1896’da yapılması planlanan hal girişimine de değinmek yerinde olacaktır. Zîra bu olay sonucu muhalefet üyelerinin İstanbul kanadının çöktüğünü görmüş olacağız. Muhalefetin, İstanbul kanadı askerlerin desteği ile bu işi yapma niyeti olduğu bilinmektedir. Paris’teki üyelerin pek sıcak bakmamasına rağmen, Şeyh Abdülkadir ve Bedevî Şeyh’i Naili Efendi gibi ulema kesiminden 156
Süleyman Kocabaş, Türkiye’yi Parçalama ve Paylaşma Planları, s.347. Talat Paşa, Anılar, Haz.Alpay Kabacalı, İletişim Yay., İst., 1990, s.23. 158 Benzer bir değerlendirme için bkz., Hanioğlu, A.g.e., s. 9. 159 Hanioğlu, A.g.e., s. 174. 160 Kocabaş, A.g.e., s. 348. 157
44
böyle bir işe destek verilmişti.161 Burada ise karşımıza; Batı tarzı yaşamı örnek alan guruplarla, Avrupa karşıtı derviş ve ulema gibi kesimin nasıl olurda böyle bir harekette birleşik davrandıkları sorusunu getirmektedir. Çünkü bu grupların gerek düşünce yapısı açısından ve gerekse sosyal fonksiyonları açısından aralarında hiçbir benzerlik bulunmamaktaydı. Daha sonraları okullarda huzursuzlukların artması ve Ermeni Komitelerin ittifak beyannameleri bu darbe girişiminin yapılması için hızlandıran etken olduysa da, Numune-i Terakki Okulu’nun müdürü olan Nadir Bey’in sarhoş bir halde bu planı ağzından kaçırmasıyla Genel Müfettiş Zülüflü İsmail Paşa’nın bu planı haber vermesiyle bütün tasavvurat suya düşmüştür. 162 Cemiyet üyeleri ve bir kısım sempatizanları tutuklanıp, sürgüne gönderilenler olduğu gibi muhalefetin İstanbul cephesinin tamamen çöktüğü de görülmüştür.163 Böyle bir ortamda tutunamayan Cemiyet’in bazı üyeleri ise Avrupa’ya kaçarak faaliyetlerine devam etme kararı alacaklardı. İstanbul’da tekrar örgütlenme
faaliyetine
girişeceklerse
de
asla
1896’daki
güçlerine
ulaşamayacaklardı. Paris’te Ahmet Rıza Bey’in telkinleriyle Cemiyet, adını Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirmişti.164 Yapısı ve amaçları ise adalet, eşitlik, özgürlük gibi insan haklarını ihlal eden ve bütün Osmanlıları ilerlemeden alıkoyan ve ülkeye yabancıların musallat olmasını sağlayan yönetime karşı İslâm ve Hıristiyan yurttaşları uyarmaktı.165 Cemiyet, devletin gittiği yolun inkırâz olduğunu, sorumlusunun Padişah olduğunu ve etrafındakilerin de onun zulümlerine
yardımcı olduklarını halka anlatmak; vatan ve milleti içinde
bulunduğu tehlikeli yerden kurtarmak için gerekirse her fedakarlığa atılmak maksadını taşıyordu.166 Cemiyet, 1908 programının 10. maddesinde; mezhep ayrıcalıklarının eskiden olduğu gibi korunacağı, 9. maddesinde; Müslüman olmayanların da askere alınması yasaya bağlanması ve her unsura karma olarak açık devlet mektepleri kurulacağı, 17. maddesinde de İlköğretim’de Türkçe’nin zorunlu 161
Hanioğlu, A.g.e., s. 216. Kocabaş, A.g.e., s. 349. 163 Tutuklananlar hakkında bilgi için bkz., Hanioğlu, A.g.e., s.217,218. 164 Akşin, A.g.e., s.23-27. 165 Kazım Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti, s.465. 166 Yalçın, A.g.e., s. 50. 162
45
olacağı ifade edilmiştir.167 İttihat ve Terakki Programlarının oldukça ideal olmasına rağmen tecrübe yoksunluğu da bulunmaktaydı. Ancak yine de yapmış oldukları kongrelerde ülkeni ilerlemesi ve halkın kişisel girişiminin olmadığı alanlarda ise hükümete görev yükleyerek “Devletçilik” ilkesinin uygulanmasını öngörüyordu. Bu ise Devletçilik ve diğer yandan da karma ekonominin gelecekteki Türkiye Cumhuriyeti’ndeki temellerini oluşturuyordu. Siyasî Fırkalar, genellikle
bir sınıfın veya geniş bir zümrenin
menfaatlerini temsil ve müdafaa ederler. Siyasî bir Cemiyet ise ekseriya yüksek bir ahlâkı ve siyasî ideal uğrunda birleşmiş, hayatlarını feda etmeyi göze almış, feragat ve karakter sahibi kişilerin birleşmesinden meydana gelir ve onların menfaatlerini temsil ve müdafaa eder. İttihat ve Terakki üyelerinde de şüphesiz ideal vatan aşkı vardı. Onlar ellerini Kur’an’a ve tabancaya koyarak yemin ediyorlardı. Kanuni ve açık surette siyasî faaliyetlerine imkân tanınmayınca da bir çok cemiyet gibi gizli olarak örgütlenmeyi yeğliyorlardı.168 Cemiyet üyelerinin 1896’da yapmak istedikleri girişimin başarısız olması üzerine Avrupa’daki Jön-Türk üyeleri ön plana çıkmışlardı. Ancak bunların aralarındaki anlaşmazlık Sultan II.Abdülhamid’e yarayacaktı ve 1897 yılında Ahmet Celaleddin Paşa’yı görevlendirerek muhalefetin Cenevre kolu’nun lideri Mizancı Murat Bey’le anlaşarak devlet memuru olmasını sağlayacaktı. Ardından Cemiyet’in önde gelen birkaç üyesi de bu yolu tercih edince Ahmet Rıza Bey tek kalarak muhalefete devam edecektir.169 Sultan II.Abdülhamid, kendisine karşı oluşan bu muhalefete karşı onları zincire vurup, zindana atıp, işkence ve idam etmek gibi tedbirler yerine; onları memuriyet, para, imtiyaz ve maaşlarla bölmeye ve etkisiz hale getirmeye çalışması da dikkat çekicidir. Zîra böylece onlar elinin altında bulunuyorlardı.170 Konumuzun başında da belirttiğimiz 1902’deki I. Jön-Türk Kongresi’nde ayrılmalar kesinleşince Prens Sabahattin önderliğinde ikinci bir cemiyet doğmuştu. Ancak 1889’da “İttihad-î Osmani” olan adını Ahmet Rıza Bey’in tavsiyesiyle “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” olarak değişen fırka mutlak 167
Bu maddeler ve diğerleri hakkında geniş bilgi için bkz., Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, s.65-67 168 Hüseyin Cahit Yalçın, Talat Paşa, Yedigün Neşriyat, İst., 1943, s.10-12. 169 Tunaya, A.g.e., s. 20,21. 170 Kocabaş, A.g.e., s.351-356.
46
yönetime karşı özgürlük mücadelesi vermeye başlamış ve 23/24 Temmuz 1908’de Kanun-î Esasi’nin tekrar ilân edilmesini sağladıktan sonra, 171 birleştirici özelliğini göstermek için Prens Sabahattin tarafından kurulan “Teşebbüs-i Şahsî ve Ademi Merkeziyet Cemiyeti”yle birleştiğini ilân edecekti.172 İttihat ve Terakki, Meşrutîyet'in ilk seçimlerinde büyük çoğunluk sağlayarak Meclis’e girmeyi başarmışsa da ilk etapta kabineye bir-iki kişi sokmuştur. Çünkü bu dönemlerde İttihat ve Terakki halâ yarı gizli bir cemiyetti ve halka beyan edilmiş siyasî programları da yoktu. Meşrutîyet'in tekrar ilân edilmesinde baş rol oynayanlar halâ tecrübesizdiler ve yaşları da oldukça gençti. Ayrıca Meşrutîyet'i, iktidara geçmek amacıyla gerçekleştirdikleri izlenimini vermemek için de iktidara yerleşmeyi uygun görmemişlerdi. Sultan’ın şahsi idare döneminin siyasî deneyimli üst düzey devlet adamlarını iktidara yerleştirerek arka planda kalmayı tercih etmişlerdi.173
Cemiyet’in
hükümete
dışardan
müdahaleleri olmaktaydı. Fırka’nın sivil ve askerî üyeleri bu durumdan yararlanarak kendi çıkar ve yararlarına faaliyetleri kullanarak yükselmeye çalışmaları ve fırkayı çıkarları için bir basamak olarak görmeleri aydın denilen fikir adamlarını kızdırınca İttihat ve Terakki’ye karşı muhalefetin ortaya çıkması da kaçınılmaz olmuştu. İttihat ve Terakki’den umduğunu bulamayanlar, ittihatçıların yaptığı Kâmil Paşa hükümeti’nin düşürülerek yerine 14 Şubat 1909’da Hilmi Paşa ve kabinesi’nin iş başına getirilmesinden menfaati bozulanlar ve birbirleriyle hiç anlaşamayan kişiler, İttihat ve Terakki’ye karşı muhalefet hususunda birleştikleri görülmüştü. Daha önceleri 1902 kongresinde ayrılığı kesinleşen Prens Sabahattin’in174 1906’da kurduğu cemiyetle birlikte artık ittihatçılar da muhalefetle tanışmıştı. Ardından 1908’de kurulacak olan “Fedakâran-î Millet Cemiyet”i, “Osmanlı Ahrar
171
İhsan Güneş, Türk Parlamento Tarihi, C.I, s.341. Tunaya, A.g.e., s. 24. 173 Hale, A.g.e., s. 44. 174 1897’de Avrupa’ya kaçarak Jön-Türk Hareketine katılan ve Sultan II.Abdülhamid’in eniştesi olan Damat Mahmut Celaleddin Paşa’nın oğludur. Annesi Sultan Abdülmecid’ in kızı Seniha Sultan’dır. Özel teşebbüs ve merkeze bağlı olmadan yönetim olan “Teşebbüs-î Şahsî ve Âdem-î Merkeziyetçilik” i savundu. Türkiye’ de Durkheim sosyolojisine karşı, kaynağını Le Play ve Edmond Demoulins’ de bulan bireyci sosyoloji anlayışının kurucusu ve tanıtıcısı sayılır. 1948’ de İsviçre’nin Neuchatel’de ölmüştür. Bkz. İsmet Parmaksızoğlu, “Sabahaddin Bey”, Türk Ans., M.E.B. Yay.,C.XXVII, Ank., 1978, s.492,493. 172
47
Fırkası”,
1909’da
kurulan
“Osmanlı
Demokrat
Fırkası”
ve
“İttihad-î
Muhammediye” gibi muhalefet örgütleriyle karşılaşacaktır. II.Meşrûtîyet’in ilânından 31 Mart Vak'ası’na kadar 8 ay 21 gün geçmesine rağmen Cemiyet, hükümete girememiş ve Sultan’ın nüfuzunu ise tam olarak kıramamıştı. Fakat yönetimdeki yönlendirilme işini perde arkasında kendileri yaptıkları için muhalefet tarafından
yeni bir “İstibdad” olarak
görülmeye başlanmışlardı.175 Hürriyet, Rumeli, Tanin, Şûra-yı Ümmet, Sabah gibi gazeteler de Meşrutîyet ortamında İttihat ve Terakki’yi destekleyen basın organlarıydı. Bunların ve muhalefeti destekleyen basın yayınlarının gruplaşmaları ise var olan gergin ortamı artırmaya yetiyordu.176 I.Meşrutîyet’in ilânı’ndan sonra, uzun süren İstibdad dönemi esnasında İmparatorluğun uzak yerlerine sürgün edilen ve yurt dışına kaçanlar yavaş yavaş yurda dönmeye başlamışlardı. Bu dönenlerin bir kısmı İttihat ve Terakki üyeleriydiler ve bazı görevler almışlardı. Bir kısmı ise sürgüne gittikten sonra siyasal yaşamlarına son vermişlerdi. Diğer bir kısım ise İttihatçıların hiç sevmediği kimselerdi. Çünkü onlarda Sarayla işbirliği yapmışlardı.177 İşte II.Meşrûtîyet’in getirmiş olduğu özgürlük ortamı içerisinde kendilerini vatan kurtarıcı olarak tanıtan bu siyasal sürgünler, 12 Ağustos 1908’de Sultanahmet’in bahçesinde bir miting yaparak siyasal teşkilatlanma yoluna gitmişlerdir ve “Fedakâran-ı Millet” adıyla Osmanlı siyasal hayatına atılmaya karar vermişlerdir.178 Avnullah El Kâzımî başkanlığında kurulan bu cemiyet ilk olarak eski rejimden kaçanlar ile sürgünler ve mahkumların korunması için yardım toplama ve Padişah’tan
para isteme gibi faaliyetlere giriştiği
bilinmektedir. Ayrıca Meşrutîyet’i korumak, Saltanat haklarının teyidi, hürriyet ve adalet kelimelerinin halka ifade edilmesi, ülkeye ve millete yararlı olacak kişilere yardım etmek gibi amaçları bulunmaktaydı.179 Bu Fırka, dönemin tek parti yönetiminin sakıncalarına dikkat çekerek, İttihatçıları sert bir biçimde eleştirmiştir. Fakat Kâmil Paşa aleyhtarlığında da İttihat ve Terakki’yle ortak bağlantı kurabilmişlerdir. Osmanlı siyasal hayatına 175
Danişmend, A.g.e., s. 15. Tunaya, A.g.e., s.33. 177 Tunaya, A.g.e., s.131. 178 Güneş, A.g.e., s. 368. 179 Tunaya, A.g.e., s.132; Güneş, A.g.e., s.369 176
48
pek bir katkısı olmayan cemiyet, 1908 seçimlerine de ilgi göstermeyince Meclis’te de üyesi bulunmamıştır.180 Meydana getirilen ve görünüşte siyasal bir teşekkül olan bu cemiyet maalesef siyaset yapıp, ülke sorunlarına çözüm getirmek yerine kendi üyelerine yardım etmeye başlayınca bir dernek statüsünde kalmıştır. Arasında Hasan Fehmi, Yahya Galip, Milkon Gürciyan, Mahmud Asım, Musahhih İbrahim gibi kişileri barındıran Fedakâran-î Millet Cemiyeti devlet memurlarının
geçmişlerini
bildiğini
söyleyerek,
onlarla
ilgili
jurnalleri
yayınlayacağı yönünde tehditkâr bir tutum sergileyince 12 Ocak 1909’da hükümet tarafından merkezi basılarak üyelerinden kırk kişi tutuklanmıştır.181 Cemiyet’in tek yayın organı olan “Hukuk-u Umumiye” gazetesinin müdürü ise Mevlânzade Rıfat’tır. Nitekim çeşitli suçlamalar sonucu tutuklanan üyeler beraat ettikten sonra bir süre daha faaliyetlerine devam etmiş, 31 Mart Vak'ası’ndan sonra da siyasal sahneden çekilmiştir. Bununla beraber bu cemiyetin yayın organı olan Hukuk-u Umumiye’de susturulmuştur.182 II.Meşrûtîyet döneminin ve ülkemizin ilk siyasal teşekkülü olan “Ahrar Fırkası” ise 14 Eylül 1908’de Nurettin Ferruh Bey tarafından kurulmuştur. Prens Sabahattin’in çevresindeki gençler, onun Bebek bahçesi’nde verdiği konferanstan esinlenerek, İttihat ve Terakki karşısında bir eğilim kurmak amacıyla bu Fırka’yı oluşturmaya karar vermişlerdir.183 İlk başlarda Fırka’nın kuruluş aşamasında Prens Sabahattin’e müracaat edilerek bu fırkanın kurulması ve başkanı olması teklif edilmişse de ondan red cevabı alınmıştır. Nitekim bu fırka’nın da İttihat ve Terakki gibi belli başlı bir başkanı yoktu.184 Ancak yine de Prens Sabahattin kayıtsız kalmamış ve daha önceki 1906’da kurduğu Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nde de üye olarak bulunan Ahmet Fazlı Bey, Mahir Sait Bey, Celalettin Arif ve Nurettin Ferruh Beyleri bu cemiyetin teşekkülü için temasa geçirmişti.185 Fırka’nın programının hazırlanmasında ise Kont Ostrorog’un186 yardımcı olduğu 180
bilinmektedir.
Yine
Fırka
programının
Prens
, A.g.e., s.133. , A.g.e., s.133,134. 182 Güneş, A.g.e., s.369. 183 Tunaya, A.g.e., s.143. 184 Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa, Remzi Kitabevi, İst., 1976, C.II, s.91. 185 Tunaya, A.g.e., s.143. 186 Leh asıllı bir Fransız’dır. İslâm hukukunu çok iyi bilen bir Oryantalisttir. 181
Sabahattin’in
49
düşüncelerinden etkilendiği de açıkça ortadaydı. Zaten daha sonra kendisi bu fırkaya açıkça destek verecek ve düşüncelerini gerçekleştirebilmek için eğitim yoluyla halka, kişisel teşebbüs gibi çalışmalar yapacaktır. Bireysellik, Liberalizm, kişisel girişimcilik ve yerinden yönetim ilkeleri bu fırkanın öne çıkan söylemleri arasındaydı. Merkeziyetçi ve milliyetçi yaklaşıma da karşı çıkıyordu. İkdam, Yeni Gazete, Sada-yî Millet ve Serbestî gibi gazetelerin de bu fırkaya destek verdikleri görülüyordu.187 Bu fırkanın içerisi ise oldukça karışık görüntü arz etmekteydi. İçlerinde baskı yönetiminin yıkılmasıyla çıkarlarından yoksun kalanlar, özgürlük uğraşı için Avrupa’ya kaçıp da oradaki bir takım husumetlerinden dolayı İttihat ve Terakki Cemiyeti ile aralarını açanlar, Cemiyette yüz bulamamış serüvenciler ve Türklük unsuruna düşman Arap, Arnavut ve Rumlardan bazıları bu fırka içerisinde yoğunluk oluşturuyorlardı.188 Nitekim bu teşekküle giren başarısız ve düş kırıklığına uğramış olan kişiler huzuru bozulmuş çeşitli ulusların temsilcileri, fırkanın ilkelerini sevdiklerinden değil; ittihatçılardan nefret ettikleri
için
Ahrar’ın peşinden gitmişlerdi. Yine bu fırka içerisinde Meclis’e seçilmeyen veya herhangi bir mevkide bulunmayan ve uğradıkları hayal kırıklığı nedeniyle İttihat ve Terakki’yi sorumlu tutan Jön-Türkler de bulunmaktaydı. Ayrıca okul ve dil sorunlarında da İttihatçıların politikasından memnun olmayan Rumlar, Ermeniler ve Arnavutlar da bu fırka içerisinde mevcuttu. 189 Nitekim İngiliz gazeteci Mc Cullagh’un da belirttiği gibi içinde Yunan öğesinin Helen Krallığı’nın Girit’i ilhak etmesini savunduğu ve Bulgar öğesinin de Bulgaristan’ın Makedonya’yı kendi sınırlarına katmasını engellemeyi aşağılık saydığı unsurlardan oluşan bir fırka olarak değerlendirmesi de, bu fırkanın oldukça dikkat çekici bir özelliğidir. 1908 seçimlerinde yalnızca İstanbul’dan katılmışsa da tek bir mebus bile çıkaramamıştır. Sadrazam Kâmil Paşa, Prens Sabahattin ve Mizancı Murat Beyler aday olarak gösterilmedikleri halde 18’er oy alabilmişlerdir. Mahir Sait Bey yalnızca kendi uğraşı ile Ankara’dan seçilmiştir.190 Daha sonraları halkın gittikçe bu fırkaya ilgisinin arttığı görülmüştü ki aslında İttihad-î Muhammediye 187
Güneş, A.g.e., s.370; Tunaya, A.g.e., s.147. Yalçın, Siyasal Anılar, s.48. 189 Francis Mc Cullagh, Abdülhamid’in Düşüşü, Çev.Nihal Önal, İst.Kitaplığı Yay., İst., 1990, s.48. 190 Tunaya, A.g.e., s.144. 188
50
Cemiyeti’nin geniş ölçüdeki desteği bu ilginin artmasına sebep olmuştu. Öyle ki fırkada, İttihatçılar karşısında daha tutucu rol oynayarak İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti’nin yanında bulunmaktaydı. Prens Sabahattin’de böyle bir destekle, Muhammediye Cemiyeti’nin yapacağı bir şahlanışla kendisini iktidarda bulacağını sanıyordu.191 Bu fırka 31 Mart Vak'ası’ndan çok şey beklediği bilinmekteydi. Zîra hem II.Abdülhamid’den hem de İttihat ve Terakki’den kurtulmak niyetindeydi. Bu umudun gerçekleşmesi için de askerler ve İttihad-ı Muhammediye üyeleriyle temasa geçmişlerdi. İngilizlerle birlikte hareket eden bu fırka eylemleri açıkça yönetmekten kaçınmış ve bunu Derviş Vahdeti aracılığıyla perde gerisinden yapmıştır.192 Zaten isyan sonrası bazı üyelerinin tutuklanması ve ardından Prens Sabahattin’in, Hanedan’ın bu olaya karıştırılmaması için serbest bırakılması bu fırkanın 31 Mart Vak'ası’yla olan bağlantısını açıkça gösterecekti. Bu fırkanın üyeleri arasında ise Dr. Rıza Nur, Ahmet Samim, Kirkor Zöhrap, Hasan Fehmi ve Damat Salih Paşa gibi kişiler bulunmaktaydı. Fakat 31 Mart Vak'ası sırasında, ileride de ayrıntılarıyla belirtileceği üzere, bu fırkanın askerlere ve ilmiye mensuplarına göndermiş olduğu mektuplarda isyancılara karşı tavır almaması ve isyandan sonra suçu II.Abdülhamid’e yükleyerek kurtulmak istemesi maalesef sonunu getirerek, üyelerinin de tutuklanıp yargılanmasına neden olmuştur. Üyelerinin bir kısmı ülke dışına kaçmış; Atina, Kahire ve Paris’te yeni bir hareket başlatmak istemişlerdir. Fakat bir çok üyesi de daha sonra 1911’deki Hürriyet ve İtilaf Fırkası içerisinde görülecekti.193 6 Şubat 1909’da kurulan ve “Fırka-î İbâd” adını da taşıyan Osmanlı Demokrat Fırkası ise Selamet-i Umumiye Kulübünün üyeleri olan İbrahim Naci, Fuat Şükrü, Pertev Tevfik, Dr. Abdullah Cevdet ve Dr. İbrahim Temo gibi kişiler tarafından yapılandırılmıştır. 1908 seçimlerine de katılmayan bu Fırka 31 Mart Vak'ası ortaya çıktığında da henüz program ve tüzüğünü tamamlayamamıştı. Türkiye, Feryat, Hukuk-ı İbâd ve Ahali gibi gazetelerden destek alan fırka, Hürriyet ve İtilaf dalgasına kendisini kaptırarak 5 Aralık 1911’de muhalefet saflarına geçmiştir.194
191
Güresin, A.g.e., s. 47. Tunaya, A.g.e., s.148. 193 Tunaya , A.g.e., s.153,154. 194 , A.g.e., s.171-178. 192
51
Nitekim Osmanlı siyasal hayatına baktığımızda az çok bir kaos ortamının varlığı ve tam anayasal düzene oturtulmamış bir fırkalaşma ve cemiyetleşme sürecinin var olduğunu görmekteyiz. Halk için bu oluşumların ne derece faydalı oldukları konusu ise maalesef tartışma konusudur. Kaldı ki bir ara Jön-Türklük davasında en ön sırada faaliyetlerde bulunan kişilerin yönetimle araları açılınca hemen muhalefet saflarına geçip mücadele ettikleri görülmüştü. Ayrıca bazı dini nitelik taşıyan gurupların da varlığını kısaca belirtmekte fayda olacağı kanısındayım. Bu amaç etrafında kurulan “Cemiyet-î İttihâdiye-î İslâmiye” adında din propagandası yapan ve Fatih Camii'nin tanınmış müderrislerinden Tokatlı Mustafa Sabri’nin kurduğu bu cemiyeti görmekteyiz. Ardından 9 Kasım 1908’de “Cemiyet-î Nâciye-î İslâmiye” yani Kurtarıcı İslâm Birliği adında bir cemiyet daha teşekkül etmiş ve bu da dini, siyaset konusu kılmaya çalışmıştır. Daha sonraki konumuzda da belirteceğimiz üzere 31 Mart Vak'ası’nda en etkili rolü oynayan ve Derviş Vahdeti’nin öncülüğünde kurulan “İttihad-î Muhammediye Cemiyeti”nin de varlığını müşahede etmekteyiz.195 Ayrıca bir takım Mason Locaları’nın, Osmanlıcık ideali amacıyla bazı teşekküllerin ve Türk Milliyetçiliği’nin ideolojisi için bazı derneklerin var olduğunu da belirtmek gerekir.196 Bu oluşturulan fırkaların ve Osmanlı siyasal hayatındaki cemiyetlerin yabancılarla ilişkilerini de ilerleyen bölümlerde ele almağa çalışacağız. II.Meşrûtîyet’in ilânından sonra basın hayatına baktığımızda, matbaa hürriyetine izin verilince böyle bir duruma alışkın olmayan memlekette, her türlü ahlâk ve insaf mülahazalarının yapılması, ortamı iyice germiştir. Zaten II.Meşrûtîyet’teki Hürriyet’in ilânında politikanın ağırlık merkezi basın ve sokak olmuştur. En zehirli hücumlar, isnatlar ve tahkirlerle dolu olan gazeteler, politikacıların ve onların yoluyla halkı birbirine düşürürken her gün yapılan değişik mitingler de halkta pek huzur bırakmamıştır. Tabii ki bu mitingler ilk önce Hürriyet’in ilânıyla birlikte sevinç ve hürmet gösterisi
olarak
düzenleniyordu. Fakat İttihatçıların karşısında olan muhalif kişilerin faili meçhul cinayetlere kurban giderek öldürülüp, susturulmak istenmeleri sonucu bu sevinç
195 196
Aydemir, A.g.e., s. 124. Geniş bilgi için bkz., Tunaya, A.g.e., s.380-439.
52
ve hürmet yerini korku ve nefrete bırakmıştı. 197 Bu ortam içerisinde basına çeşitli özgürlüklerin sağlanması ve bu yolla yolsuzlukların son bulması amaçlanıyordu. Tarım, ticaret ve sanayi’de kalkınma bu yolla sağlanacaktı ve Osmanlı Devleti Meşrutîyet'in ilânıyla da Dünya’da sevilen bir devlet olacağı yönünde yorumlar da yapılmaktaydı.198 Fakat özgürlük tanınan basın grubu muhalif ve iktidar yanlısı olarak guruplara ayrılınca çeşitli kişilerin menfaatleri ve düşmanlıkları konusunda yayın yaptıkları görülmüştü. Nitekim İkdam, Serbesti, Yeni Gazete, Hukuk-u Umumiye, Mizan, Volkan, İngilizce olarak çıkan Levand Herald, Proodos ve Neologos ve Rumca çıkan bazı azınlık gazeteleri İttihat ve Terakki yönetimine muhaliflerdi ve aralarındaki sataşmalar son haddine varıyordu. Tanin, Şura-yı Ümmet, Siper-i Saika, Neyyir-i Hakikat, Sabah, Yeni Asır gibi gazeteler ise İttihat yanlısı yazılar yazıyorlardı.199 Bu gazetelerin kimisi Saray’dan, kimisi dış çevrelerle temasta olan Şerif Paşa, Amiral Sait Paşa gibi kişilerden ve kimisi ise İngiliz gizli servisi tarafından desteklenmekteydi.200 II.Meşrûtîyet’in ilânından önce gazete sayısı on beş idi ve yüzde 20 gibi bir oranı oluşturmaktaydı. Türkçe basılmayanların sayısı ise 36’ydı ve yüzde 71 oranı kapsamaktaydı. Rumca 10, Ermenice 8, Fransızca 5 gazete yayınlanıyordu. Ayrıca 1896 yılından itibaren sansüre rağmen her gün yayınlanan 5 gazete vardı ki bunların hepsi Türkçe’ydi. Pazar günleri hariç yayınlanan 13, haftada üç gün yayınlanan 3, haftada iki gün çıkan 5, haftada bir gün çıkan gazete sayısı ise 14’tür. Haftada altı gün çıkan gazetelerin “Servet” isimli gazete hariç hepsi azınlık dilinde çıkmaktaydı. Azınlıkların çıkardıkları gazeteler ise kendi nüfus oranlarına göre oldukçada fazlaydı.201 Meşrutîyet'in ilânından sonra ise Osmanlı Başkentinde son derece yoğun bir yayın dönemi başlamıştı. 300’den fazla gazete ve dergi yayın hayatına geçirilmişti.202 Şimdi belli başlı kişiler tarafından çıkarılan ve oldukça etkili olan bazı yayın organlarını ele alacak olursak karşımıza, İttihat ve Terakki’nin de başkanlığını yapmış olan Ahmet Rıza Bey tarafından Paris’te çıkarılan 197
Yalçın, Talat Paşa, s.37; Burhan Felek, Yaşadığımız Günler, Milliyet Yay., 1974, s.55. Akşin, A.g.e., s.87. 199 Baydar, A.g.e., s.6,7. 200 Güresin, A.g.e., s. 24. 201 Erdoğan Keskinkılıç, “II.Abdülhamid, Gazeteler ve Milliyetleri”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Şubat-1999, Sayı.59, s.12. 202 Tarık Balioğlu, “Bir Facianın Anatomisi”, Tarih ve Düşünce Dergisi, Ağustos-2001, Sayı.8, s.27. 198
53
“Meşveret” adlı gazete çıkmaktadır.203 Osmanlıcılık kavramının geliştirilmesi, eğitime öncelik verilmesi, Nizamiye ve Şer’i mahkemelerin birlikte var olmasının meydana getirdiği karmaşanın sergilenmesi gibi konuları işliyordu. Ancak ister Türkçe yayını olsun, ister Fransızca yayını olsun sokaktaki halkın sorunlarına eğilememiş bir gazetedir. Bunun sebebi ise Pozitivizm’in Ahmet Rıza Bey tarafından benimsemiş olmasıydı. Çünkü siyaset bir bilim işiydi ve onu da ancak uzmanlar bilebilirdi gibi düşüncelere sahipti.204 Meşveret’in tam karşıtı olarak görülmeye başlanan ve bir zamanların İttihatçısı olan Murat Bey’in çıkardığı “Mizan” adlı gazete ise bir taraftan Padişah’ı diğer gazetelerden daha fazla övmek, bir taraftan da hükümeti Padişah’ın temin ettiği devlet adamlığı örneklerine uymadığı için tenkit etmek özelliğine sahipti. Avrupa’daki yayını Meşveret’i gölgede bırakacak bir seviyeye geldiği sıralarda Sultan’ın devlet memurluğu teklifini kabul edince muhalefet saflarına düşmüştü.205 Aslında bu gazete 1890 yılında kapatılınca Murat Bey’de Avrupa’ya gitmiş ve Jön-Türk Hareketine katılmıştı. Ancak Osmanlı Ülkesi'ndeki reformlar için Avrupa Ülkelerinin yardımını istemesi, anayasanın tekrar yürürlüğe konmasının yeterli çözüm olmayacağını söylemesi ve halkı ilkel olarak görmesi İttihatçılarla arasının açılmasına neden olmuştur. Daha sonraları ise Sabahattin Bey’e katılarak tekrar Mısır’a dönüp Mizan’ı çıkarmaya devam etmiştir. Meşrutîyet'in 1908’de ilânından sonra da başkentte çıkarmaya devam ettiği Mizan, halka ve Anadolu yaşamına dönük ifadeler içermekteydi. Ayrıca dili de Türkçülük ideolojisine yönelikti.206 Hüseyin Fehmi Bey’in başyazarlığını yaptığı ve Mevlanzâde Rifat’ın çıkardığı “Serbesti” gazetesi ise Meşrutîyet'in ilânından sonra tamamen İttihatçıların karşısında yazılar yazdığı görülmekteydi. Daha sonraki suikastlar kısmında da ele alacağımız gibi Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesi, bu muhalefet yüzünden ittihatçıların üzerine yıkılacaktı. Daha önceleri İttihatçılarla, yapılacak reformların nasıl uygulanacağı konusunda ters düşen ve yolları ayrılan Prens Sabahattin ise “İkdam” denilen gazetede yazıyordu. Hüseyin Cahit Bey ise İttihat ve Terakki’nin güçlü sesi olarak “Tanin” adlı gazetede yazıyor ve Sabahattin 203
Hanioğlu, A.g.e., s.203. Tevfik Çavdar, Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, s.60. 205 Geniş bilgi için bkz. Hanioğlu, A.g.e., s.205. 206 Çavdar, A.g.e., s. 62. 204
54
Bey’in İkdam’da verdiği beyanatları adeta susturmaya çalışıyordu.207 Nitekim 31 Mart Vak'ası’ndan bir-iki ay önce Perapalas Oteli’nde verilen ziyafette ise Meclis Reisi Ahmet Rıza Bey’in, İttihat ve Terakki’ye karşı gelenleri yok edeceklerini ilân eden konuşma yapması, muhalefet basınının iyice gürültü çıkarmasına yol açtığı görülmüştü.208 Gazetelerinde bireysel olmaktan öteye gidemediği Meşrutîyet ortamının algılanması maalesef bizde, kişisel boyuttan öteye gidememiştir. Şüphesiz bir yola çıkan aydınlarımızın iyi niyetleriyle bu devletin nasıl ilerleyeceği konusunda çalışma yaptıklarını bilmekteyiz. Ancak bizdeki bu fikir adamlarının daha milliyetçi olamaması yüzünden milletin başına her türlü sorun gelebiliyordu. Millet ile yüksek sınıf arasında, asırlardan beri süregelen bu alâkasızlık devam ettiği müddetçe de bizde hiçbir şey olamayacağı maalesef kesindir. 3- İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti ve Faaliyetleri Bu cemiyet ve faaliyetleri hakkında bilgi vermeden önce, cemiyet içerisinde birinci derecede başrol oynayan Derviş Vahdeti adındaki kişiyi ele almak, cemiyetin anlaşılabilmesi bakımından büyük kolaylık sağlayacaktır. Derviş
Vahdeti
1870
Kıbrıs
doğumludur.
Hayatını,
Sultan
II.Abdülhamid’e yazdığı mektuptan öğrenmekteyiz. Nitekim mektubunda; babasının Pabuççu esnafı’ndan Kıbrıslı Mahmut Ağa, annesinin de fakir bir ailenin kızı olduğunu söylemiş ve küçük bir evde herkesin bir yorgan altında kışın soğuktan tirtir titredikleri bir yaşam tarzına sahip olduklarını belirtmiştir. 4 yaşında mektebe gittiğini ve 5 yaşında Kur’an’ı hatmedip, 14 yaşında da hafız olduğunu söylemiştir. Az miktarda da Arapça, Nahiv ve Fıkıh derleri almıştır. 209 Yazmış olduğu yazılardan oldukça hisli ve duygusal bir yapıya sahip olduğunu ve bu kişiliğinin oluşmasında ise çocukluk çağının etkisinin büyük olduğu anlaşılmaktadır. Kıbrıs’taki Selimiye Camii’nde müezzinlik yapmış ve daha sonra yabancı bir dil öğrenmek istemiştir. Ancak başında sarık ve dilinde Kur’an tilavetiyle bunu yapamayacağını anlamıştır. Bir ara İstanbul’a gitmiş, döndükten sonra da hayatı değişmiş ve başındaki sarığı çıkartarak, kılık kıyafetini değiştirmiş ve İngilizce öğrenmeye başlamıştır. 1877’de Kıbrıs İngilizlere devredilince 207
Ülken, A.g.e., s. 326. İsmet Bozdağ, Abdülhamid’in Hatıra Defteri, Kervan Yay., İst., 1975, s.114. 209 Baydar, A.g.e., s.11. 208
55
Vahdeti’de, medeni bir devletin balosunda dekolte madam ve matmazelleri seyre başlayacaktır. Kraliçe namına verilen balolarda redingotlu, beyaz eldivenli bir adam olarak “Şimdi medeni oldum” diye nitelendirdiği bir kişiliğe sahip olacaktır.210 1890’lı yıllarda Larnaka’da bir kıraathanede otururken arkadaşlarından biri eline “Hürriyet” gazetesini tutuşturur. Bu gazeteden hariç “Meşveret” ve “Mizan” gazeteleriyle de tanışacaktır. Sürgün amacıyla adaya gönderilen JönTürk üyeleriyle tanışma fırsatı yakalaması ve kendisini o hareket içerisinde görmesine rağmen daha sonra bu Jön-Türk hareketinden kopacaktır. Kendisine para ve mal vadeden bir hafiye, O’na Sultan adına çalışmayı da önermişse de o bunu reddedecektir. Çünkü o dönemde İngiliz memuruydu ve Osmanlı lokmasını kendisine layık görmemekteydi.211 II.
Meşrutîyet'in
ilânından
sonra
İstanbul’a
gelerek
Muhacirîn
Komisyonu’nda memuriyete kabul edilmek için Dahiliye Nazırı İbrahim Hakkı Paşa’ya dilekçe vermişse de, sonuç alamamıştır. Aynı müracaatı Hüseyin Hilmi Paşa’ya da yapmış olmasına rağmen pek önemsemediği bilinir. Vahdeti bunun üzerine İttihat ve Terakki’ye girmeyi denemişse de bunu başaramayınca kendisini İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti’nde bulmuştur. Bu Cemiyet’e girmeden önce ise 28 kasım 1908’de kurulan “Volkan” adlı gazetede, 30 yıldır yapamadığı mesleği icra etmeye başlar. Kullandığı etkili dille halka tesir etmiş ve kurulacak olan İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti’nin propagandasını yapmıştır.212 Fakat 31 Mart Vak'ası’nda boy göstermiş olmasından daha sonra olaylar yatışınca kurulacak olan Divan-ı Harb Mahkemesi’nde yargılanarak idam edilecektir. İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti ise 16 Mart 1909’da kurulmuştur. Asıl resmî tarihi 5 Nisan’a denk gelmekte idi ise de, 16 Mart tarihli Volkan gazetesinin 75. sayısında Cemiyet’in 40 maddelik Nizamnamesi yayınlanarak kurucuları, adı ve gayesi kamuoyuna daha önceden açıklanmıştı.213 Cemiyetin ruhanî reisi Hz. Muhammed idi. Ancak Nizamnamenin 2.maddesine göre Cemiyet’in Darülhilafe
210
Osman Selim Kocahanoğlu, Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı, Temel Yay., İst., 2001, s. 6-11; Baydar, A.g.e., s.12. 211 Kocahanoğlu, A.g.e., s.15. 212 Baydar, A.g.e., s.14.; Kocahanoğlu, A.g.e., s.39. 213 Kocahanoğlu, A.g.e., s.99-103.
56
Merkez İdare Heyeti
kendi aralarından birini idare için seçmekte yetkili
olacaktı.214 Bu cemiyet sürekli azâ kaydederek 21 Mart’ta da Ayasofya’da verilen mevlit’le halka tanıtılır. Bu mevlit’ten bir gün önce ise İttihatçıların, Hürriyet Şehitleri adına verdiği mevlit vardı ki, o çok sönük geçmişti. Ancak Muhammediye Cemiyeti’nin verdiği mevlit oldukça görkemliydi.215 Camide önce Cemiyet hakkında izahat verildikten sonra Mevlit okunur ve ardından kalabalık bir cemaatle camiden çıkılır. Cemiyet, her tarafı istila eden dinsizlik ve ahlâksızlığa karşı propagandalar yaparak, 100 bin kişiye yakın kalabalıkla Yerebatan Caddesi’nden geçip Volkan gazetesinin idarehanesine ait olan binaya kadar giderek gövde gösterisi yapmıştır.216 Cemiyet üyeleri askerlerin dikkatini çekerek, Volkan gazetesindeki yazılarla ortamı Meşrutîyet aleyhinde hazırlamak ve Cemiyet’i siyasî örgüt haline getirebilmek için çabalamışlardır. Vahdeti’de askerlerden gelen mektupları yayınlayarak, onlarla subayların arasının açılmasına gayret etmişti. Aslında bu Cemiyet İstanbul’da kurulmadan önce, başka ülkelerde teşekkül etmiş ve İngiliz gizli servisi “Intelligence Service”nin desteğiyle Emirzâde Ömer tarafından İstanbul’da örgütlenmişti.217 Yaklaşık bir ay gibi bir ömrü olacak olan bu cemiyet bazı vilayetlerde törenlerle de bir çok şube açabilmiştir.218 Derviş Vahdeti daha İstanbul’a geldiği yıllarda Saray’a müracaat ederek gazete çıkarma isteğinde bulunmuştu.219 O’nu Saray’da İngiliz yanlısı kişilerin desteklemesi ise oldukça ilginçtir. Sultan Abdülhamid ise hatıratında “Birde İttihad-ı Muhammediye heyeti ortaya çıktı. Bir bu eksikti. Bu Cemiyet’i Kıbrıs’lı serseri olan Derviş Vahdeti kurmuş; Sait Paşa, İsmail Kemâl ve öteki muhalifler de bununla beraber çalışmışlardır.” diye bu cemiyet hakkında malumat vermiştir.220 Nitekim bu Cemiyet’in kurucularına baktığımızda; Süheyl Fazıl Paşa, Mehmed Sadık Efendi, Dersiam Mehmet Emin Hayreti Efendi, Ahmet Esat 214
Nizamname hakkında bkz., Tunaya, A.g.e., s. 200,201. Güresin, A.g.e., s. 41. 216 Baydar, A.g.e., s.17,18. 217 Güresin, A.g.e., s.33-36. 218 Tunaya, A.g.e., s.193. 219 Ali Cevat Bey, II.Meşrutîyet’in İlânı ve 31 Mart Hadisesi, Haz.Faik Reşit Unat, T.T.K. Yay., Ank., 1991, s.46. 220 Bozdağ, A.g.e., s.110. 215
57
Efendi, Karagümrük Camii II.İmamı Nevşehirli Hafız Mehmet Sabri, Bandırma Naibi Şevket Efendi, Bediüzzaman Said Kürdi, Kethuda Hacı Hayri, Ser veznedar Raşid Efendi, Ferik Rıza Paşa,Volkan Muharriri Faruki Ömer Şevki Efendi, Sivas Kaymakamı Seyyid Abdullah El Haşimi El-Mekki Efendi, Memur İhsan ve Hayri Beyler, Beylerbeyi Camii Vaizi Hacı Kâzım Efendi, Şeyhzâde Hacı Mehmet Efendi, Müderris Tevfik Efendi ve Volkan Muharriri Derviş Vahdeti gibi kişiler bulunmaktaydı.221 Bu Cemiyet’in amacı ve gayesi İttihat ve Terakki’nin uygulamalarının karşıtıydı. Aslında bu cemiyetin siyasete katılmayacağı kuruluş aşamasında söylenilmiş ise de Derviş Vahdeti bu cemiyeti maalesef siyasetin içine çekmeyi başarmıştır.222 Bu amaçla hem Ordu’yu politikaya sokmak ve hem de var olan ortamı değiştirerek, kendilerini destekleyen Ahrar Fırkası’na yardımcı olmak istiyorlardı. Şüphesiz bu Cemiyet’teki var olan üyeler de İslâmî esaslar çerçevesinde bir araya gelmişlerdi. Fakat üyeler içerisinde en son sırada bulunan Vahdeti’nin başını çektiği bir takım kişilerin kişisel faaliyetleri sonucu bu Cemiyet’te 31 Mart Vak'ası’ndan sonra siyasal hayattan silinip gidecektir. Her ne kadar 31 Mart Vak'ası’nda başrol oynayan bir Cemiyet olarak anılsa da, bazı üyelerinin, kurulacak olan Divan-ı Harb Mahkemesi’nin yargılamaları sonucu serbest bırakılması bu üyelerin hepsinde de aynı amaca yönelik bir fikir birliği içerisinde olmadıklarını bizlere gösterecektir. 4- II. Meşrutîyet Ortamında Siyasal Cinayetler İlk olarak II. Meşrutîyet ortamına girilmeden hemen önce 29 Mayıs 1908’de İttihat ve Terakki karşıtlığı nedeniyle Selânik Merkez Komutanı Nazım Bey’e suikast kurularak öldürülmek istenmiştir.
Nitekim Nazım Paşa, İsmail
Canbulat’la evinde konuşurken birden ayağa kalkması sonucu kurşun bacağına isabet etmişti ve yaralanmıştı. Silahı sıkan Enver Bey ise olayın ardından maiyetiyle beraber dağa çıkmıştı.223 Daha sonraları ise 7 Temmuz’da, Resneli Niyazi Bey ve arkadaşlarının ayaklanmasını bastırmak için Manastır'a gelen I.Ferik Şemsi Paşa, buradaki faaliyetleri hakkında Saray’a bilgi vermek amacıyla gittiği Postahane çıkışı öldürülmüştü.224 Şemsi Paşa’yı da vuran Mülazım Atıf 221
Kocahanoğlu, A.g.e., s.110; Tunaya, A.g.e., s.183,183. Yunus Nadi, İhtilal ve İnkılâb-ı Osmanî, Cihan Matbaası, İst., 31 Mart-14 Nisan 1325 (1909), s.26 223 Cemal Kutay, 31 Mart İhtilalinde Sultan Hamid, Kalem Yay., İst., 1987, s.5; Müftüoğlu, A.g.e., C.VI, s.97. 224 Karal, A.g.e., C.IX, s.35. 222
58
(Kamçıl) Bey’di ve İttihatçıların onayını almıştı. 10 Temmuz’da Manastır topçu alayı müftüsü Mustafa Efendi, İstanbul’a giderken Selanik’te bir fedâi subay tarafından vurulmuştu. 17 Temmuz’da ise Manastır bölgesi kumandanı Erkân-ı Harbiye Mirlivâsı Osman Hidayet Paşa yanlışlıkla Manastır'da vurularak öldürülmüştü. 19 Temmuz’da Debre Valisi Hüsnü Bey de öldürülenler arasındaydı.225 İstanbul’da II.Meşrûtîyet’ten sonra, büyük nümayişlere neden olacak; öğrenci, ilmiye ve muhalefet taraftarlarının büyük tepkisini göstereceği Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesinden önce yine siyasî rengi olan bir cinayet işlenmişti. 2 Aralık 1908’de, Sultan Mahmut Türbesi karşısındaki sokakta akşam saat beş buçuk sıralarında İsmail Mahir Paşa’ya altı el ateş edilmiş ve iki kurşun isabetiyle ölmüştü. II.Abdülhamid yönetiminin en çok nefret kazanan adamlarına dokunulmazken, Cemiyet’in, İstanbul’da güç yitirmekte olduğu ve vaktiyle ölümüne hüküm verilmiş bir kimseyi öldürttüğü, bu olayın ardından söylenmişti. Ayrıca İsmail Mahir Paşa’nın hafiye olmasından dolayı da, bu cinayete fazla tepki gösterilmemişti.226 31 Mart Vak'ası’ndan hemen önce büyük tepki meydana getirecek olan Hasan Fehmi Bey’in katledilmesi ise oldukça dikkat çekici bir olaydır. Hasan Fehmi Bey, Sultan aleyhtarı olmasının yanında İttihatçılara da çatmakta ve İngiliz gizli servis ajanı olan Fitz Maurice ile teması olan “Serbesti” gazetesi sahibi Mevlanzâde Rifat’ın arzuları istikametinde, İngilizlerden de yardım gören muhalefeti destekleyen birisiydi. Nitekim o dönemde kendisinin öldürüleceğine dair imzasız bir mektup almıştı ve Ahmet Cevdet Paşa’ya da bunu göstermişti. Ahmet Cevdet Paşa ise ona, Sadrazam’a müracaat etmesini söyleyerek tedbir alması gerektiğini tavsiye etmesine rağmen Hasan Fehmi Bey yazılarını yazmaya devam eder.227 Nihayet 6 Nisan 1909’da Salı gününün gecesinde,
Mülkiye
Kaymakamlarından
Şakir
Bey’le
birlikte
Galata
Köprüsü’nden geçerken “Al Mevlan!” diye bir ses işitilmiş ve ardından üç el silah sesi sonucunda Hasan Fehmi Bey vurularak öldürülmüştü.228 Şakir Bey ise yaralanarak, köprünün İstanbul tarafına koşarak polisten yardım ister. Ancak kendisi katil zannedilerek karakola götürülür ve gerçek anlaşılınca da, gerçek 225
Kutay, A.g.e., s.5-16. Aydemir, A.g.e., s. 132; Yalçın, Siyasal Anılar, s.53. 227 Müftüoğlu, A.g.e., C.X, s.78. 228 Yunus Nadi, A.g.e., s.24 226
59
katiller geçen zaman zarfında kaçmış olacaklarından, çok geç kalınır. Serbesti gazetesinin sahibi Mevlanzâde Rifat’tı ve katil “Al Mevlan!” diye ateş etmişti. İşte bu söylem ertesi günü gazetelerde, asıl hedefin Mevlanzâde Rifat olduğu haberlerinin yayılmasına ve bu cinayetin de siyasî mahiyette olduğu ve İttihatçılar tarafından işlendiği söylenmişti. Hasan Fehmi Bey’in de muhalefet kanadında olması hasebiyle Ahrar Fırkası ve İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti de bu işi İttihatçılara yıkmıştı.229 Zaten daha sonra Ahrar Fırkası bu olayı Meclis gündemine getirerek İttihatçıların keyfini kaçırtacaktır. Ayrıca katilin, parmak düğmeli siyah bir kaput giydiği ve yaka zırhlarının kırmızı renkte olduğu şeklinde subay tasvirinin Şakir Bey tarafından yapılması ve köprünün her iki tarafında karakol bulunmasına rağmen katilin kesinlikle görülmemiş olması bu cinayeti de İttihatçıların yaptığı kanaatini kuvvetlendirmiştir.230 Nitekim o dönemin tanıklarından Mustafa Turan ise katillerin köprünün demir parmaklıkları üzerinden denize atlayarak daha önceden hazırlanan bir sandalla olay yerinden uzaklaştıklarını söylemiştir.231 Hasan Fehmi Bey’in 6 Nisan’da öldürülmesinden sonra yakın arkadaşı olan Ali Kemâl Bey, Mülkiye Mektebi’nde derse girdikten sonra oldukça hüzün içerisinde, bir duraksamadan sonra talebelere “Ders anlatacak durumda değilim. Yakın arkadaşımın şehit edilmesi bende vazife yapacak takat bırakmamıştır.” der ve hemen ardından da “Atılan kurşunlar aslında Hürriyet’e sıkılmıştır.” diye etkili konuşması bitince öğrenciler galeyan halinde okuldan çıkarak Meclis Reisi Ahmet Rıza ve Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’yla görüşmeye giderler ve katillerin bulunmasını isterler.232 İttihat ve Terakkili yöneticilerin ise kendilerine yöneltilen bu suçlamalar karşısında sessiz kalışları ve Balkan Komitecileri gibi yapılan suikastlarda faillerin bulunamaması ortamın iyice gerilmesine neden oluyordu. Nitekim Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesine ilk tepkiler 7 Nisan’da Mülkiye’de başlamıştı ve yüksek öğretimde okuyan öğrencilerle birlikte halktan da katılımlarla Meclis önünde protesto büyük bir miting haline gelir. 8 Nisan’da ise olaylar siyasî bir gövde gösterisi halini alır. Basının “Acıklı Cinayet Teessüf-i Azim.”, “Cinayet”, 229
Mc Cullagh, A.g.e., s.71. Baydar, A.g.e., s.20. 231 Mustafa Turan, Bir Generalin 31 Mart Anıları, Q-Matris Yay., İst., 2003, s.59. 232 Osman Özsoy, Gazetecinin İnfazı, Timaş Yay., İst., 1997, s.71. 230
60
“Evlâd-î Hürriyetten Hasan Fehmi’nin Ruhuna Fatiha”, “Dostumuzun Baş Yazarı Köprü Üzerinde Şehit Edilmiştir!” diye yazdıkları yazılar ve Ali Kemâl Bey’in duygusal konuşması bu mitinglerde etkili olur. Nitekim İkdam gazetesinde de yazan Ali Kemâl, bu nümayişlerin çıkmasında baş sorumlu olarak gösterilir. 233 Fakat daha sonra çıkacak olan 31 Mart Vak'ası’ndaki bu olayın temelinde de Meşrutîyet ve mektepli anlayışını yıkmak amacını taşıdığı halde, hiçbir tepki göstermemeleri,
öğrencilerin
bu
mitinglere
tamamen
duygusal
olarak
katıldıklarını gösterecektir. Bu mitinglerin ardından Mülkiye Mektebi’nde İttihatçı olduğu bilinen Cavit ve İsmail Hakkı Bey’ler talebelerden gelecek herhangi bir tepki karşısında zor durumda kalmamak için istifa edeceklerdir. Fakat 9 Nisan’da “Sada-yı Millet” gazetesi başyazarı Ahmet Samim Bey’in de Bahçekapı’da vurulması bardağı taşıran son damla olmuştu.234 Şüphesiz bütün bu ortamlar yönetimi tam olarak ele alamayan İttihat ve Terakki’ye karşı hoşnutsuzluk doğmasına neden oluyordu.Bu durum halkın bu Cemiyet’e karşı beslediği sevgi ve bu Cemiyetten gelecek için ümitli olma hayalini yavaş yavaş endişe ve kaos ortamına bırakıyordu. Bu arada 31 Mart’a bir seslenme, bir yaklaşma oluyordu. İttihatçılar eğer birdenbire yönetime geçmiş olsalardı, bu sefer Meşrutîyet'i, hükümeti ele geçirmek için bir amaç olarak kullandılar diye muhalefet oluşacaktı. Hiç şüphe yoktu ki, onlarda da ülkeyi bir çıkmazdan, kötü durumdan kurtarmak ve batılı devletlerle boy ölçüşecek bir seviyeye getirmek için yola çıkmışlardı. Ancak tek eksik yanlarının tecrübesizlik oluşu, onları böyle yarı yollarda duraksatıyordu. 5- Arnavut ve Arap Taburları Meselesi ve Nigehbân-ı Hürriyet (Avcı) Taburu İstanbul’da bulunan II.Fırka’daki askerî güç direkt Sultan’ın kişiliğine bağlı olduğu sanılıyor ve Sultan’ın Meşrutîyet'e karşı yapacağı hareketi bu güç aracılığıyla gerçekleştireceği söylentileri yayılıyordu. Bunun üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti Rumeli’nden İstanbul’a asker göndererek, Taşkışla’daki II.Fırka yerine koymak ihtiyacı hissetmiştir.235 1908 Ekim’inin 233
son günlerinde
Yücel Aktar, II.Meşrutîyet Dönemi Öğrenci Olayları, Gündoğan Yay., Ank., 1999, s.136, 140, 189. 234 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Remzi Kitabevi, İst., 1979, s.155. 235 Yalçın, A.g.e., s.47.
61
Taşkışla’daki bu Fırka mensupları Cidde’ye sevk edilmek istenince, askerlerin ayak direyerek kışladan dışarı çıkmadıkları görülmüştür. Bu ordu mensupları, Rumeli’den gelen Avcı Taburları’nı kendilerini sindirmek için gönderilmiş sanarak silaha sarılmışlardı. Bu çatışmada dört-beş kişi ölmüş, bazıları da yaralanmıştı. Daha sonra ise Yıldız Sarayı ve çevresinde bulunan Arnavut ve Araplardan oluşan taburların yerine de Anadolu’dan askerler getirtilerek konulmak istenmişti. Yine bu meselede, bu taburların da isyanı üzerine bunlarda Taşkışla’ya gönderilerek çatışmalar önlenmek istenmişti. Sultan II.Abdülhamid ise, güya bu taburları kendisini muhafaza ve kendi işini gördürmek amacıyla bulundurduğu söylentilerini, garezkârlıkla niteleyerek, bunları, memleketlerine örnek olup oralarda da askerliği teşvik etmek amacıyla bulundurduğunu söylemiştir.236 Oysa ki Sultan’ın hayatının muhafazasını, Söğütlü Kasabası civarındaki Karakeçili Aşireti’nden Söğütlü Maiyyet Bölüğü yapmaktaydı. 237 Ve bu bölüğün komutanı olan Mehmet Bey, yıllarca Sultan’ın yatak odasının yanındaki odada yattığı bilinmekteydi.238 Nitekim bu sorunu, daha sonraları Arnavut Taburu’nu Arnavut Tahir Paşa’ya verilerek 6 Nisan 1909’da Selanik’e, Arap Taburu’nu ise vapurla Suriye’ye göndermek suretiyle halledilmiştir. 239 Bu taburların yerine ise Avcı Taburları İstanbul’a gönderilmiş ve Saray etrafına yerleştirilmişti. Selanik’teki III.Ordu ise Meşrutîyet'i korumak amacıyla, Hassa Ordusu’na güveni olmadığından en güzide üç taburunu (II., III., IV.) İstanbul’a göndermiş ve bunlara da “Nigehbân-ı Meşrutîyet” adını vermişti. Bu ise “Meşrutîyet'in Bekçisi” anlamına geliyordu. II. Avcı Taburu, Topkapı Sarayı çevresine, diğer III. Ve IV. Avcı Taburları ise Taşkışla’ya yerleştirilmişlerdi.240 Nitekim Meşrutîyet'i korumak amacıyla gönderilen bu Avcı Taburları gösterişli birliklerdi ve başlarında Rumeli’nde yetişmiş genç subaylar bulunmaktaydı. Fakat bu subaylar, kendilerini Beyoğlu’nun sarhoş edici kucağına bırakınca ordu içinde disiplinsizlikler başlamış ve askerler, subaylara nazaran daha babacan tavırlı çavuşları dinlemeye başlamışlardı. Oysa Cemiyet, bunları İstanbul’a güvenlik amacıyla göndermişti. 236
Ali Cevat Bey, A.g.e., s.44 Tahsin Paşa, Yıldız Hatıraları ve Sultan Abdülhamid, Haz. Ali Ergenekon, Boğaziçi Yay., İst.,1990, s.30,31. 238 Müftüoğlu, A.g.e., C.I, s.141. 239 Ali Cevat Bey, A.g.e., s.45. 240 Baydar, A.g.e., s.9. 237
62
Bu ordudaki düzensiz hareketler muhalefetin ve halkın tepkisini çekmeye ve subaylara karşı bir tahrik unsuru oluşmasına neden olmuştur.241 Böylece gittikçe askerle subayların arası açılmaya başlamıştı. Hele 13 Nisan 1909’da isyan başlamadan birkaç gün önce Mahmut Muhtar Paşa’nın, askerlerin kışla hocalarıyla görüşmelerini yasaklaması ve bir takım subayların dini konuda daha da ileri giderek askerleri sert bir dille uyarmaları, artık son haddine varan kaos ortamının iyice acayip bir durum arz etmesine neden olacaktı. 242 Muhalefet ise bu ortamdan yararlanma yoluna giderek, askerleri etkileyecek dini bildiriler dağıtmaya başlamıştır. Nihayet 13 Nisan gecesi Meşrutîyet'i korumak amacıyla gönderilen bu Avcı Taburları, 31 Mart Vak'ası adıyla anılan ve İmparatorluk için bir dönüm noktası sayılabilecek olayda başrolü oynamaya başlayacaktı. 6- Ordu ve Siyaset İlişkisi Osmanlı Devleti sınırları içerisinde siyaset yapan veya yapacak olan hemen hemen her siyasî kurumun, belli odaklar etrafında birleşerek kendisini bir kuruma dayayarak bir yerlere gelme çabası sarf ettiği görülmektedir. Ancak ister Osmanlı Devleti’nde ister diğer devletlerde olsun, önemli bir kurum vardır ki, o da Ordu’dur. Şüphesiz ordu, bir devletin korunması ve ayakta kalabilmesi için temel unsurdur.Ancak ülke yönetiminde hiçbir tecrübesi bulunmayan bu kurumun kendisini siyaset içerisine sokması, var olan kaos ve kargaşa ortamını iyice kötü durumlara sokabilmektedir. İşte bu aşamada ele alacağımız ordu-siyaset ilişkisini, 1908 Meşrutîyet’in hemen öncesinde ele alıp incelemek yerinde olacaktır. Şüphesiz
Osmanlı Devleti, Hanedan Sistemi’ne göre yönetilmekteydi.
Kimin Saltanat’a geçeceği II.Mehmet Dönemi’ne kadar, devlet işlerinde önemli fonksiyonları olan Ahilerle, devlet adamlarının elindeydi. Bu amaçla Saltanat için yapılan hesaplaşmalar, hanedan dışındaki güç odakları tarafından da destek görmekteydi. Bu güçlerden ilki “İlmiye” denilen sınıf, diğeri ise Yeniçeri Ocağı’nın oluşturduğu “Askeriye” denilen sınıftır.243
241
Aydemir, A.g.e., s.151; Özsoy, A.g.e., s.73. Mc Cullagh, A.g.e., s.67,68. 243 Alkan, A.g.e. s.4. 242
63
Batı’da Sanayi İhtilâli, savaş teknolojilerinde olduğu kadar stratejilerde de yeni arayışlara yol açmıştır. Bunun doğal sonucu olarak, Osmanlı’da ilk mağlubiyetlerin ardından yenileşme çabası olarak Ordu’ya el atılmaya başlanmıştı. 1794 Nizam-ı Cedid deneyimi ve 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılarak yerine Asakîr-i Mansure-i Muhammediye Ordusu gibi değişiklikler yer almıştı. Bunun beraberinde eğitime de ihtiyaç duyulunca şüphesiz II.Abdülhamid dönemi de dahil bir çok Harp Okullarının açılması da beraberinde gelmişti. Nitekim artık kendilerini, ülke yönetiminde söz sahibi olarak görmek isteyen bazı askerî üyeleri Sultan Abdülaziz’in hal vakasındaki komite içerisinde boy göstermeye başlayacaklardı.244 Bu aşamadan sonra 1902 yılında yapılan Jön-Türk Kongresi’nde, gelişen hürriyetçi fikirlerin uygulanabilmesi için gerçekleştirilecek olan ihtilâlde sadece halkın ve aydınların yeterli olmayacağı ve ordunun da bu işle meşgul olması için plan dahiline alınması gerekliliği tartışılmıştı.1903’te Osmanlı Devleti’nde bir değişiklik için Prens Sabahattin, İsmail Kemâl ve Fazlı Bey’ler gibi kişiler İcra Komitesi kurarak bu planı hayata geçirmek için çalıştıkları da bilinmekteydi. Nitekim bu amaç için güç gönderecek olan Recep Paşa’nın asker göndermemesi ve İsmail Kemâl Bey’le birlikte desteğini çekmesi, ihtilâl için işbirliği düşüncesini ortadan kaldırmıştı.245 Maalesef Osmanlı’daki aydınlarımızın, yapmayı düşündükleri bir hareketi halka, yani tabana yayamadıkları için onlarla araları açılmış, aydınlarımız da yapacaklarını gerçekleştirmek için bu sefer orduyu siyasete çekmeye çalışarak bunu gerçekleştirmek istedikleri görülmüştür. Üstelik ilerleyen dönemlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni memleket ve dünya ahvaline vukufsuzluğu, devlet işlerindeki tecrübesizliği
ve idareyi tamamen kontrol altında tutamamaları
askerlerin siyasete karışmalarını kaçınılmaz kılmıştı.246 II.Meşrûtîyet Dönemi’nde gittikçe askerin siyasetle meşgul olması muhalefetin tepkisini çekmeye başlamıştı. Bu durumda muhalefet kanadındaki en şiddetli eleştiriyi yapanların başında gelen Derviş Vahdeti, 11 Nisan 1909 tarihli yazısında Harbiye Nazırı’nın Ordu Komuta kademesindeki İttihatçıları kayırdığı 244
Alkan, A.g.e., s.11. Kocahanoğlu, A.g.e., s.384. 246 Baydar, A.g.e., s.10. 245
64
gibi söylentileri öne sürerek eleştiriler yapacaktı. 247 Kısmen de olsa bu dönemde yönetimde bulunan İttihat ve Terakki’nin gençleştirme politikası nedeniyle Alay’dan yetişen bir çok subayları emekli etmiş olması ve bazı ordu mensuplarını sınava tabi tutmak istemesi, ordu içerisindeki hoşnutsuzluğu artırarak siyasete karışmasını iyice arttıran etken olmuştur. Nitekim 7676 Alaydan yetişen subay vardı ve bu durumda siyasete karıştırılarak, muhalefet tarafından İttihat ve Terakki karşıtı olarak kullanılmıştı. Zîra olayın derinine inip, çözüm bulmak yerine kendi emelleri uğruna bu olayı kullanmayı yeğlemişlerdi.248 Ordu içerisinde, daha önceleri alaylı subayların atamalarda ilk sırayı almaları, bu subayların Saray’a sadık olmaları ve ayrıca Hassa Ordusu’nun terfi ve nişanlarda öncelikli olması, 2 ayda bir ordu mensuplarına maaş verilmesi tedirginlik meydana getiriyordu. Zîra mektepten yetişenlerle İttihatçı olan subaylar bu nedenle siyasete karışmaları kaçınılmaz olacaktı.249 Böyle bir durum içerisinde, 1908’den itibaren siyasal hayattaki ayrılıklar orduda
da
yankısını
bulmaya
başlamıştı.
Şöyle
ki;
Ordu
içerisinde
muhafazakârlar, ittihatçılar, liberaller ve tarafsızlar olmak üzere çeşitli tutumlar sergileniyordu. Birinci kısımdaki muhafazakârlar çok fazla değişime açık değillerdi ve gelenekten yanaydılar. Mektepten yetişen genç subayların da hızla terfi etmelerine karşıydılar. Yeniliği destekleyen ve alaydan yetişen subayların ordudan uzaklaştırılmasını isteyen üst kademedeki ihtilâlci subaylar ise İttihatçı ve Liberalist politikacılara sempati duyanlar olarak ikiye ayrılmışlardı. Son olarak da önemli sayıdaki tarafsızlık yanlısı subaylara baktığımızda ise dış düşmanlara karşı İmparatorluğu korumak için orduyu siyasetten uzak tutma eğilimi içerisinde olduklarını söyleyebiliriz. Ancak bunlar da sonradan kendilerini mecburen siyasî uğraş içerisinde bulacaklardı.250 31 Mart Vak'ası’na yaklaşılan günlerde ise Sadrazam Kâmil Paşa’nın orduyu, düzenlemek için İngiltere ve Fransa’dan getirtilecek olan subaylara teslim etmek istemesi ve bunu öğrenen Cemiyet’in kabine değişikliğini talep etmesinin ardından Harbiye Nazırlığı’na Ali Rıza Paşa’nın yerine Nazım Paşa’nın 247
Tarık Balioğlu, “Meşrutîyet’in Meşrutîyet’ten Düştüğü Gün”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Mart-1995, Sayı.13, s.35. 248 Kocahanoğlu, A.g.e., s.171, Ahmet Emin Yalman, Gördüklerim ve Geçirdiklerim, s.111. 249 Akşin, A.g.e., s.70. 250 Benzer bir değerlendirme için bkz., W.Hale, A.g.e., s.43.
65
getirilmek istenmesi ve ayrıca Avcı Taburlarını, Kâmil Paşa’nın darbe teşebbüsü olarak nitelemesi, İttihatçılarla Kâmil Paşa’nın arasının açılmasına neden olacak olan gelişmelerdir.251 Bütün bunların birikimi sonucu Meclis’te Kâmil Paşa’nın iyice meydan okuyup, karşı çıkması sonucu ordunun duruma el koyduğu görülür. Enver Bey ve arkadaşları tabancalarını mebuslara yönelterek nüfuzlarını ispat etmeyi uygun görürler. Zaten bu olay üzerine de Kâmil Paşa, Sadrazamlıktan azledilerek yerine, eskiden Makedonya’da Müfettişlik yapmış olan Hüseyin Hilmi Paşa tayin edilmiştir.252 Nitekim 31 Mart Vak'ası’nda da görüleceği gibi ayaklanma askerî nitelikteydi ve bir subay hareketinden ziyade çavuş ve nefer seviyesinde cereyan etmiş olması dikkatleri üzerine çeken bir başka durumdu.Zîra bu durum rütbesizlerde başlayan siyasallaşmanın ordunun tabanına indiğinin bir göstergesiydi. Bu ayaklanmanın bastırılması ise yine Selanik’ten gelecek olan Hareket Ordusu tarafından yapılmak istenmesi, ordu içerisindeki siyasileşmenin çok önemli boyutlarını gözler önüne sermekteydi.253 31 Mart Vak'ası’nda, Cemiyet’in duruma hakim olmaktaki beceriksizliği, kanun ve nizamı uygulamadığını ortaya koymuştur. 1909 Nisan’ında asker, siyasetin yanında ikinci derecede önemli bir rol oynamıştı. Aslında Hareket Ordusu’nun yapacağı hareketi Mahmut Şevket Paşa, kendisinin ve emrindeki ordusunun, Cemiyet adına hareket ettiğini değil, kanun ve nizamın koruyuculuğu adına hareket ettiğini söylüyor olması hayli ilginçtir. Zîra koymuş olduğu sıkıyönetim süresinin uzatılmak istenmesi ve gelecekte Sadrazam olması her şeyi gayet iyi bir şekilde izah edecektir. Aslında Hareket Ordusu içerisinde İttihat ve Terakki ile ilgisi olmayan Mustafa Kemâl gibi subaylar da mevcuttu ve ordunun siyasete karışmaması prensibine inanmışlardı. Nitekim onlara göre asker müdahale yapabilirdi fakat hemen sonra ülke yönetimini tekrar sivil yöneticilere bırakmalı görüşün taşıyorlardı. İşte siyasetçilerin başarısızlığı sonucu asker, 31 Mart’ta işe karışmak zorunda kalmıştı.254 Halk henüz Meşrutî bir ortamla yönetilecek olgunlukta olmadığından sivil hayatta bir takım gerginliklerin çıkmasına meydan veriyordu. Bu durum ise ordu içerisine de yansıyordu ve böylece hiçte hoş olmayan müdahaleler doğuyordu. Oysa ordu olayların sonucunu 251
Doğan Avcıoğlu, 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, Cumhuriyet Yay., 1998, s.41. Joan Haslıp, II.Abdülhamid, Çev.Nejdet Öztürk, IQ Kültür Sanat Yay., İst., 2001, s.309. 253 Alkan, A.g.e., s.102. 254 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki, Çev.Nuran Ülken, Sander Yay., İst., 1971, s.76. 252
66
bekleyip müdahale edeceğine, zamanında çözümler üreterek bunu hükümete sunup bir takım sorunları ortadan kaldırabilmiş olsa pekte siyasetle ilgisi olmayacaktır. Bunu gerçekleştirebilmek için de ilk önce kendi bünyesindeki sorunları çözmekle işe başlayarak, daha sonra sivil hayata yönelmesi daha uygun olacağı kanısındayım. III.BÖLÜM: 31 MART VAK'ASI’NIN GELİŞİMİ Önceki bölümlerde de açıklandığı üzere siyasal ve sosyal gelişmeler, Osmanlı Başkentinde meydana gelebilecek bir kaos ortamına yavaş yavaş zemin hazırlamaya başlamıştı. İttihatçıların hükümeti perde arkasından yönetmesi, bazı önemli kişilerin öldürülmesi ve bu duruma ordunun siyasallaşması da bulaşınca, hürriyet havası yerini tedirgin ve tepkili bir havaya bırakmıştı. Şimdi, olayların gelişimine, nasıl başlayıp ne gibi etkiler meydana getirdiğine ve akabinde neler yaşandığına geçmeden önce, o günkü hükümetin durumu hakkında bilgi vermek doğru olacaktır. A- İsyan Öncesinde Hükümetin Durumu 23/24
Temmuz
1908’de
Meşrutîyet'in
ilânı
sırasında
Sultan
II.Abdülhamid’in Padişahlığına itiraz etmemiş olan İttihatçılar, Sultan’ın Meşrutîyet'i benimsemesiyle onun Padişahlığına büsbütün itiraz edemez hale gelmişlerdi. İttihatçılar arzu ettikleri düzene kavuşmuşlardı. Ancak kendileri oldukça genç olduklarından iktidarı bizzat ele almamışlardı. Çünkü aralarında devlet adamı olmadığı gibi, devlet adamı görünüşlü yaşlı bir kişide yoktu.255 1908 seçimlerinin ardından Meclis’te 142 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Musevî, 4 Bulgar, 3 Sırp ve 1 Ulah (Romen) mebus bulunmaktaydı.256 Böylece Meşrutîyet'in ilk günlerinde ülkede ve İttihatçılar arasında genel hava olumluydu ve günlerin güzel geçeceği düşünülüyordu. Ferit Paşa ve kabinesi hükümetten çekilerek yerine Sait Paşa Hükümeti getirilmişti. Ancak çok kısa bir süre sonra, 4 Ağustos 1908’de, Sadaret’i Kâmil Paşa’ya bırakmak zorunda kalmıştı. Çünkü İttihat ve Terakki Cemiyeti, İstanbul’a bir heyet göndererek Sadrazam ve Sultanla görüşerek, kendisini ve Meşrutîyet'i
255 256
Sina Akşin, Jön-Türkler ve İttihat ve Terakki, s.86. Ahmet Emin Yalman, Gördüklerim ve Geçirdiklerim, s.102.
67
güven altın almak için Sait
Paşa’nın çekilmesini istemişti. 257 Bu sırada
Makedonya’daki sonu gelmez karışıklıklar yerini bağımsız Bulgaristan’a bırakmış, Girit’teki sürekli ayaklanmalar sonucu burası da Yunanistan’a katıldığını bildirmiş, Avusturya ise Bosna-Hersek’i kendi topraklarına katmış ve son
olarak
da
Ermeniler
eylemlerini
Adana’ya
kadar
yaymışlardı. 258
Meşrutîyet’ten sonra ne yapacağı bilincinden uzak olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ise sorumluluğu direkt üstüne almayıp, olaylara perde arkasından karışmayı yeğlemişti. Eski yönetim ne tam olarak yıkılmıştı, ne tam olarak yerine yenisi konulabilmişti.259 Kâmil Paşa ise hükümetin ilerleyen günlerinde orduyu, düzenlemek için İngiltere ve Fransa’dan gelecek olan subaylara vermek istemesi sonucu, bunu öğrenen İttihatçıların kabine değişikliği talep ettikleri görülmüştür. Kâmil Paşa’nın Harbiye Nazırlığı’na Nazım Paşa’yı getirmek istemesi ve Ali Rıza Paşa’yı da Mısır Fevkâlade Komiserliği’ne tayini çabaları zaten İttihatçılar tarafından düşürülmek istenen Kabine’ye karşı Meclis’te şiddetli münakaşalar çıkmasına ve güvensizlik oylarıyla da Kabine’nin düşürülmesine yol açmıştı. 260 Nitekim gün geçtikçe muhalefette baskısını arttırmaya başlamıştı. Bu muhalefetin başında ise Sabahattin Bey ve onun peşinden giden “Adem-i Merkeziyetçiler” bulunmaktaydı. Ayrıca çıkarları nedeniyle “Fedakâran-ı Millet” üyeleri, “Ahrar Fırkası”nın üyeleri ve softaların, yani ilmiye öğrencilerinin de yeni düzenden yakınmaları vardır. Nitekim bu öğrenciler askerlik görevinden istisna edilmişlerdi. Bu nedenle birçok taşralı genç askerlik yapmamak için medrese öğrencisi oluyordu. Ancak hükümetin bunları sınava tabi tutmak istemesi onların da muhalefet saflarına geçmesine neden olmaktaydı.261 Ayrıca İstanbul’a hürriyeti korumak amacıyla getirtilen Avcı Taburlarını, hükümetin darbe teşebbüsü olarak nitelemesi ve karşı çıkması sonucu İttihatçılarla ara iyice açılarak yerine Hüseyin Hilmi Paşa ve kabinesinin 14 Şubat 1909’da kurulmasıyla sonuçlanmıştı. 262 İstanbul’da meydana gelen bu hükümet değişikliğine ise Erzurum ve Hasankale
257
Akşin, A.g.e., s.87. Geniş bilgi için bkz., Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, s.407-415. 259 Yücel Aktar, II.Meşrutîyet Dönemi Öğrenci Olayları, s.124,125 260 Cemal Kutay, Bir Geri Dönüşün Mirası, Kazancı Yay., İst., 1994, s.276. 261 Sina Akşin, 31 Mart Olayı, Ank.Ünv.Siy.Bil.Fak. Yay., Ank., 1970, s.234-242. 262 Doğan Avcıoğlu, 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, s.41. 258
68
İttihat ve Terakki Üyeleri tarafından protesto telgrafları gönderilerek umumi efkârın tepkisi dile getirilmiştir.263 31 Mart Vak'ası’ndan bir-iki ay önce Pera Palas Oteli’nde İttihatçılar büyük bir ziyafet vermişlerdi. Burada Meclis-i Mebusan Reisi Ahmet Rıza Bey tarafından muhaliflerin hain olduklarını ima eden konuşmasının ardından İttihatçılara karşı gelenlerin muhalefetlerini artırdığı ve basının iyice gürültü çıkardığı görülmüştür.264 Ayrıca İttihatçılar silah ithalini serbest bırakmışlar ve Sultan’ın ihtiyati tedbir olarak İstanbul’da tuttuğu bazı önemli kişilere tersi uygulamayla görev vermişlerdi. Zîra bu silah ithaliyle bazı çetelerin silahlandıkları görülmüştür.265 Nitekim orduya da hakim olan Harbiye Mektebi mezunu subayların, ordudaki alaylı subay sayısını azaltmak teşebbüsü yalnız alaylıları değil, orduda kalıp yükselmek isteyen erleri de tedirgin etmişti. Ayrıca orduda sert Prusya disiplininin uygulanması askerin şikayetlerine dinî bir rol vermesine neden olmuştur. Düzenini sıklığından dolayı namaz ve hamam gibi ihtiyaçların görülemediği belirtilmişti. Diğer yandan Harbiyeli Subayların, kendilerini Beyoğlu’nun sarhoş edici ortamına kaptırmaları ve siyasete bulaşmaları yüzünden askerle temas kuramadıkları ve onların durumlarından habersiz oldukları ortaya çıkmıştı. Böylece bazı alaylı subayların ve medrese mensubu öğrencilerin bu askerleri yönlendirdiği görülmekteydi.266 Volkan gazetesi de bu askerlerden gelen mektupları yayınlayarak kendisine hisse çıkarmaya çalışıyordu. Ayrıca Mahmut Muhtar Paşa’nın Ordu kışlasına hocaların girip çıkmasını yasaklaması askerlerin dini hissiyatlarında daha da yoğunlaşmasına yol açıyordu. Meşrutîyet'in ilânından 8 ay 21 gün geçmesine rağmen hükümetin karışık bir devirde sorumsuz ve olaylara karşı lakayt kalması halkta da hayal kırıklığı meydana getirmiştir. Hükümetin; Yunan, Bulgar gibi Balkan Çetelerinin isyanları devam ederken İttihatçıların benimsediği “İttihad-ı Anasır” fikrini ön plana çıkartmak istemesi, halkın ve ordudaki erlerin maneviyatına karşı Cemiyet’in laubali davranışı, İstanbul’daki cinayetlerden Cemiyet’in sorumlu tutulmasına karşı sessiz kalınması, Babıâli ve diğer devlet dairelerinde soruşturma sonucu bazı 263
Enver Konukçu, Selçuklulardan Cumhuriyet’e Erzurum, s.348. Akşin, A.g.e., s.27; İsmet Bozdağ, Abdülhamid’in Hatıra Defteri, s.107-114. 265 Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi, Ötüken Neş., C.V, İst., 1994, s.397-399. 266 Akşin, Jön-Türkler ve İttihat ve Terakki, s.121. 264
69
memurların açığa alınması, muhalefet kanadının hükümet aleyhine artmasına sebep oluyordu. Ordudan atılan alaylıların çok sayıda olmaları ve bunların mekteplileri “Kâfir” denilenerek bu gibi ithamkâr sözlerin “Volkan” gibi gazetelerde yayınlanması halkı da iyice kışkırtıyordu.267 Nitekim olayların başladığı esnada Hüseyin Hilmi Paşa ve kabinesi kurtuluşu, isyanın bastırılmasında değil, istifada görmüşlerdi. Mahmut Muhtar Paşa ise emrindeki askerlerle isyanı bastıracak güçte iken, bir-iki çarpışma yaptıktan sonra Alman bayraklı bir vapurla kaçtığı görülecekti.268 Kabine Reisi Sadrazam, Bahriye ve Harbiye Nazırları ile salahiyetli kumandanların hiçbirisi vazifelerini yapma kudretini ve hatta teşebbüste bile bulunma cesaretini gösteremeyeceklerdi. Zaten kabine üyeleri herhangi bir gaye uğrunda tehlikeye göğüs gerebilecek düzeyde insanlar değildi. Dava için iddiaları ve mesuliyet duyguları olmadığından, çıkacak olan ve bazı gelişmelere sahne olacak olan olaylara da seyirci kalacakları görülecektir.269 B- Avcı Taburlarındaki Hareketlilik ve Askerlerin İsyanı Avcı Taburlarının isyan etmesinde çeşitli görüşler mevcuttu. Buna göre birinci olarak bu isyanı Sultan II.Abdülhamid’in düzenlemiş olduğudur. Çünkü parlamento sisteminin, Osmanlı Hanedan yapısına uymadığı ve İmparatorluğu Emperyalist devletlerin emellerine düşürdüğü gerekçesiyle aykırı bulmaktaydı. Ayrıca Sultan’ın Taht’ını korumak ve güçlendirmek için böyle bir işe girişeceği varsayımı da mevcuttu.270 Nitekim Y.Nadi 31 Mart’ı İstibdad’ın geri getirilmesi amacıyla düzenlendiğini belirten yazarlar arasında olmasına rağmen bugün hemen hemen bütün tarih ilmiyle uğraşanlar bu olayda Sultan’ın medhalı olmadığı kanısında hem fikirdirler.271 İkinci olarak İngiliz yanlısı liberalistlerin kendi yanlılarını iktidara geçirebilmek ve İngiltere ile Rusya’nın, Osmanlı’nın denge politikasını engelleyerek, ülke içerisinde uzun bir karışıklık başlatmak istemeleri sayılabilir. Üçüncü olarak ta Musevîlerin yurtluk istemelerinin reddedilmesi üzerine, Sultan’ı taht’tan indirmek için Siyonistlerin ve Masonların telkin ve tahrikleri sayılabilir. Dördüncü olarak ise aşırı taassup içine düşen kesimlerin 267
Tarık Balioğlu, “ Meşrutîyet’in Meşrutîyet’ten Düştüğü Gün”, A.g.d., s.35,36. Süleyman Kocabaş, II.Abdülhamid’in Şahsiyeti ve Politikası, Vatan Yay., İst., 1995, s.415. 269 Celal Bayar, Ben de Yazdım, Sabah Yay., C.I., İst., 1997, s.122. 270 Kutay A.g.e., s.34; W.Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, s.46. 271 Y.Nadi, A.g.e., s.29. 268
70
Tanzimat Fermanı’yla başlayan Batılılaşmayla, Şeriat düzeninin yıkılacağı inancının etken olduğu görüşüdür. Beşinci ve son olarak ta Sultan’ı devirerek, daha ılımlı bir Padişahı taht’a geçirmek amacıyla İttihatçıların bu olayı düzenlediği iddiası vardır. Zîra II.Meşrûtîyet’in ilânından 8 ay 21 gün gibi bir süre geçmesine rağmen Sultan’ın nüfuzunu engelleyemedikleri görülmüştür. Nitekim İttihat ve Terakki’nin boğaz kıyısında, Kandilli’de kurmayı planladığı Kız Okulu’nun Şeriat’a aykırı olacağı, meclis üyelerinin daha dindar olmaya özen göstermemeleri ve Tanin gazetesi yazarı Hüseyin Cahit (Yalçın)’in din hakkında yazdığı yazılar artık işin son haddine dayanmasına neden olmuştu.272 Bundan sonraki bölümümüz olan son IV bölümünde bu konuların,sultanla ve yabancı parmağıyla ilgisi hakkındaki başlıklarımızda, daha ayrıntılı olarak ele alacağımızdan, şimdilik isyan’ın çıkmasında etkili olduğunun bilinmesinde fayda olacağını düşünerekten, olayların başladığı gün olan 13 Nisan 1909’a geri dönebiliriz. İmparatorluk üzerinde entrika ve karabulutların yoğun bir şekilde artığı bir dönemde,daha sonra tarihe 31 Mart Vak'ası olarak geçecek olan isyanın başlamasından
kısa bir süre önce askerlerin hocalarla görüşmelerinin
yasaklanması ve bazı subayların daha da ileri giderek bu askerleri din konusunda sert bir dille uyarmaları,askerlerin içine biriktirdiği kin ve öfkeyi nihayet dışarı vurmuştu.12 Nisan gecesi eski subay ve kışlayla bağlantıları olan sarıklı bir takım medrese kökenli kişilerin askeri kışkırtmaları sonucu meşrutiyeti korumak için Rumeli’nden getirtilen Avcı Taburu ayaklanarak subayların bir kısmını ağaçlara bağlayıp,bir kısmını hapsettikten sonra Sultanahmet’teki meclis binasına yöneldikleri görülmüştü.273 İsyanı ise Hamdi Yaşar adlı çavuş kumanda ediyor ve Hazım Çavuş,bölük emini Mehmet,Tüfekçi ustası Arif Hamdi ve bazı sivil elbiseli kimselerde ona yardım ediyordu.274 Tam bu sırada Y. Nadi bir askerle yaptığı isyan sırasındaki görüşmesinde “Meşrutiyet ilan edilirken, Rumeli’ndeki cinayetler gösterilerek bize katılın, artık bu olaylar olmayacak ve katiller yakalanıp kısas uygulanacak denilerek bizleri hürriyet hareketi içerisine çekmişlerdi. Ancak Meşrutiyet’in ilanından sonra yine faili meçhul cinayetler 272
Hale, A.g.e., s.46; Kutay, A.g.e., s.34; Francis Mc Cullagh, Abdülhamid’in Düşüşü, s.95,96. Y.Nadi, A.g.e., s.34. 274 Ecvet Güresin, 31 Mart İsyanı, s.48; Mc Cullagh, A.g.e., s.67,68. 273
71
artınca bir kısım asker ayaklanmaya katılmayı uygun görmüşlerdir.” diye bilgiler elde etmiştir.275 Avcı taburları isyan etmişti ve bu tabur içerisine sızan sarıklı, cübbeli bir takım kişiler de isyan eden bu askerlere telkinlerde bulunarak onları yönlendiriyordu.276 Oysa ki Avcı Taburu içerisinde mızıkacılık görevinde bulunan Mustafa Turan’a göre asker, ittihatçıların ileri gelenlerin uydurma tahrikleri sonucu isyan etmişti.O’na göre paşa, subay ve er kıyafetlerini giyen, Cemiyetten Bahattin Şakir, Mithat Şükrü ve Ömer Naci gibi birkaç kişinin eski bir asker miğferini şapka diye ileri sürüp askerleri kışkırtmıştı.277 Buna benzer bir olayı da Mizancı Murat Bey, Mizan gazetesinin idarehanesinden yaptığı gözlemle aktarmıştır. Murat Bey isyan eden askerler arasında borazan çalan bir neferin dikkatini çektiğini söylemiştir. Zira bu durumun ilginç yanı ise o askerin yanındaki birisinin ona ne zaman direktif verse borazanı çalmasıydı. İşte bu borazancının yanında giden ve onu kumanda eden kişinin nefer kıyafeti giymiş subay olduğuna hükmetmiş ve ardından kardeşinin oğlunu bu kişinin peşine sokağa yollayarak durumu tetkik ettirmiştir. Yeğeni de gelerek bu kişiyle görüştüğünü ve arkadan gelen bir başka subay daha gördüğünü ve her ikisinin beraber olduklarını, bu durumu da kimseye söylememesi konusunda tembihatta bulunduklarını belirtmiştir.278 Aslında Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa çabuk davranıp harekete geçebilmiş olsaydı, yada çok iyi eğitimli olan Hassa Ordusu harekete geçirilseydi isyancıların sayısı çoğalmadan isyan kısa surede bastırılabilirdi.Ancak isyan haberini alan Hüseyin Hilmi Paşa ve kabinesi mecburiyetten dolayı istifa etmiştir. 279 Nitekim daha sonraları H.Hilmi Paşayla yapılacak olan mülakatta “Asilerin başında Avcı Taburlarını görünce ittihaz olunacak tedbir kalmadığını anladım ve istifa ettim.” diyecektir. Ancak Paşa’nın bu sözleriyle hükümetin müdahale kuvvetinin mi olmadığını, yoksa bu hareketi yapanların cemiyet erkanı mı olduklarını kastettiği anlaşılamamıştır.280 Fakat yinede bu isyan sırasında Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın 275
Y.Nadi, A.g.e., s. 40. Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası, s.30. 277 Mustafa Turan, Bir Generalin 31 Mart Anıları, s.74. 278 Mizancı Murat, II. Meşrutiyet Dönemi Hatıraları, Çev. Celile Eren Argıt, Marifet Yay., İst., 1977, s.238,239. 279 Ali Cevat Bey, II.Meşrutîyet’in İlânı ve 31 Mart Hadisesi, s.36. 280 M.Murat, A.g.e., s.243,244. 276
72
oğlu olan ve o sırada I. Ordu’nun kumandanı olan Mahmut Muhtar Paşa’nın isyanın başlangıcında bastırmak için bazı teşebbüsleri olduğunu da bilmekteyiz. 281 Nitekim tamamen isyancıların karşısında böyle bir müdahalenin diğer vilayetleri de
etkileyeceğinden
olaylar
gidişatına
bırakılacaktır.Şüphesiz
ilerleyen
bölümlerimizde de ele alacağımız gibi Adana’daki olaylar nedeniyle dış devletlerin Osmanlı kıyılarına savaş gemilerini yollamaları tehlikenin boyutlarını gözler önüne serecektir.282 13 Nisan 1909 sabahı güneş doğup ortalık aydınlanınca tramvaylar kalabalıktan hareket edememiş ve isyan eden askerlerin geçişini beklemek zorunda kalmıştır.Tramvayın üzerine çıkan bazı insanlar tekbir getirerek, ezan okudukları görülmüştür.283 Ayrıca bazı ulema da nasihat amacıyla meydanda telkinlerde bulunuyorlardı. Hatta S.Mahmut türbesi civarından bir hoca silah zoruyla olaylara çekilmek dahi istenmiştir. Şair ve edip olan Hayret Efendi ve Padişahın ders vekili Hoca Halis Efendi
de zorla meydana getirilenler
arasındaydı.284 Volkan gazetesinin kurucusu olan Derviş Vahdeti ise askerler arasında yeşil sarıklı kıyafetiyle dolaşarak propaganda yapıyordu. İlk gösterisini on gün önce Ayasofya’daki Mevlit’te yapmıştı ve şimdi de bu isyanda boy gösteriyordu. Yine isyan sırasında Enderunlu Lütfi’yi de Mizancı Murat Bey’e göndererek ondan, daha sonra ne yapılması konusunda bilgi danıştığı ve gazetesini de dağıtarak “Padişahım çok yaşa!” diye bağırdığı da bilinmektedir. 285 Daha sonraları bu olayların sorumlusu olarak Divan-ı Harpte yargılanacak olan kişilerden biri olan Hoca Rasim adlı kişi de Ayasofya meydanını dolduran kalabalıklar arasında dolaşıp, propaganda yapmış ve asi askerlerin isteklerinin meclise veya sorumluluk alacak kişilere iletilmesinde görev yapmıştır.286 Nitekim Fuat Talat’a göre asker kaçaklarının askerlik yapmayıp salahiyetleri olmadığı halde başlarına sarık sarıp ulema gibi görünerek bu isyana katıldıkları ve meşrutiyeti yıkmaya çalıştıklarını belirtmektedir.287 Ayrıca İkdam, Osmanlı, Volkan, Mizan ve Serbesti gibi gazetelerde ayaklananlardan yana tavır 281
Rifat Uçarol, Bir Osmanlı Paşası ve Dönemi, Milliyet Yay., 1976, s.297. Y.Nadi, A.g.e., s.74. 283 O.Selim Kocahanoğlu, Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı, s.146. 284 Y.Nadi, A.g.e., s.40. 285 Cemal Kutay, 31 Mart İhtilalinde Sultan Hamid, s.117; Kocahanoğlu, A.g.e., s.152. 286 Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa, C.II, s.141; Babanzâde İsmail Hakkı, “Cehennemi Bir Gün”, Çev. Meral Bayülgen, Toplumsal Tarih Dergisi, 2004, Sayı.4, s. 96. 287 Fuat Talat, 31 Mart İrtica, Türk Matbaası, İst., Hicri.1327, Miladi.1911, s.12. 282
73
almaktaydılar.288 İsyancılar ise İttihat ve Terakki’nin Şeref Efendi sokağındaki binası ve eski Mülkiye Mektebi binası karşısındaki Tanin gazetesi ve Şura-yı Ümmet gazetelerinin idarehanelerini taşlamışlardı. Telgrafhaneleri zaptetmiş olmalarına
rağmen
yine
de
hadisenin
diğer
vilayetlere
duyurulmasını
engelleyememişlerdi.289 Bu olaylar esnasında askerler tarafından en çok Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa aranıyordu.Bunun nedeni ise, o güne kadar askere alınmayan ve hepsi medreselerde yığılan 20 ila 30 yaş arasındaki ulema-öğrencileri için askerlik muafiyetliği nedeniyle bir imtihana tabii tutulmalarını istenmesiydi. 290 Hüseyin Cahit’e göre bu olayda İstanbul’daki Hassa Ordusu Kumandanı Mahmut Muhtar Paşa’nın yeni rejime bağlılığı, cesareti, iktidarı ve asker üzerindeki nüfuz ve itibarı olmasına rağmen herhangi bir müdafaada bulunmaması da hayret vericidir.291 Yine Fuat Talat “Şeriat isteriz” diye ayaklananların sabahlara kadar Ayasofya önünde rakılar içerek sarhoş olduklarını, halkın evladının ırz ve namuslarına dokunduklarını belirtmektedir.292 Oysaki Fuat Talat bu olayı evine gelen bir misafirden öğrenir ve tedbir alıp saklanmak yolunu tercih eder. Nitekim olayları gözlemleyen ve bizzat olayların içinde olan İngiliz gazeteci Fransis Mc Cullagh’a göre ise, askerler oldukça terbiyeliydi ve terbiyeli olduğu kadar sivil Osmanlıya, yabancıya ve hiçbir kadına ilişmemişlerdi. Ayrıca ayaklanan askerlerin eğer Hıristiyan askerleri gibi çoğu sarhoş olsaydı, İstanbul’da durumun daha vahim olacağını bizlere aktarmaktadır.293 İsyankâr askerler kendilerine yapılacak telkinler neticesinde sokaklardaki Müslüman ve gayrimüslim olan halka, rastladıkları yerde, korkmamaları için teminat veriyorlar ve yabancı elçiliklerin kapılarına da nöbetçi koymayı ihmal etmiyorlardı.294 Nitekim eğer isyancılar dinsel tutuculuk yönünden isyan etmiş olsalardı, Ahrar Fırkasından olan Hıristiyan mebusları da öldürmeye teşebbüs ederlerdi. Oysa ki daha sonra da göreceğimiz gibi hepsi Müslüman liderleri hedef alacaklardır. Ayrıca istediklerine de baktığımızda hiç tanımadıkları kişileri mebus olarak görmek istemeleri ise hayli ilginçtir. Yine isyan sırasında “ Şapka giyenleri 288
Akşin, 31 Mart Olayı, s.54. Ekrem Yalçınkaya, Tanzimat Devri ve Ondan Sonraki 20. Asırda Türkiye, Cumhuriyet Matbaası, İst, 1946, s.110. 290 Aydemir, A.g.e., s. 129. 291 Hüseyin Cahit, “ 31 Mart’ın Provası ve Kendisi”, Yakın Tarihimiz, s.137. 292 F. Talat, A.g.e., s.11. 293 Mc Cullagh, A.g.e., s.57. 294 Bayar, A.g.e., s.101. 289
74
incitmeyelim” diye aralarında yapılan telkinler de oldukça dikkat çekicidir. 295 İşte isyanın tam gelişme gösterdiği anda askerlerin meclisten, isteklerini ve niyetlerini görmekteyiz. Bunlar ise; -
Alaydan yetişmiş subayların dışındaki subayların, yani mekteplilerin ordudan uzaklaştırılmasını istiyorlardı. Bunu istemelerinin sebebine gelince Ali Cevat Bey şöyle aktarmaktadır: “Padişahın iradesini Ayasofya Meydanı’nda okuyup meclise telgraf çekmek için geldiği sırada telgraf odasının koridorunda dolaşırken bir askerin 'Babalığa söyle subayların kendi ırzlarına, namuslarına, dinlerine küfrettikleri ve üstelik dayak attıklarını' söylemesi” isyancı askerlerin bu isteğini izah eder duruma getirmektedir.296
-
Hükümetin şeriat uyarınca davranacağına dair güvence istiyorlardı ki, Şeyhülislâm’la beraber Başkâtip’in Ayasofya Meydanı’nda okudukları irade ile bu güvence de veriliyordu. Bunu istemelerinin sebebi ise Mahmut Muhtar Paşa’nın askerler ile hocalar arasındaki ilişkileri yasaklatması, bazı subayların dini konuda baskı yapmaları ve bazı mebusların dindar olmaya özen göstermemeleri olarak sayabiliriz.
-
İsyana katılanlar için de af çıkarılmasını istiyorlardı. Bu istemelerinde ise, içlerinden hiçbirinin neden orada bulunduklarını, neden açık açık başkaldırma cesaretine giriştiklerini açıkça kendileri de bilmediklerinden ve gelecekleri hakkında da tereddütleri olduğundan böyle bir istekte bulundukları görülmekteydi.297
-
Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa ve I.Ordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşa’ nın görevden alınmasını, Meclis Reisi Ahmet Rıza Bey, Talat Bey, Hüseyin Cahit Bey ve Rahmi Beyler gibi kişilerin de Başkent’ ten uzaklaştırılmasını istiyorlardı. Ayrıca Şura-yı Ümmet’in imtiyaz sahibi Bahaeddin Şakir Beyin de isine son verilmesini istiyorlardı.298 Zîra askerler bu istekleriyle de belki
İttihat ve Terakki
Cemiyeti’ni, iktidardan uzaklaştırmak istiyorlardı. Ayrıca Mahmut Muhtar Paşa’ nın ufak tefek, isyanı bastırmaktaki girişimleri sonucu Bayezîd 295
Mc Cullagh, A.g.e., s.62. Ali Cevat Bey, A.g.e., s.52. 297 Mc Cullagh, A.g.e., s.90-92. 298 Y.Nadi, A.g.e., s.36; İsmail Hakkı, “Cehennemi Bir Gün”, A.g.d., s. 96. 296
75
Meydanı’ndaki askerlerin üzerine ateş ettirmesi, onların iyice tahrik olmasına ve böyle bir istekte bulunmasına yol açmıştı.299 Bu isteklerde de görüldüğü gibi askerler niçin bu isyana katıldıklarını pek bilememektedirler. Sadece hissiyatlarıyla hareket ediyorlardı. İsyan şeriatı korumak amacıyla çıkmıştı ama bu görüntüden ibaretti. Çünkü askerler isyana farkına
varmadan
katılmış
ve
tamamen
duygularının
esiri
olarak
yönlendirilmişlerdi. Zaten isyandan sonra Harbiye Nezareti’nde bir arzuhal yazarak, olaylara yapılan propagandalar sonucu katıldıklarını ve pişman olduklarını bildirmişlerdir. Bu isyan sırasında gerginleşen ortamı yatıştırmak görevi ise yine ulemaya mensup kişilerin oluşturduğu Cemiyet-i İlmiye ve Heyet-i Müttefika-i Osmaniye üyelerine düşmüştü.300 Meşrutîyet'in şeriat’a uygunluğu konusunda beyannameler yazılarak yayınlama ihtiyacı duyulmuştur.301 Hatta bu beyannamede medrese öğrencilerinin ıslahı için Sultan tarafından Onbin lira kadar da tahsisat verileceği belirtilmiştir. Sonuçta bütün bu gayretler ve Ayasofya Meydanı’nda Padişah iradesinin okunmasından sonra, şeriat’ın varlığı ve Sultan’ın bu emirleri yerine getiren kişi olduğu belirtilmesiyle askerler yatışmışlardı. Müşir Ethem Paşa’nın Harbiye Nezareti’ne atanması, Padişah’ın isyan eden askerleri affettiğini bildirmesi ve din ile şeriat’a kimsenin dokunamayacağının ilân edilmesiyle askerler iyice rahatlayıp kışlalarına geri dönmeye başlamışlardı. Geri dönerken de zafer elde etmiş edasıyla havaya ateş etmeleri bir çarpışma çıktığı zannıyla Saray’da dehşet havası uyandırmıştır.302 Sultan II.Abdülhamid’i ise bu olayların ardından kötü bir sonun başlangıcı bekliyordu. Zîra Sultanın, hükümet yetersiz kalınca bu olayda kan dökülmesini engellemek için askerlerin isteklerini kabul etmesi sonucu, askerlerin ona bağlanmasına ve bu olayların onun tarafından çıkartıldığı iddialarına destek sağlamasına neden olacaktır. Bunun sonucunda ise “Hal” edilmesi kaçınılmaz olacaktır. C- Öldürme Vak’aları ve Saray’ın Tutumu 299
Ali Cevat Bey, A.g.e., s.52,53 Y.Nadi, A.g.e., s. 70. 301 Daha geniş bilgi için bkz., Ahmet Mehmetefendioğlu, II.Meşrutîyet Döneminde Osmanlı Hükümetleri ve İttihat ve Terakki, 9 Eyl.Ünv.Atatürk İlke ve İnk.Tarihi Ens., İzmir, 1996, s.56; Y.Nadi, A.g.e., s.71. 302 Ali Cevat Bey, A.g.e., s. 54-56. 300
76
İsyan sabahı askerler, toplantı halindeki meclis salonuna girerek Hoca Rasim aracılığıyla, daha önce bahsettiğimiz isteklerini dile getirmişlerdi. Buna karşın mebuslar da genellikle can korkusuyla, kısmen de samimiyetleriyle askere karşı yumuşak davranmak zorunda kalmışlarıdır. 303 Ancak yine de askerler arasında kışkırtıcılık yapanlar bulunduğundan birkaç kişi özellikle aranmaktaydı ve görüldüğü yerde de öldürüleceklerdi. Bu sıralarda Adliye Nazırı Nazım Paşa ile Bahriye Nazırı Topçu Rıza Paşa, Saray’ın emri üzerine meclise davet edilmişlerdi. Nazım Paşa Sadarete, Rıza Paşa’da Harbiye Nezareti’ne tayin olacaklarını umarak arabaya binip tekrar meclise gitmişlerdi. Ancak Rıza Paşa, askerlerin köprübaşını tuttuklarını görünce Sirkeci İskelesi’nden kayıkla Beşiktaş’a geçmek amacıyla arabacısına tembihatta bulunmasına rağmen güya arabacı hayvanları zaptedemeyerek Yeni Cami tarafına sapmıştı. Köprüye vardıklarında ise askerler onları meclise sevk etmeleri üzerine meclis binasının önüne gelmişlerdi. Dış kapıdan içeriye gireceklerken bir askerin silaha davranması üzerine Rıza Paşa ayağından yaralanmış, Nazım Paşa’da kalbinden vurularak ölmüştür. Masum yere katledilen Nazım Paşa’nın, Meclis Reisi Ahmet Rıza Bey’e benzetilerek vurulduğu söylenmişse de; Nazım Paşa uzun boylu, Ahmet Rıza Bey’de kısa boylu olduğundan bu benzetmenin biraz şüpheli olduğu aşikardır.304 Sonuçta bu olayı öğrenen Ahmet Rıza Bey’in, Sultan’ın kız kardeşi Naile Sultan’ın Ortaköy’deki köşküne götürülmesi için Arif Hikmet Paşa’ya bildirilmiştir. Fakat Arif Hikmet Paşa’da Ali Cevat Bey’e, Ahmet Rıza Bey’i kendi evine götürmesini teklif etmişti. İlk gece onun evinde kaldıktan sonra, başka bir dostunun evine giderek, isyan süresince saklanmak ihtiyacını hissetmiştir.305 İsyan sırasında diğer öldürülenlere baktığımızda üzüntü veren bir durumla karşılaşmaktayız. Çünkü öldürülenlerin çoğu masum yere öldürülmüşlerdi. Askerlerin de burada oldukça kışkırtılmış bir şekilde hareket ettikleri ve sayısı beş, onu geçmeyen bu vakalarda oldukça ön yargılı davrandıkları görülecektir. Yine bu isyan havası içerisinde toplananları dağıtmak amacıyla Davutpaşa’dan bir süvari bölüğü getirtilmişti ve bu bölüğün kumandanı Rum asıllı 303
A. Turan Alkan, II.Meşrutîyet Devrinde Ordu ve Siyaset, s.101; Ali Cevat Bey, A.g.e., s. 50. Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, T.T.K. Yay., Ank., 1951, s.26. 305 Ali Cevat Bey, A.g.e., s. 55.; Balioğlu, A.g.m., s. 37. 304
77
Yüzbaşı Romelyus Ispatari olması da kötü bir rastlantıydı. Bu yüzbaşıyla beraber Mekke Emiri Şerif Abdülmüttalip Efendi’nin torunu olan ve Hz. Muhammed’in soyundan gelen Şerif Sadık Paşa’da öldürülmüşlerdi. Ayrıca Mirza Sadık Paşa’nın soyundan olan Muzaffer Bey’de, Bayezît Meydanı’nda askerlere nasihatlerde bulunması boşa çıkacaktır ve öldürülmesine neden olacaktır.306 Mülazım İlyas adında bir ordu mensubu ise Avcı Taburlarından bir müfrezeyi geri çevirmek teşebbüsünde bulunduğundan öldürülmüştü. Şerif Sadık Paşa’nın Kâtibi Esat Bey, Süvari Mülazımı Mümtaz Bey, Süvari Mülazım-ı Evveli Yusuf ve Nurettin Beylerin de hayatlarına kastedilerek öldürüldükleri görülmüştür.307 Genç mektepli bir subay olan Teğmen Selim’de köprü üzerinde öldürülmüştür. 308 Yine mebuslar arasından da Lazkiye mebusu Mehmet Şekib Arslan Bey’de, Tanin gazetesi yazarı Hüseyin Cahit Bey’e benzetilerek öldürülmüştü.309 Bu olay üzerine ise Hüseyin Cahit Bey, Cavit
Bey’le birlikte Rus Konsolosluğu’na sığınmak ihtiyacı
hissetmişlerdir. Yine buranın yardımıyla ayarlanan bir Rus ticaret gemisine binerek Odesa’ya, oradan da Selanik’e kaçmış olmaları dikkat çekici bir başka olaydır. Hüseyin Hilmi Paşa’da kaçıp saklananlar arasındaydı.310 Bu isyan sırasında bir başka öldürme olayı vardır ki, oldukça vahim, oldukça acıklı bir olaydır. Sultan II.Abdülhamid ve II.Meşrûtîyet dönemiyle ilgili yazılan bir çok roman ve senaryolara da konu olan Ali Kabulî Bey’in öldürülmesidir. Biz bu olayla ilgili yeni bir bulgu ortaya koymamakla birlikte, var olan bilgileri daha net bir biçimde ele almaya çalışacağız. Nitekim daha 31 Mart’ın ilk gününde Prens Sabahattin’in tertiplediği ve bazı deniz subaylarının da katılımıyla Hamidiye Kruvazöründe yapılan bir toplantıda Hamidiye Süvarisi Vasıf Bey “İsyan hareketi eğer Meşrutîyet aleyhine bir vaziyet alırsa, diğer arkadaşlarla mutabık kalındıktan sonra Yıldız Sarayı’nı topa tutar ve yakarız!” diye bir söz söylemesi, bunun Ali Kabulî Bey’in üzerine yıkılmasına yol açmıştı.311 Asar-ı Tevfik adlı geminin baş tarafıyla Saray’ı, kıç teret topuyla da Seraskerlik dairesini topa tutacağı isyancılar arasında söylenti olarak dolaşmaya 306
Kocahanoğlu, A.g.e., s.148. Galip Paşa, “31 Mart Vak'ası”, Tarih Mecmuası, Ağustos-1966, Sayı.7, s.20; Mustafa Baydar, 31 Mart Vak'ası, s.28. 308 Tansu, A.g.e., s. 33; Aydemir, A.g.e., s. 136. 309 Daha geniş bilgi için bkz., Babanzâde İ. Hakkı, “Cehennemi Bir Gün”, A.g.d., s.99. 310 Mehmetefendioğlu, A.g.e., s. 55. 311 Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, C.IV, s.152. 307
78
başlamıştı. Daha sonra Abanalı Osman Çavuş adlı birisi Harb Gemisine giderek buradaki askerleri kışkırtmış, Rizeli Er Enis’te Ali Kabulî Bey’i zırhlıdan çıkarıp asilere teslim etmiş ve ardından da sebze arabasıyla Yıldız Sarayı’nın önüne götürülmüştür. Divrikli İsmail adlı kişi de isyan eden askerlerin önüne düşerek onları tahrik etmiş, İnebolulu
Er Yakup ise silahla Ali Kabulî Bey’i Yıldız
Sarayı’nın bahçesine sokmuş ve Ünyeli aşçı olan Mehmet ise el ve ayaklarını bağlamışlardı. Rizeli er olan Osmanoğlu Hasan ise Ali Kabulî Bey’i ilk süngüleyip kanını akıtmakla olaya karışmışlardı.312 Nitekim Saray önünde Sultan II.Abdülhamid askerlere ne istediklerini sorunca, onların da, Ali Kabulî’nin Saray’ı topa tutacağını söylemişlerdi. Padişah ise Binbaşı olan Ali Kabulî’den bu emri kimden aldığı sorusuna -çok gariptiraskerlerin cevap vermesi üzerine “O adamı bana teslim edin. Ben tahkik ederim.” demiştir. Ve orada Paşalara, Ali Kabulî’yi, korunması amacıyla karakola götürmelerini söylemiştir.313 Fakat ne olduysa işte bu sırada oldu ve gözü dönmüş asiler tarafından kasatura ile Ali Kabulî Bey orada katledilmiştir. Saray muhasiplerinden Şöhreddin Ağa, geçmiş zamanda Ali Kabulî Bey’in gemisinde çalıştığı için, derhal Saray’dan çıkıp koşarak can vermekte olan Ali Kabulî Bey’in ağzına su akıtmak istemişse de asiler ona izin vermemişlerdi. Ali Kabulî Bey’in öldürüldüğü gün, Sultan hiçbir zaman bu kadar üzüntülü ve bezgin görülmemiştir. Ayrıca pencerenin önüne getirilen Ali Kabulî Bey’i, fesini geriye doğru itip, ayağını pencerenin kenarına dayayarak karşılamamış, ve “Onu alın götürün.” yahut “Git!” manasına gelen elinin tersiyle de herhangi bir harekette bulunmamıştır. Zaten Ali Kabulî Bey’in pencere önüne kendisi gelmemiş, oraya askerler tarafından sürüklenip, tartaklanarak getirilmiştir. Sultan’ın kişiliğine de aykırı olan bu davranışlarla kötü hale getirilen Ali Kabulî Bey’i, Sultan görünce üzülmüş ve “Allah aşkına bırakınız çocuklar. Bana bağışlayınız. Bir suçu varsa tahkik sonucu öğreniriz.” diye telkinlerde bulunmuştur. Fakat yine de sözünü dinletemediğini görünce “Artık bunlar asker değil; yeniçeri, asi olmuşlardır.” diye buyurmuştur.314
312
Cevat Rifat Atilhan, Bütün Çıplaklığıyla 31 Mart Faciası, s.151-154. Ali Cevat Bey, A.g.e., s. 60. 314 Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, s.142,143; Ali Cevat Bey, A.g.e., s. 60. 313
79
Bütün bu olanlar sonucunda ortalıkta pek çok dedikodu dolaşmaya başlamıştı. Nitekim Peyk-i Şevket zırhlısında asker, subaylarını gemi direklerine asmış, Mesudiye Zırhlısı’nda da zabitler birbiri ardına katledilmişler, Bahriye yok olmuş, subayların ölü veya yaralı olduğuna bakılmaksızın çöp arabalarıyla Yıldız Sarayı’na taşınıyor, Galata ve Beyoğlu Semtleri’nde ise katliam ve yağma hareketleri bekleniyormuş gibi bir çok söylentiler, o hava içerisinde, yaşanan olaylardan daha çok tesir etmiştir.315 Bütün bu yaşananların hemen başlarında Saray, hükümet aracılığıyla olaylara karşı esaslı ve şiddetli bir tedbir alınmasını uygun görmüş, ancak asayişin de sağlanması için hiç kimsenin rencide edilmemesini tembih etmiştir. 316 Sultan, askerlerin isyan ettiğini geceden öğrenmiş ve tam bir sükunet ve tarafsızlıkla hadiselerin gidişatını beklemeye başlamıştır. Zaten II.Meşrûtîyet’in ilânında, Padişah hürriyete bağlı kalacağına dair yemin ettirildiğinden olaylara müdahale etmek istememiştir. Çünkü bu ayaklanma başarıya ulaşırsa kendisi “Hal” edebilirdi. Nitekim Mahmut Muhtar Paşa’nın, ayaklanmanın başlangıcında silahla karşı koymak istemesini kesinlikle reddederek “Katiyen Tebaam arasında kan dökülmesini istemem. Hadise sulh yoluyla halledilmelidir.” diye emir vermiştir.317 Askerlerin, Meclis’in etrafını sarmaları üzerine, Kastamonu Mebusu Yusuf Kemal, Ergiri Mebusu Müfid Bey ve İşkodra Mebusu Esat Paşa’dan oluşan bir heyet Saray’a gönderilerek Sultan’ın Meclis’e gelmesi istenmişti. Fakat Sultan’ın
can
güvenliği
nedeniyle,
Şeyhülislâm’a
verilen
ve
asilerin
affedildiklerini belirten irade, Ali Cevat Bey aracılığıyla gönderilerek, askerlerin dağıtılması için çaba sarf edilmesi istenmişti.318 Saray içinde ise Padişah bir hareme geliyor, bir Selamlık denilen yere çıkıyor, Başkâtip’le ve Mabeyincilerden Rıza Bey’le görüşüyor ve olayları anlamaya çalışıyordu. Olayları ise yorgan kavgası
olarak
niteleyip,
bu
işin,
kendisinin
tahttan
indirilmesiyle
sonuçlanacağından emin olduğu için de, feragat etmek istediğini Sadrazam olan Tevfik Paşa’ya söylemiştir.319
315
Alkan, A.g.e., s. 101. Mehmet Tevfik Bey, Hatıralar, Çev.F.Rezan Hürmen, Arma Yay., İst., 1993, C.II, s.19. 317 Tansu, A.g.e., s. 31,32. 318 Ali Cevat Bey, A.g.e., s.48,49. 319 Osmanoğlu, A.g.e., s. 142. 316
80
Burada bir konu dikkatimizi çekmektedir ki; o da, Sultan’ın I.Meşrutîyet'in ilânı sırasında Said ve Kâmil Paşa’larla görüşüp, onların görüş ve önerilerini dinlerken, bu olayda onlarla görüşmeyi bile aklından geçirmemiştir. 320 Sadece ayaklananların
yatıştırılmasında
ve
isyancıların
isteklerinin
Meclis’e
sunulmasında ulema seferber edilmiştir. Nitekim bu tedbir usulünü, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişinde de göreceğiz.321 14 Nisan 1909’da yeni bir kabine oluşturulması için Tevfik Paşa’ya ferman verilmiştir. Bu yeni kabinede ise Sadrazam Tevfik Paşa, Şeyhülislâm Ziyaettin Efendi, Harbiye Nazırı Ethem Paşa, Bahriye Nazırı Emin Paşa, Hariciye Nazırı Rıfat Paşa, Evkaf Nazırı Halil Himade Paşa, Ticaret ve Nafia Nazırı Gabriel Efendi, Maarif Nazırı Abdurrahman Şeref Efendi, Maliye Nazırlığına ise Tekaüt Sandığı Nazırı Nuri Bey gibi kişilerin olduğu görülmektedir.322 Bu kabinenin ilk icraat olarak; 31 Mart Vak'ası’nın meydana getirdiği olayları ortadan kaldırmak, İstanbul’un asayişini sağlamak, Dîvan-ı Harb’i kurarak öldürülme olaylarının faillerinin cezalandırılmasını sağlamak, Hareket Ordusu’nun İstanbul üzerine yürümesini engellemek ve daha sonra da ele alacağımız Adana ve diğer yörelerdeki olayların suçlularının yargılanarak cezalandırılmasını sağlamak gibi programlar tespit edilmişti. Fakat bu hükümeti İttihat ve Terakki’nin İstanbul merkezi müdürü gayri meşru olarak görmüştür.323 Saray’da, Sultan II.Abdülhamid isyan sırasında telaşlı olmasına rağmen, isyancı askerlerin yatıştırıldığı haberi gelince oldukça rahatladığı görülmüştür.324 Zîra bu gergin ortam içerisinde isyan edenlerin, bir kere o yerin sahibi olarak algılarsak, yatıştırılması olanaksız olarak görülmekteydi. Eğer bir de içkili olsaydılar durum daha farklı olabilirdi. Ayrıca isyancılar terbiyeliydiler ve hiçbir sivil vatandaşa dokunmamışlardı. Yağma olanağı ellerine geçmesine rağmen de bundan sakınmışlar, Osmanlı Bankası’nı bekleyen erleri isyana davet ettikleri ve karşılığında olumsuz cevap aldıkları halde, onlara kızmamışlar ve bankayı da soymaya kalkmamışlardır. Hatta asi askerler, karakollardan kaçmak için çalışan mahpusları bile engelledikleri görülmüştür.325 320
Kocahanoğlu, A.g.e., s. 164. Akşin, A.g.e., s. 233. 322 Kazım Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti, s.442. 323 Türkgeldi, A.g.e., s. 29. 324 Ali Cevat Bey, A.g.e., s. 55. 325 Mc Cullagh, A.g.e., s. 104,105. 321
81
Sultan II.Abdülhamid her ne kadar hareketin başlangıcında etken olmamışsa da, tahtını korumak için askerlerin isteklerini kabul etmek zorunda kalmıştı. Yapılan bu işbirliği Sultan’ın olayla da ilgisi olup, sorumlu tutulmasına neden olmuştur. Nitekim muhalefet tarafı da kendisini temize çıkarmak için, İttihatçılar da 1908 Temmuzunda yapamadığı Sultan’ı taht’tan indirme işinde, bu olayı kullanarak gerçekleştirmek isteyeceklerdir.326 D- Erzincan ve Erzurum’daki Olaylar Esasen buralardaki yörelere baktığımızda 1877-78 Osmanlı – Rus Savaşı’nın ardından bir yoksulluk söz konusuydu. İklim şartlarının elverişsizliğine ve coğrafi şartların olumsuzluğuna bir de ağır gelen vergiler eklenince, bütün bu sebepler altında ezilen halkın, bir isyana katılmaları imkân dahilinde görülüyordu. Nitekim 13 Nisan’da İstanbul’da olayların patlak vermesinin hemen ardından bu bölgelerde de olayların çıktığını görmekteyiz. Erzincan’daki olaylar kışladaki erlerin hareketiyle son bulmuşsa da, Erzurum ve Dersim taraflarındaki hareketlere halkın da katıldığı görülmüştür. İstanbul’da isyan çıktığı sıralarda buradaki asiler birkaç kişiyi göndererek, Anadolu Ordusu’ndaki bazı çavuşları elde etmeye ve onları da ayaklanmaya katılmaya hazırlamışlardı. Anadolu Ordusu’nu elde etmek istiyorlardı. Zîra bu şekilde Rumeli’den gelenlere ancak karşı konulabilirdi. Erzincan’da ise biri topçu, diğeri piyade birlikleri olmak üzere iki büyük kışla bulunuyordu. Zaten isyanın da bu topçu kışlasındaki Batarya Bölüğü’nde başladığı görülecektir. Buradaki çavuş ve erler, dini duyguları galeyana getirtilerek ateşe sürüleceklerdi. Erzincan’daki bu isyan sırasında, durumu öğrenen Basri Bey adındaki birlik komutanı ihtiyatlı davranmak yerine, derhal bulunduğu yerden sipere yatarak mukavemet etmeye başlamıştı. Yine aynı bölükte subay olan Kemalettin Sami Bey ise apoletlerini sökerek isyancılara katılmış ve bir nevi isyancıların lideri durumuna gelmişti. İlk etapta askerlerin, onu kendi saflarına katmadığı görülmüşse de, K. Sami Bey onların itimadını kazanarak böyle bir girişimde bulunduğu bilinmektedir. İsyancı gibi görünmesine rağmen isyan esnasında karşılaştığı Mürsel Bey ve Fahrettin Altay Paşa’ya Fransızca olarak “Buradan savuşun, tehlike var!” diyerek belki de olayları kontrol altında tutuyor ve faydalı 326
Korkmaz Alemdar, İstanbul(1875-1964), Türkiye’de Yayınlanan Fransızca Gazetenin Tarihi, Ank., 1978, s.117.
82
oluyordu. Daha sonra askerler Mareşallik önüne gelince, İbrahim Paşa onlarla konuşarak, askerleri Cuma Namazı’na davet ederek “Gelin orada görüşelim” diyerek dağılmalarını sağlamıştır.327 İbrahim Paşa, Cuma Namazı’ndan sonra meydanda toplanan askerlerle konuşmaya başlamış, fakat aralarında bir anlaşma olmayınca da bir Başçavuş’un elindeki filintayı İbrahim Paşa’nın göğsüne çevirerek, onu tehdit etmiştir. İbrahim Paşa ise çavuşa küfredip, onu kırbaçlayarak daha sonra tekme tokat dayak atmıştır. Bu davranışı ile İbrahim Paşa hem kendi hayatını kurtarmış, hem de çevresindeki asi askerlerin ürkmesini sağlayarak, onların üzerinde manevî bir hakimiyet elde etmiştir.328 Zîra eğer İbrahim Paşa, kendisine doğrultulan bu silahtan korkmuş olsaydı, isyan, Erzincan’daki IV.Ordu’nun bütününe yayılacaktı ve Hareket Ordusu geldikten sonra da bir iç harp bile çıkabilecekti. Neyse ki olaylar fazlaca geniş bir kitleye yayılmadan önlenmiş ve ertesi gün isyan eden askerler, piyade kışlasının meydanına davet edilmişlerdir. İsyancılar karargâh önünde toplandığı esnada ihtiyaten, Merkez Taburu’nca etrafları sarılarak silahları ellerinden alınmıştır.329 Meydanda ise müftü, bütün subaylar,
ulema,
muallimler,
şehrin
ileri
gelenleri
ve
belediye
ricâli
bulunmaktaydı. İbrahim Paşa’nın talimatıyla müftü, huzurundaki herkesi tövbe ettirerek olayların son bulmasını sağlamıştı. İsyana ön ayak olanlar ise Kemalettin Sami Bey’in, Mareşal’e verdiği bilgilerle tutuklanarak prangaya vurulmuşlardır. Tam bu olayların akabinde Dersim Bölgesi’nde eşkıyalık hareketleri duyulmuş ve İbrahim Paşa görevlendirilmiştir. O’da Erzurum’dan Piyade Alayı’nı takviye olarak istemişti. Fakat Erzurum’da da isyan bu sırada patlak vermişti.330 Erzurum’daki yaşananlara geçmeden önce bu bölgedeki daha önce var olan 15 Mart 1906’daki isyan hakkında kısa bilgi vermek yerinde olacaktır. Nasıl ki; İstanbul’daki 31 Mart Vak'ası öncesi bir takım hazırlayıcı sebepler var olmuşsa, Erzurum’daki olaylarda da hazırlayıcı bir takım etkenler mevcuttu. Zîra buradaki isyanlara sadece askerlerin değil, halkın da destek verdiği görülmüştür. 1906 yılında çıkan Erzurum isyanı, nitekim diğer bölgelerden ayrı bir karakter taşımaktaydı. Bir takım tarihçilerin ifadelerine göre Anadolu’daki en 327
Taylan Sorgun, İmparatorluktan Cumhuriyet’e, Kamer Yay., İst., 1998, s.40-43. Bayar, A.g.e., s. 120. 329 Güresin, A.g.e., s. 60. 330 Sorgun, A.g.e., s. 43,44. 328
83
büyük ayaklanmaydı. Bu isyanda ise; Osmanlı Devleti’nin Rusya ile yaptığı 187778 Savaşı’nda Doğu Anadolu’nun ağır bir bedel ödemesi etken görülmekteydi. Zîra bu savaş sonunda ekonomik buhran ortaya çıkmıştı ve Doğu’nun kilidi olarak adlandırılan Erzurum’da halk, yoksulluk içerisine düşmüştü. Ayrıca asker ve memur da maaşlarını geç almaktan şikayetçiydiler. İttihatçılardan yana olan “Can Verir” teşkilatı aracılığıyla bu şikayetler İstanbul’a bildirilerek; şahsi, hayvanat ve ehliye gibi vergilerin kaldırılmasını talep etmişlerdi. Bir cevap alınamayınca da yoğun bir katılımla olay isyan hareketine dönüşmüştü. Birkaç vali değişiminden sonra, en son Musul Valisi Abdülvehhap Paşa buraya gelerek, Yozgat ve Karacahisar’dan sevk edilen askeri kuvvetle sükuneti sağlamıştı. 31 kişi bu olaydan sonra mahkemeye sevk edilerek; bir kaçı idama, bir kaçı Sinop Kalesi’ne sürgüne ve bazıları da hapishanede mahkum edilerek olayların bastırıldığı görülmüştür.331 1906 yılındaki isyan yatıştırılmış gözükse de,ekmek kayıplara karışmış, tahıl darlığı artmış ve hükümetin aciziyetliği halkı her an tekrar isyan edecek duruma getirmeye yetmişti. 1908’de II. Meşrutîyet'in ilânı şüphesiz burada da coşkuyla karşılanmıştı. Ancak 1909 yılının Şubat ayı’nda buradaki orduların başına atanan Yusuf Paşa, İstanbul’daki irtica karakterli isyanın ardından Erzurum’daki çavuşları, erleri ve buyruğu altındaki bazı subayları kışkırttığı görülmüştür. Nitekim 26. Alay’ın II. Taburu ayaklanarak, istekleri üzerine sayıları 53 olan İttihatçı subayları şehir dışına sürdürmüşlerdir.332 Bu ise ayaklanmanın bu sefer mektepli subaylara karşı olduğu izlenimini vermiştir. Olayların gelişme gösterdiği sırada Hafız Çavuş adlı bir er, Abdullah Edip Efendi’yi zamanında Meşrutîyet lehine konuştuğu için ölümle tehdit etmişti. Buradaki olayları yatıştırmak için Van’da bulunan Halil Bey sevk edilmişse de, O’da şehir dışına kaçırtılmıştı. Bu arada Erzurum Valisi Tahir Paşa, olayları yatıştırmak için çaba sarf etmişse de pek başarılı olamamıştı. Şehir dışına kaçırtılan Halil Bey ise Bayburt’a giderek ittihatçı subaylarla buluşup, isyanda etken olan Yusuf Paşa’nın amacını öğrenmişti.333
331
Geniş bilgi için bkz., Konukçu, A.g.e., s. 325. Akşin, A.g.e., s. 169. 333 Konukçu, A.g.e., s. 349. 332
84
Nitekim Van’dan atanan Halil Bey’de başarılı olamayınca Erzincan’daki IV.Ordu Komutanı İbrahim Paşa, yanında Kemalettin Sami ve Basri Bey’lerle Erzurum’a gidip ani bir baskınla olayları yatıştırmıştır. Olayların müsebbibi olarak görülen Yusuf
Paşa’nın artık görevine etmesinin uygun olmayacağı
görüşünü bildiren telgrafı, İbrahim Paşa hükümete göndererek onun görevden alınıp yargılanarak idam edilmesini sağlamıştır. Bütün bu yaşananların ardından İbrahim Paşa’nın başarısını gören Dersim Bölgesi’ndeki aşiret ağaları tek tek gelerek sadakat yemini edip, bağlılıklarını bildirmişlerdir. Zîra Erzurum dönüşü İbrahim Paşa, buradaki sorunu da çözmeye kararlıydı ve askerlerine Dersim’in Ovacık İlçesi’nde karargâh kurdurmuştu.334 Bütün bu yaşananların ardından İbrahim Paşa Meclis’e bir protesto telgrafı çekerek, İstanbul üzerine yürüme kararını belirtmiş ve Meşrutîyet'i kurtarma konusundaki kararlılığını ortaya koymuştu. Askerlerini başkente sevk edebilmesi için de Trabzon’a gemi gönderilmesini istemişti. İbrahim Paşa, İstanbul’a çektiği bu telgrafın bir örneğini de Selanik’teki III. Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa’ya göndermişti. M. Şevket Paşa ise İstanbul’a yürüme işini III. ve II. Ordu’nun üstleneceğini, kendisinin herhangi bir olaya meydan vermemesi için ihtiyaten yerinde kalmasını istediği bilinmektedir. Fakat ilk başlarda Hareket Ordusu’na Selanik Redif Fırkası Kumandanı olan Hüseyin Hüsnü Paşa, komutanlık yapmaktaydı. İbrahim Paşa’nın, H.Hüsnü Paşa’ya değil de M. Şevket Paşa’ya böyle bir telgraf çekmesi ise hayli ilginçtir.335 Sonuçta ise eğer İbrahim Paşa, M. Şevket Paşa’ya telgraf çekmeyip, onun isteklerini dinlemeyerek kafasında tasarladığı Meşrutîyet'i kurtarma planını hayata geçirmiş olsaydı, İstanbul’a Hareket Ordusu’ndan daha önce gelerek hem bu ordunun namını, hem de M.Şevket Paşa’nın şanını İbrahim Paşa ve Ordusu almış olacaktı kanısına varmaktayız. E- Adana Olayları Osmanlı Ülkesi'nde 1908 seçimlerinin ardından 6’sı Türk olmak üzere 1’i Ermeni olan mebuslardan Hamparsoum Boyaciyan’da Adana’dan Meclise girmeyi başarmışlardı. Kaldı ki bu Ermeni Vekil’in Sason Olaylarının önde gelen 334 335
Sorgun, A.g.e., s. 45,46. Güresin, A.g.e., s. 62.
85
simalarından olması dikkat çekicidir. Meşrutîyet'in getirdiği özgürlük havası kısa süre sonra, gizlice örgütlenen ve dış devletlerin güdümünde olan azınlıkların arasında bağımsızlık fikriyatının yerleşmesine kendisini bırakınca, bu durum Adana’da da yaşanmaya başlanacaktır. İttihatçı ve karşıtı gibi basın gruplaşmaları ve çatışması burada da görülüyordu. Ayrıca Sultan’ın yasaklamış olduğu silah ithalinin serbest bırakılmasıyla, burada ciddi bir silah birikimi sağlanılmıştı. Aslında olaylar başlamadan evvel, dış devletlerin desteğini sağlamak amacıyla buradaki Ermenilerin yapmış olduğu hazırlık, Vali tarafından hükümete bildirilmişse de tedbiren bir tabur asker bile gönderilmemiş olması bir başka dikkat çekici durumdur.336 İstanbul’daki 31 Mart Vak'ası’nın hemen ertesi gününde ortaya çıkan bu Adana olaylarının Ermeni ve Batılılara göre müsebbibi orada yaşayan Türklerdi. Ancak Türk idareci ve gözlemcilere göre ise olayların çıkmasından Ermeniler sorumluydu. Fakat İttihatçılar ise bu olaylarda sadece Ermeniler değil, Meşrutîyet'e düşman olanlarda bir o kadar sorumluydular. Ayrıca Ermeniler’in, İstanbul’daki olaylardan ötürü tekrar Sultan II.Abdülhamid’in şahsi idaresine dönüldüğü zannıyla, dış devletlerin müdahalesini sağlamak amacıyla bu olayları meydana getirdikleri de söylenmekteydi.337 Adana’daki olayların ilk aşaması Nisan ayının ilk haftasında cereyan ettiği görülmektedir. Nitekim iki Müslüman bir Ermeni tarafından öldürülmüş ve katili bulunamamıştı. Bir Müslüman’ın buna nispeten bir Ermeni’yi öldürmesi gerginliğin ilk belirtileriydi. Zîra İmamzade Nuri adında önde gelen bir din adamının, bir Ermeni tarafından öldürülmesi olayları iyice artırmış ve Adana’ya mevsimlik işçi olarak diğer bölgelerden gelen Ermeni ve Kürt amelelerin de silahlandırılıp işin içine sokulması, durumu oldukça vahim hale getirmiştir. Ancak bir süre sonra İngiliz, Alman, Fransız ve Rus gemilerinin Mersin Limanı’nda görülmesi olayların derhal yatışmasını sağlayacak ve Müslümanlarla Ermeniler arasında bir anlaşma yapılarak kurtarma faaliyetlerine girişileceği görülecektir.338 Nitekim olayların yatışma göstermesi üzerine Cevat Bey Valilikten alınarak yerine Burdur Mutasarrıfı Mustafa Zihni Paşa atanmıştır. Ancak 25 Nisan 336
Yalman, A.g.e., s. 108. Akşin, A.g.e., s. 111. 338 Turgay Akkuş, 1909 Adana Olayları, İzmir, 2002, s.53,54,57. 337
86
1909’da Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girmesiyle, bir gün sonra da burada olaylar tekrar başlamıştır. Ermenilerin bekçi merkezi ve Salcılar denilen mevkide bir askeri öldürmeleri, ardından Kale Kapısı denilen yerdeki kahvehanelere bir Ermeni tarafından ateş açılması ve Kemeraltı Camii civarındaki nöbetçi askerlere ateş açılması olayları çığırından çıkartarak şehri tekrardan kana bulamıştır. Bu sefer de yerel yönetiminin gayretleriyle olaylar bastırılmıştı. Fakat Ermeni Cemaatlerin,
hükümetten
sorumluların
cezalandırılmalarını
istemeleri
ve
hükümetin de dış devletlerin müdahalesinden çekinerek hareket ettiğini görmekteyiz. Zîra bu son olayların ardından da Vali M.Zihni Paşa’nın görevden alınarak yerine Üsküdar Mutasarrıfı Cemal Bey’in atanması, hükümetin olaylarda yerel yönetimi ve askeri yönetimi sorumlu gördüğünü kabul ettiğini gösterir. Zaten kurulan araştırma komisyonu sonucunda, soruşturmaya uğrayıp idam edilen, küreğe ve müebbet hapis cezalarına mahkum edilenlerin sayısında Türklerin fazlalığı dikkat çekmektedir.339 Adana’daki bu olaylarda, 17 bin Ermeni ve 1850 Müslüman ahali olmak üzere yaklaşık 20 bin kişinin can verdiği belirtilmektedir. Çünkü olaylar sadece Adana’yla sınırlı kalmamış; Tarsus, Dörtyol, Misis, Elzin gibi bazı merkezlere de sirayet
etmiştir.340
Yine
Adana
ve
İstanbul’daki
basının,
Ermenilerin
Müslümanlara saldıracağı konusunda çok önceden yayın yapması ve dış devletlerin olayları Babıâli’den önce haber alarak 18 Nisan’da savaş gemilerini Mersin açıklarına yollamış olmaları oldukça ilgi çekicidir. Zîra Batılı devletler bu olayları kullanarak kendi kamuoylarında bir tepki meydana getirip, böylece Osmanlı Devleti’ne müdahale etme amacını taşıdıkları varsayılabilir. Çünkü 1856 Paris Konferansı’nda Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüne saygı ilkesi terk edilerek, 1878’de ki Berlin Kongresi’yle beraber, Osmanlı topraklarının Avrupa ülkeleri tarafından paylaşılması öngörüsü artmaya başlamıştı.341 Fakat uluslararası dengelerin oldukça nazik olduğu bu dönemde, dış devletlerin herhangi bir müdahale olanağı ellerine geçememiş, olayları protesto etmekle yetinmişlerdi. 14 Nisan 1909’da ayaklanan Ermenilerin önderi ise Piskopos Muşeg olarak belirtilmiştir. Devleti en zayıf anında arkadan vurmaya çalışan Ermenilerin 339
Yargılamalar ve sonuçları hakkında daha geniş bilgi için bkz., Akkuş, A.g.e., s. 61-64. Aydemir, A.g.e., s. 154. 341 Daha geniş bilgi için bkz., E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.VIII, s.74-80. 340
87
taşkınlıklarına Türklerin de karşılık vermesiyle, olayların seyri değişmiş, Ermeniler bozguna uğramışlardı. Piskopos Muşeg ise önce Mısır’a sonra da Avrupa’ya kaçmıştır.342 İstanbul hükümeti ise Avrupa’daki olumsuz izleri silmek için elçilikleri kullanma yoluna giderek, Avrupa kamuoyunu aydınlatmaya çalışmıştır. F- Hareket Ordusu ve İstanbul’un Kontrolü İstanbul’da irtica safsatalı olayları Selanik, İsmail Canbulat ve Selanik mebusu Rahmi Bey’in çektiği telgraflarla öğrenmiştir.343 31 Mart Vak'ası, İsmail Canbulat’ın “Meşrutîyet mahvoldu!” ibaresiyle Selanik’e iletilmesi üzerine askeri kulüpte toplantı düzenleyen III.Ordu Komutanı Mahmut Şevket
Paşa, alınan
karar üzerine Hareket Ordusu’nun teşkil edilmesine onay vermişti.344 Mahmut Şevket Paşa, Çeçen asıllıydı ve 1882’de Harb Akademisi’ni birincilikle bitirerek Harbiye Mektebinde öğretmen olmuştu. Alman Vonder Goltz Paşa’nın yanında çalışmış; 1905’te Kosova Valisi, 1908’den sonra da III.Ordu kumandanı ve Hüseyin Hilmi Paşa’nın yerine Rumeli Vilayetleri umumi müfettişi vekili olmuştu. Yaşamından da anlaşılacağı üzere M.Şevket Paşa, iktidarın ve Almanların itibarlı bir adamıydı ve Hareket Ordusu Komutanlığından sonrada daha güçlü ve ünlü bir kişilik olacaktı.345 Bu ordunun tertip edilmesinde ise; -
İstanbul’da, 31 Mart Vak'ası üzerine Meşrutîyet'in kaldırıldığı, Mutlakiyet ve İstibdat’ın geri geldiği,
-
Meşru olan Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinin görevden ayrılması zorunlu hale getirilerek, yerine gayri meşru olan Tevfik Paşa Hükümetinin keyfilikle iş başına getirilmesi,
-
Meclis’in kapatıldığı ve bu suretle de “Milli Hakimiyete” son verildiği düşüncesi,
342
-
Bazı mebusların öldürüldüğü veyahut kaçmaya mecbur edildiği,
-
Birçok Meşrutîyet yanlısının öldürüldüğü,
-
Yeni hükümet kabinesinin Meşrutîyet düşmanlarından seçildiği,
Öztuna, A.g.e., s. 398. Mehmetefendioğlu, A.g.e., s. 55. 344 Türkgeldi, A.g.e., s. 29; Alkan, A.g.e., s. 105. 345 Benzer bir değerlendirme için bkz., Akşin, Jön-Türkler ve İttihat ve Terakki, s.141,142. 343
88
gibi bir takım düşüncelerinin etkili olduğu görülmüştür.346 Oysaki isyan sırasında Hüseyin Hilmi Paşa Kabinesi görevden alınmamış, kendilerinin isyanla başa çıkamayacaklarını anlamaları üzerine istifa etmişlerdi. Tevfik Paşa’da kabineyi hem Hilmi Paşa, hem de Sultan’ın ısrarıyla kurduğu bilinmektedir.347 Ayrıca Tevfik Paşa’ya verilen Hatt-ı Hümâyûn’da, anayasaya riayet edileceği tebliğ ve ilân edilmiştir. Meclis ise asla kapanmamış, ancak olayların 3. günü toplanabilmiş ve faaliyetlerine devam ettiği yolunda beyannameler bile yayınlamıştır. Üstelik yeni kabine üyelerinin çoğu, eski H. Hilmi Paşa kabinesinde de bulunmaktaydı. Meclisin çoğunluğunun İttihatçı olduğu varsayılırsa, Selanik’teki Cemiyet merkezinin, bundan haberi olmaması gibi bir keyfiyeti söz konusu değildir. Oysa bütün bunlardan habersiz gibi ordu teşkil edip, İstanbul üzerine yürünmek istenmesi oldukça düşündürücüdür. Hareket Ordusu yola çıktığında, ilk olarak kumandanlığını Selanik Redif Fırkası kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa yapmakta ve 20 Nisan 1909 tarihine kadar bu görevi yürütmüş ve beyannameleri yayınlamıştır. 348 Ordunun bünyesinde ise; Erkân-ı Harb Kolağası Selanikli Mustafa Kemal Bey, Binbaşı Pirlepeli Fethi Bey, Kolağası İzmirli İsmet Bey, Yüzbaşı Hafız İsmail Hakkı Bey, Kaymakam Üsküdarlı Cemal Bey, Binbaşı Faik Bey, Binbaşı Selanikli Remzi Bey, Kolağası Vehbipaşazade, Süleyman Askeri Bey, Kolağası Halil Bey, Piyade Kolağası Eyüp Sabri Bey, Piyade Kolağası Resneli Niyazi Bey, Yüzbaşı Giritli Ruşeni Bey, Yüzbaşı Seyfi Bey, Süvari Zabiti Nidai Bey, Süvari Mülazimevveli Tolçalı Süleyman Bey, Piyade Mülazımevveli Yakup Cemil Bey, Piyade Zabiti Filibeli Hilmi Bey, Süvari Yüzbaşısı İzmitli Mümtaz Bey, Süvarı Mülazımevveli Selanikli Saffet Bey, Mülazımevveli Ömer Naci Bey, Baytar Yüzbaşısı Rasim Bey, Piyade Mülazımevveli Sarı Efe Edip Bey, Kastamonulu Şükrü Bey, Piyade Mülazımevveli Yenibahçeli Nail Bey, Topçu Mülazımevveli Kızancıklı Cevat Bey, Piyade Mülazımevveli Erzurumlu Necati ve Edremitli Sağır Necati Beyler, Piyade Yüzbaşısı Afyonlu Ali Bey, Mülazımevveli Japon Rıza Bey, Yüzbaşı Köprülü Kazım Bey, Dr. Abidin Bey, Mülazımevveli İsmail Canbolat ve Kolağası
346
İsmail Hami Danişmend, 31 Mart Vak'ası, s.98. Ali Cevat Bey, A.g.e., s. 57. 348 Müftüoğlu, A.g.e., s. 155; Alkan, A.g.e., s. 104; Zafer Toprak, “İrtica’dan İnkılab’a”, Top. Tarih Dergisi, 2004, Sayı.4, s.84. 347
89
Ali İhsan Beyler gibi ordu mensupları bulunmaktaydı.349 Bu harekete katılan bir çok
subayın
apoletlerini
sökerek
katıldıkları
görülmüştür. 350
Böyle
davranmalarında ise ya kendilerini harekete katılan askerlerle özdeşleştirmek yada tedbir olarak böyle bir girişimde bulunduklarını söyleyebiliriz. Bu ordunun ismini bulan ve İstanbul halkına yayınlanacak olan 9 maddelik ordu bildirisini yazan Mustafa Kemal (Atatürk)’dir. Fakat Hareket Ordusu, Ayestefanos (Yeşilköy) yakınlarına varınca idareyi M. Şevket Paşa alır ve M. Kemal Bey’in rahatsızlanması üzerine kurmay reisliğinden alınarak yerine Enver Bey’in atandığı görülür.351 Enver Bey ise Berlin’e askeri ateşe olarak gönderilmiş olmasına rağmen alelacele geri çağırılmış ve Erkân-ı Harbiye’ye atanmıştır. Nitekim bu değişimler ise ordu içerisindeki Alman – İngiliz yanlılığı rekabetini ortaya çıkarıyordu.352 Hareket Ordusu şehre yaklaşmaya başlayınca asi askerler arasında tekrar aleyhte propaganda başlatılarak, gelen orduya karşı konulması yönünde telkinler yapılıyordu.353 Nitekim M. Şevket Paşa bu propagandalara birkaç gün daha izin vermiş olsaydı, İstanbul’da kontrolü sağlaması şüphesiz zor olacaktı. Daha sonra mebuslardan İsmail Kemal Bey Hareket Ordusu’nun durdurulması için İngiliz elçisi Lowter ile görüşmüş, elçinin arzusuyla Sadrazam Tevfik Paşa’yı ziyaret etmişse de hükümette durdurmak konusunda pek başarı sağlayamamıştır. M.Şevket Paşa ise Yeşilköy’de Padişah’a bir telgraf göndererek hareketin kesinlikle ona karşı olmadığını, sadece asi askerleri yola getireceğini ve kendisinin Hal edileceği söylentilerinin uydurma olduğunu belirtmiş, bu şekilde Padişah’ın rahatladığı ve memnuniyet duyduğu görülmüştür.354 Ayrıca I.Fırka’ya mensup askerlerin , gelenlerin kendilerini öldüreceği yönünde yayılan haberlerin ardından, harekete geçtikleri ve cephaneliği kırarak silahlandıkları haberi üzerine Sultan II.Abdülhamid, Daire-i Hümayun’un binek taşına çıkarak “Asker zinhar kurşun atmasın.Eğer kurşun atacaklarsa ilk önce beni vursunlar, sonra kurşun atmaya başlasınlar” diye karşı çıktığı bilinmektedir. 355 Hatta
Hassa Ordusu
kumandanı olan Nazım Paşa ve bazı kumandanların, devlet otoritesini hiçe sayan 349
Tansu, A.g.e., s. 34,35. Y.Nadi, A.g.e., s.144. 351 Aydemir, Tek Adam, C.I, s.158. 352 Müftüoğlu, A.g.e., s. 155. 353 Mc Cullagh, A.g.e., s.168. 354 Ali Cevat Bey, A.g.e., s. 69. 355 Ali Cevat Bey, A.g.e., s. 71. 350
90
bu teşebbüse karşı, silahlı mücadele edilmesini istedikleri görülmüşse de, Padişah kesinlikle karşı çıkmıştır. Nitekim Y.Nadi “İhtilal ve İnkılab-ı Osmanî” adlı eserinde, Hareket ordusuna karşı yapılacak herhangi bir karşılık sonucunda ortaya çıkacak olan durumdan faydalanmak isteyen dış devletlerin gemilerinin Osmanlı sahillerinde boy gösterdiğini bizlere Kastamonu mebusu Yusuf Kemal Bey’in ifadelerinden aktarmaktadır.356 Hem bir kere mevcudu 70 bin civarında olan ve iyi eğitimli Hassa Ordusu’na vur emri verilmiş olsa, müthiş bir iç harp ortaya çıkar ve bu durum diğer vilayetlere de sirayet ederdi. İş, yabancı müdahalesine kadar da varabilirdi. Oysa ki ileri görüşlü olan II.Abdülhamid, böyle kötü bir neticeyi, vermiş olduğu yerinde kararla önleyebilmiştir.357 Hareket Ordusu’nun yola çıktığı sıralarda bazı gazete sahipleriyle, önemli yazarları bir araya gelerek Meşrutîyet'in devamından yana oldukları konusunda ortak karar almışlardı. 16 Nisan’da da, yapılan bu toplantıda alınan kararlar, ittihatçı yanlısı gazeteler hariç hepsinde yayınlanmıştır.358 Ayaklanmayı destekleyen gazeteler endişe duymaya başlayınca tutumlarını değiştirmişlerdir. 19 Nisan 1909 tarihinde “Stambol” adlı Fransız gazetesi, Müslüman olmayan halka ve yabancılara “Halka, askerlerin buraya gezmeye gelmediğini söylemek çocukça bir iş olur. Onlar özgürlüğün ve Parlementonun savunucusu olarak geliyorlar. Halkın onlardan korkacak bir şeyi yok. Düzen yanlılarının, Hıristiyanların, yabancıların buraya dostça gelen aydın Müslümanlardan korkmasını gerektiren neden yok” diye Hareket Ordusu’nun gelişini duyurmuştur.359 Tevfik Paşa ve kabinesinin görevlerinden biri de, II. ve III.Ordu’dan müteşekkil olan Selanik ve Edirne Ordularının, yani Hareket Ordusu’nun İstanbul üzerine yürümesini engellemekti.360 Ancak bu olmadı ve isyandan 11 gün sonra 25 Nisan’da ordu şehre girmeye başladı. Hareket Ordusu’na ilk ateş Davut Paşa kışlasından gelmişti ve mukavemet kısa sürmüştü. İstanbul’daki II.Fırka askerlerinin siperlere yattığı ve mukavemetin Taşkışla’ya da sirayet ettiği görülmüştü.361 Ancak Padişah’ın karşı koymama yönündeki iradesi sonucunda birer birer silahlarını teslim etmişlerdi. Nitekim Babıâli hariç Beyoğlu’nun 356
Y.Nadi, A.g.e., s.74. Balioğlu, A.g.m., s. 37. 358 Osman Özsoy, Gazetecinin İnfazı, s.74. 359 Alemdar, A.g.e., s. 118. 360 Türkgeldi, A.g.e., s.29. 361 Ali Cevat Bey, A.g.e., s. 71. 357
91
Taksim Kışlasında da mukavemetler olmuştu. Harbiye Nezaretine çekilen isyancılar Edirne Kapıyı tutmak istemişlerse de başarılı olamamışlardı. 362 Daha sonra Beyoğlu mıntıkasını da kontrol altına alacak olan Hareket Ordusu birlikleri; Cebeciköy, Kemerburgaz, Belgrat Ormanlarıyla Bahçeliköy taraflarından hareketle Maslak civarına kadar ilerleyerek İstanbul’u bir çember içine almaya başlamışlardı. Ayrıca M. Şevket Paşa’da kesinlikle kan dökülmesine karşı olduğundan mümkün mertebe silaha davranılmaması yönünde talimat vermişti.363 Mahmut Şevket Paşa, ayrıca Veliaht Reşat’ın Saray’ının muhafazası için Yüzbaşı Ethem Bey kumandanlığında bir jandarma müfrezesini buraya yollamıştır. Zîra İstanbul’a gelen çoğu gönüllü olan erlerden oluşan Hareket Ordusu’ndaki erlerin kılık-kıyafetleri nizami olmadığı gibi çok genç ve oldukça yaşlı kimseler de mevcuttu.364 Ayrıca bu ordunun Arnavut, Bulgar, Ulah, Rum, Yahudi, Ermeni ve Çingenelerden oluşmuş olması ve bunların bir çeteci ruhuyla hareket etmeleri M. Şevket Paşa’nın tereddüt’ünü arttırıyor, onlara olan güvenini sarsıyordu.365 Yine Yıldız Sarayı’nın da, kale alınır gibi abluka edilmesine memnun olmamıştır. Çünkü M. Şevket Paşa orduyu Sultan’ı koruyacağız diye getirmişti ve Yeşilköy’de Sultan’a Hal edilmeyeceği konusunda da teminat vermişti.366 Belki de bunun nedeni Sultan’ın herhangi bir tedbir almasını önlemeye yönelik olduğu söylenebilir. Yıldız Sarayı’nın ablukası sırasında ise Rus Büyükelçisi saray’a haber göndererek Çar’ın selamını iletip “Eğer Sultan ne arzu ederse yerine getireceklerini ve onu gemiyle kaçırabileceklerini” söylemesi üzerine Sultan II.Abdülhamid, “Ben ecdadımın mezarı nerede ise benimki de orada olmalıdır. Allah böyle bir şeyi nasip etmesin” der ve Hareket Ordusu’na, Çerkez Mehmet Ali Bey tarafından Talimhane Köşkü’ne çekilen beyaz bir bayrakla teslim olmuşlardır.367 İstanbul hükümetinin Hareket Ordusu’na karşılık vermemesinde ise; 362
Padişah’ın kan dökülmesini istememesi,
Mukavemet esnasında ve teslim olduktan sonra yaşana gelişmeler için bkz., Mustafa Turan, A.g.e., s.84-86. 363 Balioğlu, “Bir Facianın Anatomisi”, Tarih ve Düşünce Dergisi, s.22. 364 Kutay, Bir Geri Dönüşün Mirası, s.108. 365 Balioğlu, A.g.m., s.23. 366 Galip Paşa, “31 Mart Vak’ası”, A.g.d., s. 26; Kocabaş, A.g.e., s. 419. 367 Osmanoğlu, A.g.e., s. 145.
92
-
Hükümetin ise dış devletlerin müdahalesinden çekinmesi,
etkili olduğu görülmüştü. Zaten birkaç gün sonra İngiliz, Fransız ve İtalyan filolarının Osmanlı Sahillerinde gezindiklerinin bildirilmesi, hükümetin bu haklılığını da ortaya çıkaracaktır.368 Hareket Ordusu’nun bu davranışıyla ordu, Türk siyasi hayatında son derece önemli bir güç merkezi olarak yerini alacaktır. Zîra bu olaydan sonra, M. Şevket Paşa, 27 Nisan’da Yıldız Sarayı’nın teslim olduğu Meclis’e bildirilince, Örfî İdare ilân etmiş ve kendisi de yarı diktatör olarak belirmiştir. G- Yıldız Sarayı’nın Yağma Edilmesi ve Sıkıyönetim Yıldız Sarayı, Beşiktaş ile Ortaköy arasındaki bir tepede 1822 yılında II.Mahmut tarafından yaptırılmıştı. 1844’te ise Sultan Abdülmecid bu sarayı, Çırağan sarayı’na kadar uzatarak yeni köşk ve dairelerle takviye etmişti. Sultan Abdülmecid daha sonra bu Saray’ı “Yıldız” adında bir gözdesine tahsis ettiği için Saray bu adla anılmaya başlanacaktı. Sultan II.Abdülhamid ise bu saray’ın tepede kurulu olup, güvenli olmasından dolayı tercih etmiştir.369 31 Mart Vak'ası’ndan sonra 26 Nisan 1909’da Hareket Ordusu İstanbul’u ele geçirmeye başlayınca, bu saray’a yönelik bir çevirme hareketi olmuştu. Bu hareketi ise Şevket Turgut Paşa yönetiyor; Enver, İsmet ve Fethi Beylerde yardımcı
oluyorlardı.
Sultan
ise
saraydaki
askerleri,
kesinlikle
silaha
davranmamaları konusunda uyarmıştı. Ş.Turgut Paşa daha sonra Saray’daki askerlerin silahlarını bırakmaları konusunda bir anlaşma yaparak tek tek silah teslimi yapılmıştı. Ancak bu silahların eksik teslimi, Paşa’yı tedirgin ederek Saray’ın ele geçirilmesini geciktiriyordu.370 O sıralarda Saray’ın dinamitleneceği konusunda şaibeler yayılınca memurların hepsi kaçmıştır. Gece bekçileri, Arnavut kapıcılar, hademe ağaları, bahçevanlar, aşçılar, haremağaları, Sadrazam ve Harbiye Nazırı gibi kişiler de saray’dan ayrılmışlardı.371 Zaten 25 Nisan akşamı saray’ın elektriklerinin kesilmesi de kötü talihin bir başlangıcıydı. Başlarında Arnavut takkesi bulunan ve çeşitli uluslara mensup gönüllü kişiler Saray’ın kapısına dayanmışlardı. 26 Nisan’ın öğle vaktine doğru da Yıldız Sarayı işgale başlanmıştı. Saray’da çalışanlar başka yerlere tevkif edildiği söylenerek 368
Danişmend, A.g.e., s. 113. Kocabaş, A.g.e., s. 111. 370 Güresin, A.g.e., s. 75. 371 Osmanoğlu, A.g.e., s. 146; Ali Cevat Bey, A.g.e., s.71. 369
93
götürülüyor, Harem Dairesi hariç her tarafı askerle doluyordu.372 Bu aşamadan sonra meclise haber gönderilince Sultan’ı Hal etme görüşmeleri başlıyor ve ilerideki konularda da göreceğimiz gibi taht’tan indiriliyordu. İttihatçılar tarafından Sultan’ın Hal edilmesiyle Saray’daki mevcut inci, elmas, mücevher, değeri milyonlar tutan tarihi ve kıymetli eşyalar, sandıklara konularak Harbiye Nezaretine gönderiliyordu.373 Bu olayı ise 31 Mart’ı İttihatçıların, Yıldız Sarayı’nın hazinelerine el koymak için gerçekleştirdikleri iddialarını çıkarmıştır. Zîra Bulgar gönüllülerinin reisi Sandanisky önderliğinde, hazinelerin yerini bilen Nadir Ağa yakalanarak hayatı karşılığında bu hazinelerin yeri öğrenilmiştir. Oysa ki Baş Musahip Cevher Ağa’ya da çeşitli işkenceler yapılmış olmasına rağmen o, bu hazinelerin yerini söylememiştir.374 Kadife ipek perdeler, avizeler, Hereke halıları, Sedef tablolar, işlemeli kapılar, altın vazo, gümüş şamdan ve kuş tüyünden yastıklar gibi bir çok eşya da yağmalamadan nasibini almıştır. 375 Yine Yıldız Sarayı’nda bir kütüphane ve müze bulunmaktaydı ki, bu kütüphanedeki 25 bin ciltlik kitaplar da yağma ve tahripten kendini kurtaramayacaktır. 376 Ayrıca burada kurulan evrak tetkik komitesi saray’daki jurnalleri 330 sandıkta toplayarak Harbiye Nezaretine yollamıştır. Devrin önde gelen devlet adamlarının verdiği emirle, bu belgeler de yakılarak, ortalığı karıştırabileceği iddialarını ortadan kaldırmışlardır.377 Ayrıca saray’dan elde dilen mücevherler de çok ucuz fiyatlara çeşitli müzayedelerde satılmıştır. Bu durumu gören İttihatçı Tevfik Fikret oldukça şaşırmış ve; Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı iştiha sizin; Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Efendiler pek açsınız, bu çehrenizden bellidir; Yiyin, yemezseniz bu gün, yarın kalır mı kimbilir? Şu nâdi-i niâm, kudumunuzla müftehir! 372
Ali Cevat Bey, A.g.e., s.77,78. Ahmet Bedevi Kuran, Osmanlı İmparatorluğu’nda İnkılap Hareketleri ve Milli Mücadele, Çeltüt, Matbaası, İst., 1959, s. 467,468. 374 M.Turan, A.g.e., s.87. 375 Kocabaş, A.g.e., s. 433. 376 H. Cahit Yalçın, “ Abdülhamid’in Hususi Dairesinde”, Yakın Tarihimiz, C.IV, s.380. 377 Balioğlu, A.g.m., s. 30. 373
94
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir… Yiyin efendiler yiyin bu hân-ı zi-safa sizin; Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin! diye biten şiirini kaleme alarak yapılanlara karşı tepkisini dile getirmiştir.378 Yıldız Sarayı’nın işgali ve Sultan’ın Hal edilmesinden sonra Divan-ı Harb kurularak sorumlular yargılanmaya başlanmış ve bu arada da Örf-i İdare (Sıkıyönetim) ilân edilmiştir. Aslında bu durumu ilân etmek hükümetin yetkisindeydi. Nitekim M. Şevket Paşa’nın bunu ilân etmesi, hükümetle aralarının açılmasına neden olmuştur. Ancak daha sonra Sadrazam Tevfik Paşa konuyu kabine üyeleriyle görüşerek, hükümet tarafından ilân etmiş gibi gösterilip, idaresi M.Şevket Paşa’ya verilmiştir.379 Bu Örf-i İdare kurulduktan sonra Osmanlı Devleti adeta iki başlı gibidir. Zîra bir tarafta hükümet, diğer tarafta askeri diktatörlük idaresi bulunmaktaydı. Fakat yinede Tevfik Paşa ve kabinesi devlete hakim olduğunu göstermek ve sıkıyönetim idaresi karşısında acziyetini belli etmemek için de elinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Ancak çok önemli meselelerde bu makama müracaat etmeyi de ihmal etmemişlerdir. Böylece bu idare ile Sultan bir nevi Hal edilmeden indirilmiş, Tevfik Paşa’da istifa etmeden sükut ettirilmiş olunuyordu.380 M. Şevket Paşa ilk olarak orduda haksız yere rütbe elde etmiş olan kişilerin rütbelerini geri almıştır. Hatta örnek olmak için kendi rütbesini Generallik olan Ferikliğe indirmiştir. Jurnalciliği kesinlikle yasaklamış, hak etmediği halde devletten dolgun maaş alan zenginlerin bu maaşlarını kesmiştir.381 Böyle bir ortam üzerine muhaliflerin çoğu kaçmış, karşıt gazeteler kapanmış veya dillerini değiştirdikleri görülmüştür.382 Bu durumda İkdam gazetesi ile yazdıklarının tersini yazmış, Volkan gazetesinde ise Derviş Vahdeti çareyi kaçmakta bulmuştur. Tanin gazetesinde bu olayların ardından aşırı tutumunu değiştirmiştir.383 Ayrıca II.Meşrûtîyet birlikte tekrar yürürlüğe konulan 1876 378
Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ank., 1986, s.87,88. Mehmetefendioğlu, A.g.e., s. 58. 380 Danişmend, A.g.e., s. 138. 381 Mc Cullagh, A.g.e., s. 176. 382 Hüseyin Cahit, “ 31 Mart’ın Provası ve Kendisi”, A.g.e., s. 173. 383 Güresin, A.g.e., s. 89; Ahmet Şerif, Anadolu’da Tanin, Haz. Çetin Börekçi, Kavran Yay., İst., 1977, s.17. 379
95
Kanun-i Esasisinde de bir takım tadiller gerçekleştirilmişti. Yeni düzenlemelerde; Padişah Taht’a çıktığında meclis önünde Şeriat’a, anayasaya, vatan ve millete sadakat konusunda ant içecekti. Böylece Padişah, meclise karşı sorumlu hale getirilmiştir. Yalnızca Sadrazam ve Şeyhülislâm’ı atayabilecek, Vezirleri de azl ve atama yetkisine sahip olacaktı. Barış, ticaret, arazi terki ve toprak ilhakı, Osmanlı uyruklarının asli ve şahsi hakları, devletçe harcamayı gerektiren harcamalar meclisin yetkisine devredilmiştir. Nezaretler kendi işlemleri dolayısıyla bireysel sorumluluk alacaklardı ve bu sorumlulukları da meclise karşı olacaktı. Mebuslar daha önce başkanlık ve iki vekil için 9 aday gösterip, bunların içinden atamayı Padişah’a bırakırken şimdi bu görevlileri kendileri seçecek hale gelmişlerdir. Kanun teklifinde bulunabilmeleri için konulmuş olan Padişah’ın izni ve tasarının devlet şurası tarafından hazırlanması gibi şartlar da kaldırılmıştır. Büyük gelir getiren Padişah arazilerinin devlete mal edilmesi, saray personelinde kısıtlama, Saray Başmabeyncisi ve başkâtibi’nin atanmasına müdahale edilmesi yönünde meclise yetki veriliyordu. Yine orduda, alaylı olanlara yönelik tasfiye yapılıyor ve orduda gençleştirme politikası nedeniyle 7500 alaylı daha emekliye sevk ediliyordu. Hafiyelik yapmış olan subayların da ordu da kalamayacakları ve başka geçim kaynakları yoksa ailesine bir maaş verilmesi öngörülüyordu. Son olarak ta Nizamiye Mahkemelerinde görülüp bir sonuca bağlanan şahsi hukuk davalarının da tekrar şer’i mahkemelere götürülmesi yasaklanıyordu.384 Nitekim hükümetin yetkisi olduğu halde M. Şevket Paşa’nın böyle bir idareyi İlân etmesi şüphesiz onu yarı diktatör hale getirmeye yetmiştir. 1911 yılına kadar sürecek ve daha sonra tekrar uzatılacak olan bu olağanüstü hal yönetiminin sonucunda Padişah’ın yetkileri kısıtlanmış, parlamento Padişah’ı rahatlıkla taht’tan indirebilme olanağına kavuşmuş oluyordu. Hükümet ise Padişah’a değil Parlamentoya karşı sorumlu hale getirilmiş ve birçok işlerinde Sultan’ın onayına bile gerek duyulmayacak bir yönetim oluşturulmuştur. Ayrıca en büyük çelişki de bu dönemde ortaya çıkacaktı ki, hürriyeti korumak ve sorumluları cezalandırmak amacından başka bir düşüncesi olmayan askeri yönetim, İstanbul’u ele geçirince basın yayınlarını kısıtlayan, grevleri, toplantı ve yürüyüşleri yasaklayan bir takım yasalarla kendini gösterecektir.385 384 385
Akşin, Jön-Türkler ve İttihat ve Terakki, s.143-147. W.Hale, Türkiye’de Ordu ve Siyaset, s.46; Mahmut Muhtar, Maziye Bir Nazar, Çev. Nurcan
96
Nitekim Hüseyin Cahit “Bizde bir kez uygulamaya konulan sıkıyönetim artık hiç kalkmadı. Belki adı değişti, belki de resmi olarak varlığı hiç görülmedi ama ruhu sürüp gitti. Sonra da bunun adına hürriyet denildi.” diye bir İttihat ve Terakki Cemiyeti mensubu olarak görüşlerini öz eleştiri biçiminde dile getirmişti.386
IV BÖLÜM : 31 MART SONRASI YAŞANANLAR VE SULTAN II. ABDÜLHAMİD Bu bölümde ele alacağımız konular 31 Mart Vak'ası’nın sonuçlarını ortaya koyacaktır.Yine o dönemlerde eleştirilerin odağı olan ve olaydan sorumlu tutulan II. Abdulhamid’in kişiliğini, yetişme tarzını ortaya koyduktan sonra, onun bu olayla ilgisi olup olmadığını ele alacağız.Son olarakta V. Mehmed Reşad’ı tahta çıkışını ve devletin o günkü ahvalini aktaracağız. Bu son bölümdeki konuları ele alıp, bütün bilgileri ortaya koyduktan sonra hemen hemen bu 31 Mart Vak'ası’yla ilgili genel bir yargımızın olacağı kanısındayım. A-Sorumluların Cezalandırılması
386
Fidan, Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ank., 1999, s.251. Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, s.126.
97
Daha önceki bölümde de bahsettiğimiz gibi Hareket Ordusu, İstanbul kontrol altına aldıktan sonra burada sıkıyönetim ilân etmiştir. Ardından İstanbul’da
Adana’da
yargılanmasına
sıra
Erzurum gelmiştir.
ve
Erzincan’daki
Nitekim
bu
olaylara
amaçla
üç
karışanların
Divan-ı
Harb
oluşturulmuştur. Birincisi, Tophane Nazırı Hurşit Paşa’nın; ikincisi, Topçu Livası Hasan Rıza Paşa’nın; üçüncüsü de Liva Nazif Paşa’nın idaresi altına verilmiştir. 387 Fakat bu Divan-ı Harb’in kurulmasından sonra kendilerini olaylarla ilgileri olduğunu sananlar çareyi kaçmakta bulmuşlardı. Derviş Vahdeti, Kâmilpaşazade Said Paşa, Abdullah Zühtü Bey, Ali Kemâl Bey, Berat mebusu İsmail Kemal Bey, Serbesti gazetesi yazarı ve sahibi olan Mevlanzade Rifat, Ergiri Mebusu Müfit, Ahrar Fırkası’nın sekreteri Nurettin Ferruh gibi önde gelen kişileri bu kaçanlar arasında sayabilmekteyiz.388 Bunların içerisinden Derviş Vahdeti, Hareket Ordusu daha İstanbul’a gelmeden önce birkaç arkadaşıyla beraber kaçmıştı. İzmir’de yakalanan Derviş Vahdeti, Aleksandros adlı vapur ile Divan-ı Harb’e gönderilmişti. Vahdeti, vapurdan indirilip Sarayburnu’ndan askeri sevkiyat dairesine nakledilmiş, oradan da bir arabayla Topkapı dahilinden Sokukçeşme ve Divanyolu istikametiyle Harbiye Nezaretine teslim edilmişti. 389 Derviş Vahdeti ile beraber hafiye ve yaver olan Kabasakal Mehmet Paşa, İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti üyesi Yüzbaşı Hakkı Bey, İzmirli Saim Bey, Prens Sabahattin ve Mizancı Murat Beyler de tutuklananlar arasındaydı. Ayrıca isyana katıldıkları tespit edilen bir çok er de yargılanmak üzere tutuklanmışlardı. Bu yargılamaların sonucunda ilk idam kararı isyanda büyük rol oynayan çavuşlara çıkmıştı. 3 Mayıs 1909’da on üç kişi asılmıştı. Bunların arasında Nazım Paşa ve Aslan Bey’i öldüren beş kişi Ayasofya’da asılmıştı ki; bunların arasından Hamdi Yaşar ve Hazım Çavuş adlı erler de bulunmaktaydı. Askeri teşvik eden beş çavuş ve onbaşı Bayezıt Meydanı’nda, Mülazım İlyas’ı öldüren üç asker de köprüde idam edilmişti. 12 Mayıs’ta sekiz’i Kasımpaşa’da, dört’ü Beşiktaş’ta, dört’ü de Bayezid’de olmak üzere on altı kişi, Ali Kabulî Bey olayına katıldıklarından asıldıkları görülmüştü. 17 Mayıs’ta asi askerlerle işbirliği yapan polis ve zabitlerden beş kişi de Ayasofya Meydanı’nda asıldılar. 27 Mayıs’ta ise 387
Baydar, 31 Mart Vak'ası, s.34. Güresin, 31 Mart İsyanı, s.76. 389 Baydar, A.g.e., s. 17,18. 388
98
Saray’a mensup on beş kişiden beş’i Köprü’de, beş’i Beşiktaş’ta, beş’i Bayezid’de idam edilmişlerdi. 19 Temmuz’a gelindiğinde ise Derviş Vahdeti, Yüzbaşı Hakkı Bey, İzmirli Saim Bey, Kabasakal Mehmet Paşa, Erzurum’daki isyanı yönlendiren Yusuf Paşa ve isyan sırasında askerleri yatıştırmak için gönderilen ve acı bir tesadüfle öldürülen Rimülüs İspatari’yi katleden dört asker gibi kişilerin de içinde bulunduğu on üç kişiden dört’ü Ayasofya’da, beş’i Bayezid’de, dört’ü de Fatih’te idam edilmiştir. İsyanla ilgisi görülüp idam edilen Saray çevresinden kişiler ise, Ser musahip Cevher Ağa, Tütün Kıyıcısı Mustafa Ağa, Tüfekçi Miralay Halil, Şura-yı Devlet üyesi Tayyar Bey, Ehadil ve Protesto gazetelerinde yazar olan Nadir Fevzi Bey, Rüsumat Müdür Muavini Tevfik Bey ve Enderunlu Lütfi Efendi gibi isimlerdir.390 Bunların arasındaki Cevher Ağa, Saray’ı yağma etmek isteyenlere yardım ettiğinden yargılandığı ve asıldığı görülmüştü. Zîra Nadir Ağa da tutuklanmıştı. Ancak onun, istenilen cevapları verdiğinden dolayı hayatı bağışlanmıştır.391 Yine yargılanıp kürek cezasına çarptırılanlar da bulunmaktaydı. Tüfekçi başı Büyük Tahir Paşa ve İkinci Tüfekcibaşı Küçük Tahir Paşa altışar sene küreğe mahkum edilmişlerdir, isyana katıldıkları tespit edilen taburlar da yollarda çalıştırılmak üzere Rumeli’ye sevk edilmişlerdir.392 Saray hizmetlilerinin tamamı Yemen’e sürgün, Başkâtip Tahsin Paşa, Sabık Serasker Rıza Paşa, Askeri Mektepler Müfettişi Zülüflü İsmail Paşa, Askeri Mektepler Nazırı Zeki Paşa, Dahiliye Nazırı Memduh Paşa, Eski Harbiye Nazırı Hasan Rami Paşa, Hicaz Valisi Ahmet Ratip Efendi, Eski Merkez Komutanı Saadettin Paşa ve Padişah’ın yakını Ragıp Paşa gibi kişilerin de tutuklanıp, mallarının müsadere edilmesine ve çeşitli yerlere sürgün edilmesine 26 Mayıs’da karar verilmişti. 393 Hareket Ordusu’nun İstanbul’u kontrol altına alıp, Yıldız Sarayı'nı çevreledikten ve bu Saray’ı ele geçirdikten sonra yağma işine karışanlar ve meclisin Hal kararını tebliğ için Yıldız’a giden heyetle birlikte olan bazı kimselerin Saray’da ellerine geçirebildikleri bazı kıymetli eşyaları o günün anısına aldıklarını daha önceki bölümlerde de görmüştük.394 Nitekim bu olayla ilgili yargılama ise 1920 yılında ancak Divan-ı Harb’de bir karara bağlanılabilmiştir. Buna göre; Hareket 390
Baydar, A.g.e., s. 35-37 Balioğlu, “ Bir facianın Anatomisi”, A.g.d., s.25. 392 Baydar, A.g.e., s.37; M.Turan, Bir Generalin 31 Mart Anıları, s. 97-101. 393 Balioğlu, A.g.d., s.26. 394 Yalçınkaya, Tanzimat Devri ve Ondan Sonraki 20 Asırda Türkiye, s.112. 391
99
Ordusu’nun ilk komutanı Ferik Hüseyin Hüsnü Paşa on sene süreyle kürek cezasına çarptırılmıştı. Yine Hüsnü, Galip ve Hasan Rıza Paşaların cezaları da beşer sene Kalebentliğe çevrilerek, askerlikten de kovulmalarına karar verilmişti. Şevket Turgut
Paşa, Hasan İzzet Paşa, Miralay Cevdet ve Kaymakam Ali
Beylerin de yağma sırasında askerlerin başında bulunduklarından dolayı beşer ay süreyle hapis yatmalarına karar vermiştir.395 Yine askeri okul arşivinini eski müdür yardımcısı Atıf
Bey, Marif
Nezareti Danışma Kurulu’nun eski Başkâtibi İhsan Bey, emekli Binbaşı Hacı Hüseyin Efendi ve Miralay Mehmet Bey, Refik Paşa, isyancılara bildiri dağıttığı söylenen Hoca Akif Efendi, Tophane işçilerinden Fevzi oğlu Mehmet gibi kişiler de uzun süreli hapis cezasına çarptırılmışlardı. Fakat isyan sırasında meydana giden hocaların, askeri cinayet ve yağmalamaktan kaçınmaları için telkinde bulunduklarını Divan-ı Harb’e belirtmişlerdir.396 Zîra o olay sırasında Cemiyet-i İlmiye bir beyanname yayınlamıştı ve askerlerin yatıştırılması için de çaba sarf etmiş olduğunu daha önceki aktarımlarımızdan bilmekteyiz. Ayrıca yargılananlar arasında Prens Sabahattin, Osmanlı gazetesi sahibi Ahmet Fazlı ve Mizancı Murat Beyler de bulunmaktaydı. Nitekim Prens Sabahattin ve Ahmet Fazıl Beyler tutuklanıp Harbiye Nezareti’ne götürüldükten sonra tahliye edilmişlerdir. Mizancı Murat Bey ise Rodos Adası’na sürgün edilmiştir. Mevlanzade Rifat’ta 10 yıl sürgün edilmiş ve matbaası da kapatılmıştır. Sait Paşa’nın ise gıyaben askerlik mesleğinden kovulması kararı alınmıştır.397 Bu yargılamaların sonucuna baktığımızda Divan-ı Harb’te İttihatçılar dan kimsenin cezalandırılmamış olması bir çelişki meydana getirir. Zîra siyasetle uğraşarak ordunun disiplinden uzaklaştığını fark edemeyen subaylar ise, isyanı önceden sezemeyen ve isyan sırasında da herhangi bir müdahale etmeyip istifa ederek aciziyetlik gösteren Hüseyin Hilmi Paşa ve Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’nın sorguya çekilmemeleri bu meyanda oldukça dikkat çekicidir. Yine Divan-ı Harb
araştırmalarının sonucunda yayınlanan raporlar kuşku ve
kararsızlığı ortadan kaldıracak bir etki ortaya koyamamıştır. Bu Vak’a, Avcı Taburları içerisinde başlayan, kendiliğinden çıkan ve bazı kimselerin kışkırtmaları 395
Balioğlu, A.g.m., s. 33. Mc Cullagh, Abdülhamid’in Düşüşü, s.91. 397 Baydar, A.g.e., s.35. 396
100
sonucu çıkmış bir hareket olamazdı. Her ne kadar bu olayları İttihat ve Terakki’ye karşı bir girişim olarak bile nitelendirilmiş olsa da yargılamalarda böyle bir yaklaşım içerisinde olunmaması gerekirdi.398 Nitekim yargılamalar ve idamlar karşısında Hüseyin Cahit (Yalçın), “Abdülhamid zamanında idam cezası tatbik olunmazdı. Siyasî hayat ve Meşrutîyet, yalnız sokaklarda adalet, hürriyet, müsavat şiarlarını taşıyan kırmızı bayraklarla dolaşarak ‘Yaşasın!’ diye bağırmaktan, kürsülerde hürriyet ve adalet mevzularına dair kolay nutuklar vererek alkış toplamak değildi; fırka mücadeleleri vardı onda; bu mücadelelerin çirkin şekilleri, kana ve cinayete kadar ileri giden tarzları vardı ve nihayet işte böyle dar ağaçları vardı. Halbuki ben bu hayatı böyle mi hülya etmiştim.” diyerek görüşlerini dile getirmiştir.399 Stambol Gazetesi de İstanbul için “Hem özgürlüğün beşiği hem de zorbalığın mezarı olman şeref mi kazandı.” diye manşet atmıştı.400 B- İsyandaki Yabancı Parmağı 31 Mart Vak'ası ile ilgili son dönem yazılanlara bakılacak olursa en çok bu konu üzerinde durulmaya başladığı görülecektir.Zira bir çok koldan Osmanlı Devleti’ni ateş çemberi içine alanlar artık bu alanı iyice daraltarak, O’nun ipini çekmek için beklemekteydiler. Zaten daha öncelere gidersek bu emperyalist güçlerin nasıl bir taktik izledikleri ve bu planları başarmak için nasıl sabrettiklerini görmüş olacağız. 4 Şubat 1902’de Paris’te I.Jön Türk Kongresi toplandığında maddi sorun büyük ölçüde İngiliz desteğiyle aşılmıştı. Ayrıca bu kongrede ordu’nun siyasallaştırılması ve desteğin alınması ile Osmanlı Devleti’nde gerçekleştirecekleri ihtilal için yabancı bir devletin müdahalesi için davet edilmesi konuları müzakere edilmiş olması hayli ilginçlik taşır. II.Kongreleri ise 27 Aralık 1907’de toplanmıştı ve başkanlığı Ahmet Rıza, Sabahattin Bey ve Malumyan adlı kişiler üstlenmişti. Bu Kongrenin ilginç yanı ise bazı Ermeni grupların bir araya gelerek bu kongreyi tertiplemesiydi. 401 Yine Mason bir takım örgütlerin V. Murat’ı tahta çıkarmak için yaptığı girişimleri de bilinmekteydi. Nitekim
İttihatçıların içerisinde Masonluk idealine sempati
besleyenlerde yok değildi. 398
Benzer bir değerlendirme için bkz., Hüseyin Cahit, Siyasal Anılar, s.120. Hüseyin Cahit, “31 Mart’tan Sonra İdamlar Karşısında”, Yakın Tarihimiz, C.I, s.170,171. 400 Alemdar, İstanbul(1875-1964) Türkiye’de Yayınlanan Fransızca Bir Gazetenin Tarihi, s.119. 401 Sina Akşin, Jön-Türkler ve İttihat ve Terakki, s.43-65. 399
101
Biz bu ön bilgilerden sonra asıl, 31 Mart’la ilgisi olabilecek yabancı müdahalelerini ele almaya çalışacağız. Bu amaçla bahsedeceğimiz Yahudilerin oluşturduğu ve adına Siyonizm denilen harekettir. 1895 yılında Osmanlı Demiryollarının işletilmesinde
büyük bir servet elde eden Baron Hirş
adlı
Yahudi ölünce ,o devirde Doğu Avrupa ve bilhassa Rusya’da Yahudilere karşı yapılan zulümlerden dolayı, bir yurtluk kurulması için 250 milyon frank bırakmış ve yer olarak ta Arnavutluğu önermişti. Bu vasiyeti yerine getirmek için kurulmuş olan Siyonist hareket, Theodor Herzl’in yönetimi sırasında hedef değiştirerek Filistin’e yönelmiştir.402 Bu ise Büyük İsrail hayalinin planı gereğiydi.
402
Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, C.I, s.97; M.Turan, A.g.e., s.15.
102
Sultan II. Abdülhamid o zamanlar, bir dünya ihtilali için kurulacak olan İsrail Devleti’ni sezebilmiş, buna kendisinin de alet olmasını istememiştir. Zira Filistin denilen topraklara yapılacak olan bir Yahudi göçü, buralarda yeni bir ayrılıkçı ve bölücü akımın doğmasına neden olacağı ve eğer böyle bir akım ortaya çıkarsa Batılı Devletlerin, Osmanlı Devleti’nin başını ağrıtacağı düşünmüştü. Hem ayrıca böyle bir girişim
buralarda yaşayan Arapların da tepkisine yol
açabilirdi.1 Fakat yine de 18 Mayıs 1901’de Orminius Vamberg adlı bir Macar Yahudisi Filistin’i satın almak için teşebbüste bulunmuştur. Sultan’a bir milyon altı yüz bin İngiliz altını gibi yüksek bir meblağ önermişse de Saray’dan kovulmuştur.2 Daha sonraları ise yukarıda da adını andığımız Theodor Herzl’in, Sultan’ın Avrupa’daki hafiyelerinden Polonyalı Kont Philip De Newlinsky, Rusya elçiliği tercümanı Yahudi asıllı Yakovlev, Osmanlı Hariciye Nezareti baş tercümanı Yahudi asıllı Davut Efendi, Sultan’ın II. Katibi İzzet Bey ve Sadrazam Halil Rıfat Paşa aracılığıyla ilk intibalar için görüşme girişimlerine başladığı bilinmektedir.3 23 Temmuz 1902’de ise Theodor Herzl yanında Türk ve İtalyan vatandaşı olan Emmanuel Karasso, Maliye Nazırı ve dönme4 olan Cavit Bey ve Karasso’ya yardımcı olan Metr Salem gibi maiyetiyle bu sefer iki milyon altın önerilmişse de bu reddedilmiştir. Nitekim Sultan II.Abdülhamid daha 1882’de bir iradeyle Yahudilerin Filistin’e göç etmesini men etmişti. Yine buradaki toprakları Yahudilerin üç misli fiyata sahip aldıklarını duyunca, Hanedan namına o bu toprakları satın alarak sahip olmayı düşünmüştür.5 Bu politika sonucu yaşananları bir mülakat ile Teşkilat-ı Mahsusa’da da bulunan Albay Hüsamettin Ertürk Bey arkadaşı Süvari yüzbaşısı Dereli Zinnun Bey’den aktardığına göre, “Bir gün Sultan’ın makamına Yahudi teşkilatının kurucusu olan Theador Herzl ve Hahambaşı gelerek Yahudiler için yurt istediğinde bulundukları ve yer içinde Kudüs’ü önerdiklerini belirtmiştir. Ayrıca Kudüs için istenilen miktarda altın önerilince, Sultan’ın onlara bağırarak burayı 1
Süleyman Kocabaş, Abdülhamid’in Şahsiyeti ve Politikası, s.323. Cevat Rifat Atilhan, Bütün Çıplaklığıyla 31 Mart Faciası, s.89. 3 Kocabaş, A.g.e., s. 327. 4 Dönme; 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin muhtelif şehirlerinde ve bilhassa Selanik’te Müslüman adı ve kıyafeti altında yasayan “Gizli Müslüman - musevi cemaati” fertlerine, Osmanlı Türkleri tarafından, Musevilikten İslamiyet’e döndüklerini belirtmek üzere verilen isimdir. Bkz., Abdurrahman Küçük, “Dönme”, İslam Ans., C.IX, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İst., 1994, s.518-520. 5 Atilhan, A.g.e., s. 38,41,95. 2
103
terk etmelerini ve vatanın para ile satılamayacağını söylemiştir.” İşte bu olaydan sonra Sultan yine Zinnun Bey’e “İşte Yahudiler bu yüzden bana düşman oldular. Tahttan indirilmem ve şimdi Selanik’te çektiklerim, Yahudilere yurtluk göstermememdendir.” diyerek adeta olayı aydınlatmaktadır.6 Zaten bu kovulma olayından sonra, 31 Mart Vaka’sının ardından hal heyetinde Emmanuel Karasso’nun’da bulunması da dikkat çekicidir. Nitekim bu kovulma işine oldukça alınmış oldukları gözlenilmiştir. Daha sonra bu hal olayı ile övünecek olan E. Karasso İtalyan bankasından çektiği bir miktar parayı Mitroviçeli Necib Draga isimli bir zengin adama vererek İttihatçı olan Eyüp Sabri Bey’e bu paranın ulaştırılması dikkatleri çekmiştir. Kendisinin de Selanik Mebusu olduğu E.Karasso 25 milyon liraya Sultan’a yaptıramadıkları işi daha sonra 400 bin liraya İttihatçılara yaptırdıklarını söyleyerek övünmesi her halde bize 31 Mart Vak’ası için sarf edilen meblağ ve çabaları göstermesi açısından yeterlidir.7 Bu Vaka’yı İngiltere açısından ele alacak olursak daha öncede bahsettiğimiz gibi I.Jön Türk kongresinde Sabahattin Bey’in İngiltere’den şahsi olarak borçlandığı görülmekteydi. Ayrıca bu kongredeki delegelerde Prens Sabahattin Bey tarafından seçilmiş olması ve Osmanlı Devleti’ndeki ihtilali gerçekleştirebilmek için yabancı bir devletin müdahalesini istemeleri hayli ilginçtir. Nitekim Meşrutiyet’in ilanından sonra Ferit Paşa ve kabinesi hükümetten çekilmiş yerine gelen Sait Paşa ve kabinesinin kısa süren iktidarı, sayılmazsa, İngiliz yanlısı olduğu bilinen Kamil Paşa sadarete gelmiştir. Bu ise meşrutiyetin ilk günlerinde ülkede ve ittihatçılar içinde genel havanın İngilizler lehine olduğunu göstermekteydi. İttihatçılar, İngiliz dostluğuna büyük önem verdikleri için ekonomik olarak da İngiltere'ye taviz vermeye hazırdılar. Ancak meşrutiyetin ilanından sonra milliyetçi bir hareket olan İttihat ve Terakki’nin giderek büyümesi, devletin güçlenmesi ve işlerin düzelmesi demekti. Bu durum ise aynı hareketin doğudaki sömürge bölgelerine sirayet etmesine neden olabilirdi. Eğer aynı şey buralarda da meydana gelirse İngiltere, silahla bir müdahaleyi önleyemeyeceğinden İttihat karşıtı muhalefeti desteklemeye başlamış olduğu görülecektir.
6 7
Samih Nafız Tansu, İki Devrin Perde Arkası, s.44,45. Atilhan, A.g.e., s. 98; M.Turan, A.g.e., s. 25.
104
Sultan II.Abdülhamid, Almanya yanlısı bir dış politika yürütmekteydi. Ancak meşrutiyetin ilanından sonra Sultan’ın bu politikasına da tepki gösterilince O’ da İngiliz yanlısı dış politika izlemeye başlamıştır. Zaten Kamil Paşa’nın sadareti de bunun göstergesiydi.8 Kamil Paşa’nın orduyu, ıslah için Fransa ve İngiltere’den gelen subaylara vermek istemesi ve kabine değişikliği için kendi adamlarını getirme çabaları İttihatçıların muhalefetinin iyice artmasına neden olmuştu. Ayrıca Kamil Paşa’ya İngiltere’nin nişan vermesi ve aşırı sempati göstermesi İttihatçılarla arasının açılmasını etkileyen nedenlerden biri olacaktı. Zaten İttihatçılara muhalefet olanlar ise Kamil Paşa’nın Sadaretini İngiltere’nin yenilgisi olarak değerlendireceklerdir. 9 1908’de İngiltere
zaferi, Almanya’nın
Kralı VII.Edward ile Rus Çarı II. Nikolas arasında Baltık kıyılarındaki Reval limanında yapılan görüşme ise daha önceden İttihatçılarda İngiliz karşıtlığını ortaya çıkarmıştı.10 Kamil Paşa’yla süren anlaşmazlık sonucu iktidardan düşürülmesi İngiltere’nin İttihat ve Terakki karşıtlığı bir kampanya başlatmasına neden olacaktı.11 Fitz Maurice aracılığıyla muhalefet desteklenmeye başlanmıştır. Ayrıca isyan sırasında yüzbaşı Bettelheim’in Ayasofya’da dolaşması da dikkati çekmiştir. Hariciye Nazırı Rıfat Paşa ve İsmail Kemal’in de İngiliz sefaretine bu olaydan dolayı akıl danışmaları ve İsmail Kemal’in bunun bir irtica olmadığı hakkındaki yazıları da hayli ilginçlik taşır. Hatta Hareket Ordusu, İstanbul’a yaklaştığı sıralarda İngiliz Amirali Gambel komutasındaki donanma denize açılarak bu harekete destek vermemişti. 15 Aralık 1908’de ise Volkan gazetesinde Derviş Vahdeti’nin, İngiliz Adem-i Merkeziyetçiliğini savunan yazıları çıkmaya başlamıştı. İttihad-î Muhammedi’ye Cemiyeti ise sınırlı bir Panislâmik politika güttüğü görülmekteydi. Nitekim dünyadaki tüm Müslümanların birlikteliğinden bahsedilirken Derviş’in İngiltere ve Rusya’daki Müslümanları bu birliktelikten ayrı
tutması
da
hayli
ilginçtir.12 Zaten
Dervişi
Kıbrıs’tayken
İngiliz
memuriyetliğine girerek balolarda redingotlu, eldivenli boy göstermesi buna açıklık getirmektedir. 8
Sina Akşin, 31 Mart Olayı, s.255. Doğan Avcıoğlu, 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, s.30-37. 10 Cemal Kutay, Bir Geri Dönüşün Mirası, s.17. 11 M.Muhtar, Maziye Bir Nazar, s.52. 12 Avcıoğlu, A.g.e., s. 14,60. 9
105
Ayaklanmanın liderliğini yapan Hamdi Çavuş’u bulup ve destekleyenler ise Kamilpaşazade Sait Paşa ve İsmail Kemal’dir. Mevlanzade Rifat’ın ise Fitz Maurice saygı duyan biri olarak karşımıza çıkar. Mizancı Murat Bey ise din işlerinde İngiliz ajanlarının çalışmalarını bile çıkar yol görmekteydi. Miralay Sadık Bey ise Selanik’le olan anlaşmazlığı sonucu hayatını İngiliz ajanı olarak bitirmiştir. Prens Sabahattin ise Türkiye nasıl kurtulur sorusuna İngiliz toplumunu örnek alarak cevabını vermiş olması da hayli ilginçtir. 13 Yine isyan sırasında gördüğümüz asi askerlerin yolda rastladıkları Hıristiyanlara korkmamaları için teminat vermeleri ve elçiliklere nöbetçi dikilmiş olması önem taşır. Zira muhalefet bu olayı da istismar etmekten çekinmeyerek İngiltere lehine çalışmalar yapılmıştı. Hatta Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişinden önce İngiltere’ye teminat bile vermiş olmalarına rağmen bu durum bir sırt çevirme olarak nitelenmiştir. 31 Mart Vaka’sından sonra tutuklanan Prens Sabahattin Bey’e bir şey yapılmayacağını kesin olarak söylemesi bunun delili olarak gösterilebilir. 14 Yine 31 Mart Vaka’sı yargılamalar sonucunda Fitz Maunce’nin İntelligence Servis’le olan bağlarını ve bunun yerli işbirlikçilerle olan ilişkileri ortaya çıkarılmış ise de, dış devletlerle ilişkilerinin bozulmaması için kurcalamaktan vazgeçilerek, bu olay örtbas edilmiştir.15 Sömürgecilik
hareketlerinin
odak
noktası
haline
gelen
Osmanlı
İmparatorluğu’na Almanlar, çeşitli ekonomik imtiyazlar alarak girmeye başlamışlardı. Bunun sonucunda ise İngilizlerle burada rekabet etmeye başladı. Alman yanlısı politika izleyen Sultan II. Abdülhamid ise ittihatçılar tarafından hep engel olarak görülmekteydi. Bunun sonucu ise ittihatçıları Fransa ya da İngiltere yanlısı yapıyordu. Zaten 1902’deki kongrede yabancı müdahalesi tartışılırken Prens Sabahattin İngiliz yanlığıyla dikkatleri üstüne çekmişti. Daha sonra aralarında görüş ayrılığı kesinleşince de İsmail Kemal, Fazlı Bey, Hüseyin Sıret, Miraday Zeki Beyler gibi kişilerle 1906’da Teşebbüs-i Şahsi ve Ademi Merkeziyet
cemiyetini
kurduğu
gözlenecektir.
Yine
Albay
Sadık
Bey
önderliğindeki Manastır grubu da aşırı İngiliz yanlısıydı ve ülkede Alman hegemonyasını bitirmeye çalışmaktaydılar.16 13
Avcıoğlu, A.g.e., s. 63-71. Akşin, A.g.e., s. 255. 15 Avcıoğlu, A.g.e., s. 16. 16 Akşin, Jön-Türkler ve İttihat ve Terakki, s.48; Avcıoğlu, A.g.e., s.22. 14
106
Son olarak Osmanlı ülkesindeki kaderi değiştirecek olan bu 31 Mart Vaka’sı’nda ele alacağımız Almanya’yla ilişkiler 1880 yılında kültür alanında başlamıştı. İlk olarak Wettendorf’un başkanlığı altında bir askeri heyet gelerek Osmanlı ordularını düzene koyma girişiminde bulunmuşlardı. Bu heyetten birkaç yıl sonra da 1883 de Von Der Goltz Başkanlığında bir askeri heyet gelmiş ve 1895’de de ayrılmıştı.17 Fakat Goltz Paşa’nın ayrılmasına rağmen Türk subaylarıyla olan irtibatını devam ettirmişti. II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra ise M. Şevket Paşa, Goltz Paşa’ya telgraf çekerek bu olayı bildirmiştir. Yine İmparatorluğun kaderinde oldukça etki olacak olan Enver Bey ise Meşrutiyet’in ilanından sonra Berlin büyükelçiliğine atanmıştı. Nitekim İttihatçıların yönetimde söz sahibi olmalarına İngiltere’nin şüpheci bir tavırla yaklaşması birçok subayın Almanya yanlarına kaymasına da neden olmuştur.18 31 Mart Vaka’sından sonra ise İttihatçılar ve Almanya sempatiliğine
muhalefet eden tarafın bu Vaka’yı;
Almanların, kendilerine İttihatçılar içerisindeki güvenilir kesimin iktidarda egemenliğini tam olarak sağlamak ve Almanya’nın Osmanlı’daki nüfuzunu güçlendirmek için çıkardıklarını söylemiş oldukları bilinmektedir. Aslında 31 Mart Vaka’sından sonra Alman yanlısı M. Şevket Paşa ve maiyetinin yönetimi ele geçirmesi bu iddiaları doğrular nitelikteydi. Çünkü Hareket Ordusu, Osmanlı üzerine yürümeden önce Van Der Goltz öğrencilerine akıl vermiş olması dikkat çeker. “Die Woche” dergisinde çıkan 24 Nisan 1909 tarihli Goltz Paşa’nın mektubunda M. Şevket Paşa’ya başarı göstermesi için hızlı ve sert bir saldırı yapmasını tavsiye ettiği görülmüştü. Ayrıca muhalefete karşı öç alınmasından çekinilmesini de tembih ediyordu. Zaten Hareket Ordusunun önceki komutanı olan Hüseyin Hüsnü Paşanın bu görevden ayrılarak yerine M. Şevket Paşa’nın geçmesi bu konuyu ilginç kılar.19 Zira M. Şevket Paşa, Van Der Goltz’un çok sevdiği öğrencilerinden biridir. Ayrıca para sıkıntısı çeken ve demiryollarının işletmesi kendisinde olmayan Osmanlı Devletinde, binlerce askerin Rumeli’den İstanbul’a getirilmesi ve bunun mali güçlüğü, beraberinde birçok soru işaretini de getirmektedir.
İngiliz
elçisi
Ramsay’a
göre
bu
ilerleyiş
Almanlarla,
Avusturyalıların sağladığı maddi destekle aşıla bilinmişti. Zaten Hareket 17
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.VIII, s.174. Avcıoğlu, A.g.e., s.38. 19 Akşin, 31 Mart Olayı, s.265. 18
107
Ordusu’nun İstanbul’u kontrol etmesi ve ardından sıkıyönetim ilan ederek idareyi ele alması Avrupa’da bir Alman zaferi, İngiliz yenilgisi olarak yorumlanmıştır.20 31 Mart Vaka’sından sonra ilk olarak sıkıyönetimle idare etmeyi öğrenen M. Şevket Paşa; 1911’de bu yönetim tarzının değiştirip Sadrazamlığa geçince Van Der Goltz’da orduyla ilgilenmek üzere tekrar Osmanlıya geldiği görülecekti. 21 Devletin, I.Dünya Savaşı’na girmesinde etkili olan Alman subayların, yıkılması yolunda da bizlere en çok zararları dokunacak kişiler olması bu 31 Mart Vaka’sını bizlere kimin düzenlenmesini istediğini ve desteklediğini göstermesi açısından sanırım yeterlilik arz etmektedir. C- Sultan’ın Kişiliği ve Faaliyetleri Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik, siyasi ve sosyal açıdan en karışık döneminde 34. Padişah olarak 31 Ağustos 1876’da tahta çıkmıştır. 21 Eylül 1842 yılında doğan
Abdülhamid’in babası Sultan
Abdülmecid, annesi Tir-i Müjgan Kadınefendi’dir. 22 II.Abdülhamid, ilk tahsili olarak Türkçe’yi Gerdankıran Ömer Efendi’den, Farsça’yı Ali Mahvi Efendi’den, Osmanlı Tarihini Vakanüvist Lütfi Efendi’den, Fransızca’yı Ethem ve Kemal Paşalardan ve Gadret isimli bir Fransız’dan, Musikiyi de Guatelli ve Lombardi ismindeki iki İtalyan’dan öğrenmiştir.23 Nitekim daha gençlik yıllarında içine kapanık biri olması nedeniyle kendisini okumaya vermiş ve bazı yazarlarla görüşmeler yaparak kamuoyu bilgisine sahip olmaya çalışmıştır. Ağabeyi şehzade Murat ve pek çok hanedan üyesinin aksine para biriktirmeyi başarmış ve tahta çıktığı zaman cülus bahşişini bile kendi cebinden ödemiştir. 24 Ayrıca dikkat ve disiplin yeteneğine bir de elde edilen sonuçları zamanında ve yerinde kullanma becerisi
eklenince, sadece
umumi olaylara değil; saray, halk, ulema çevrelerinin de ahvali hakkında bilgi edinerek, kuvvetli bir hafızaya sahip olagelmiş bir kişiliktir. Ayrıca kuruntulu ve vehimli olmasına rağmen de bu durumunu asla garezkarlıkla karıştırmamıştır.25 II. Abdülhamid, tahta çıkışında, devrin bazı devlet adamlarına tavizler vermiş olmasaydı, belki de Osmanlı Hanedanı’nın kuruluşundan itibaren gelip 20
Akşin, A.g.e., s. 266. Avcıoğlu, A.g.e., s.81. 22 Cezmi Eraslan, Sultan II.Abdülhamid, s.9. 23 Kocabaş, A.g.e., s.17. 24 Eraslan, A.g.e., s. 10. 25 Kocabaş, A.g.e., s.18,19. 21
108
geçen en başarılı hükümdarlarından biri sayılacaktı. Çok sakin ve gösterişten uzak bir saltanat yaşayan Sultan, akıllı ve nazik bir görünüm arz etmiştir. Ayrıca güvensizlik duyduğu kişilere bu durumu belli etmez, hatta onlarla daha açık ve samimi konuşmayı tercih ederdi.26 Namık Kemal, Ziya Bey, Ali Suavi gibi Yeni Osmanlıları boş bırakmayarak onlara çeşitli görevler vermiş olduğu bile görülmüştü. Böylece bunların kendi gözü önünde bulunmalarını sağlamış ve bir takım faaliyetlere girişilmelerini de önlemiştir.27 Yine Sultan, Cami’de halkın arasına girerek namaz kılıyor, Tersane’ye gidip subaylarla beraber askerin yemeğinden yeme tevazusunu gösteriyor ve ulemayla birlikte iftar ediyordu. Halkın refah içinde yaşamasını gönülden arzu ederek o yönde girişimlerde bulunuyordu. Zira S. Henry F. Woods’a göre tebaa’sı onu “Hayırsever, koruyucu ve lütufkar bir padişah” olarak andığını belirtmiştir. 28 Ayrıca mutaassıp olmamakla beraber dindardı. Zaten takip ettiği Panislamik siyaset sonucunda İslam’a karşı lakayd veya düşman olması da düşünülemezdi. Kendisi bir ara Kadiri Tarikatı üyesi olmuş ve ömrünün sonlarına doğru da Nakşibendi Tarikatına intisap eylemiştir.29 Saltanatı müddetince ağır bir hastalığı nedeniyle bir kere Cuma namazını terke mecbur kalmıştır. Ramazan ayı boyunca da bazen sıhhati bozuk olduğu halde oruç yediği görülmemiştir. İçki kullanmaz kullananları da hoş görmezdi. Saraya içki sokulmasını da yasaklatmıştı. Ayrıca bazı kelimelerin yanlış ve zararlı kullanılmasını önlemek için de yasak getirmişti.30 Sultan II. Abdülhamid tahta çıktığı zaman, deniz kenarındaki Dolmabahçe Sarayı’ndan amcası Sultan Abdülaziz’in taht’tan indirilmesi olayında
deniz
kuvvetlerinin oynadığı rol nedeniyle, 360 derecelik ve denize paralel inen tepelerin sırtında inşa edilen, stratejik öneme ve güvenliğe sahip olan Yıldız Sarayı’nı tercih ettiği görülmüştür.31 Nitekim ikamet etmeye başladığı bu sarayda ve tahta çıktığı dönem oldukça şansız bir devreye rastlamıştır. Çünkü tahta çıkar çıkmaz Osmanlı Ülkesini fakir bir duruma düşüren Osmanlı-Rus harbi patlak vermişti. Yine Kırım savaşında kullanılmak üzere daha önceleri alınan borçlarla 26
Sir Henry F.Woods, Türkiye Anıları, Çev.Fahri Çoker, Milliyet Yay., Ekim-1976, s.113. Ebüzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, s.310. 28 F.Woods, A.g.e., s. 118; Ebüzziya Tevfik, A.g.e., s. 311 29 Ahmet Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, OSAV Yay., İst., 1999, s.265. 30 Kocabaş, A.g.e., s.269. 31 F.Woods, A.g.e., s. 114. 27
109
başlayan dış borçlanma hızla artmış, bu borç 1854-60 döneminde 16 milyon altına, Sultan Abdülaziz dönemi sonunda da 100 milyon altına yükselmişti.32 Bu borç yüküyle birlikte ortaya çıkan 1877-78 Rus harbi sonrasında kayıp büyüktü. Ancak bu kayıpların sulh zamanında giderilmesi oldukça dikkat çekicidir. Zira bu savaş sonrasında yapılan Berlin Kongresine göre Osmanlı, Avrupa’daki en büyük ve en zengin eyaletini, diğer yandan da doğuda sınır boylarındaki stratejik savunma pozisyonunu kaybediyordu. Fakat yine de bütün bu kötü sonuçlara rağmen birkaç yıl içinde devlet maliyesi yeniden düzene sokularak, ticaret canlandırılmış ve yabancı borçların önemli bir kısmı ödenmiştir.33 Ancak yine de devlette var olan dışa bağımlılık yüzünden bir takım gelişmelerin yaşanamayacağı ortaya çıkacaktır. Daha sonraları yaşantısında Sultan’ın tavır ve düşüncelerinde değişikliğe yol açacak bir takım gelişmeler yaşanacaktır. Bu çerçevede 18 Mayıs 1878’de Ali Suavi ve kendisi gibi 300 yandaşının Çırağan Sarayı’nı basarak IV. Murad’ı tekrar tahta çıkarma girişimi Sultan tarafından anlamsız olarak nitelendirilmişse de, üzerinde derin bir etki bırakmış olması kaçınılmazdı. Zira bu olaydan sonra kendisini iyice Saray’a kapatmıştır. Nitekim Yıldız Sarayı’ndaki özel tiyatrodan çıkarken genç bir subayın kama ile kendisini öldürmeye teşebbüs etmesi tereddütlerini haklı çıkarıyordu. 1905 yılında Hamidiye Camii önünde namazdan önce dinamit yüklü bir arabanın patlaması Sultan’ı iyice telaşlandıran gelişmelerdi. Çünkü nasıl oluyor da dinamit yüklü bir araba muhafız kıt’alarının önünden geçip camii önüne kadar gelebiliyordu, sorusu onun kafasını iyice meşgul etmişe benziyordu.34 Nitekim Sultan II.Abdülhamid’in gördüğü ve geçirdiği haller, olaylar onu etrafındakilere ve herkese karşı itimatsızlığa sevketmişti. Ayrıca Sultan, kendisinden önce gelen padişahların nasıl tahttan indirildiğini bildiği için, bir gün sıranın kendisine geleceğini tahmin ederek ona göre tedbir almayı yeğlerdi. Bu amaçla çekindiği vükela ve ulema camiasından jurnal toplama yöntemine gitmişti. Ancak işin içine halktan gelen jurnallerin de katılması işi çığırından çıkarmıştır. Kaldı ki, Sultan ve toplum bundan rahatsız olmaya başlamıştı. Ayrıca kendisinden para koparmak isteyen sahtekarların 32
Eraslan, A.g.e., s. 12. F.Woods, A.g.e., s. 116. 34 Joan Haslip, II.Abdülhamid, s.161,164,288. 33
110
gönderdiği entrika dolu jurnallerin de farkındaydı.35 Ancak yine de bu jurnalleri saklamak ihtiyatını da göstermiştir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihat ve Terakki hükümetleri bu jurnalleri uygun bulmamışsa da, mahvetmeyerek saklamışlardı. Ancak kendi aralarında münakaşalar şiddetlenince, yahut biri teşhir edilmek istenince bu jurnallerin yayınlanacağı yoluyla tehdit ortamı meydana getirildiği görülecektir. Nitekim Hareket Ordusu İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilmesinin ardından bu belge niteliğindeki jurnallerin neşredilmesi teklif edilmişse de M. Şevket Paşa’nın “Ne bilirsiniz, benim de jurnalim çıkmayacağını” diyerek böyle bir girişimin ortalığı fesada vereceğini hatta baba ile oğlu birbirine hasım edebileceğini belirterek yayınlanmasına izin vermemiştir. Bütün jurnaller Enver Paşa’nın Harbiye Nazırı olmasından sonra Harbiye Nezareti meydanında yaktırılarak yok edilmiştir.36 Nitekim istibdat yönetiminin mirası denilen jurnalcilik kaldırıldıktan sonra İttihat ve Terakkici yöneticiler istihbaratın önemini anlayınca Teşkilat-ı Mahsusa’yı kuracakları görülecektir.37 Sultan’a takılan “Kızıl” lakabına gelince, bu lakabı Ermeni meselesi nedeniyle Ermeni kan döktüğü için Hıristiyan devlet adamları ve yazarları tarafından kullanılıp ve Sultan II Abdülhamid’e takıldığı görülmüştür. Maalesef bizdeki batı taklitçiliğinden kurtulamayan aydınlarımızın meselenin iç yüzünü bilmeden bu lakabı kullandıkları bilinir. Zira bu lakabı ve benzer yakıştırmaları ilk önce İngiltere Başbakanı Lord Gladiston tarafından ağza alınmıştır. Fransız yazarlardan Albert Vandal, Albert Şarel, Piyer Kiyer de “Kızıl Sultan” kelimesini kullanmışlardı. Bizim dilimize ise J. Ray adlı Fransız yazarın “Kızıl Sultan” isimli kitabını Jön-Türklerden Adil Bey çevirirken aynı ismi kullanmasıyla intikal etmiştir.38 Fakat şöyle bir geçek vardır ki, o da Sultan’ın kan dökülmesinden nefret ettiğiydi. Zira hakkında idam kararı verilenlerin bile kararının uygulanmasını istemez müebbede çevirtirdi. Ancak kimseyi öldürtmemesine rağmen adam sürdürmesi herkesin gözünü yıldırmıştı. Yine de saltanatı müddetince üç kişiyi öldürmüştür ki, bunlardan biri idareyi eline alıp hüküm sürmek isteyen Taif’te boğdurttuğu Mithat Paşa, ikincisi ise Yıldız parkında Sultan’a arzuhal vermek 35
Süleyman Kani İrtem, Hafiyelik ve Sansür, Haz. O.Selim Kocahanoğlu, Temel Yay., İst., 1999, s.138; Kocabaş, A.g.e., s.121,122. 36 İrtem, A.g.e., s. 138. 37 Kocabaş, A.g.e., s.124. 38 , A.g.e., s.179,180.
111
isteyen bahçıvan’ın, yoldan geçerken Sultan’ın karşısına çıkarak birden koynundaki arzuhali çıkarmak için elini koynuna sokunca Sultan’ın, kendisini vurmasından korkup silahıyla vurduğu kişidir. Üçüncü olarak ise Harem Ağası olan bir Arap’ın diğer Harem Ağasıyla tartışıp onu öldürmesinden sonra, huzura gelerek “Adam öldürdüm” diyerek affını istemişti. Ancak sultan ilk etapta onu yanından güzellikle savmasına rağmen sonradan yakalatıp, yargılatarak idam ettirmiştir.39 Çünkü adam öldürme cesaretinde bulunduktan sonra, Sultan’ın huzuruna büyük bir soğukkanlılıkla çıkan bir kişiden ve özellikle de padişahın özel hayatının geçtiği yerin ağasının böyle bir girişimden sonra, ondan artık her şey beklenilebilirdi. Sultan II.Abdülhamid bütün bu girişimlerden sonra yine de karamsar bir kişiliğe bürünmemiştir. Aksine hemen hemen her devletle iyi ilişkiler kurarak devleti ve milleti savaş ortamından uzak tutup, devletin toparlanması için de barış ortamına ihtiyaç duymuştur. Kendisi bu durumu “Allah bize sulh ve sükunet nasip etsin. Hiçbir memleketin buna bizim kadar ihtiyacı olduğunu sanmıyorum.” diyerek ifade etmiştir.40 Ayrıca “Dünyada yalnızız. Düşman vardır, fakat dost yoktur. Salip her zaman müttefik bulabilmekte, fakat hilal her zaman yalnız kalmaktadır. Osmanlı Devleti’nden menfaat bekleyenler ona dost görünmekte, fakat umduğunu bulmadığı zaman hemen düşman kesilmektedir.” diyerek son derece realist bir yaklaşımla devlet politikasını daha iyi tespit edebilecek bir niteliğe de sahip olmuştur.41 Devletin geri kalmışlığını kabul etmiş ve Avrupa’ya gönderilen öğrencilerden zararlı fikirlerle geri dönüp, bütünlüğü tehlikeye sokmaması için çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Zaten Tanzimat’tan itibaren başlayan ıslahat girişimleri Sultan II. Abdülhamid döneminde sağanak şekilde kendisini gösterecektir. Her ne kadar müstebit olarak nitelendirilmiş olunsa da, gerçek
manada
gerçekleştirilmiş
yeniliklerin olunması
yapılarak
gözden
yaygınlaştırılması
kaçmamalıdır.
Zira
bu
modern
dönemde Türkiye
Cumhuriyeti’nin oluşmasında ve yapılacak olan İnkılap hareketlerine öncülük edecek olan devlet şahsiyetlerinin bu dönemin eğitim kurumlarından yetişmiş
39
Cemil Topuzlu, 80 Yıllık Hatıralarım, Haz.Hüsrev Hatemi-Aykut Kazancıgil, İst.Ünv.C.Paşa. Tıp Fak. Yay., İst., 1982, s.60. 40 Cezmi Eraslan, II.Abdülhamid ve İslâm Birliği, Ötüken Yay., İst., 1992, s.181. 41 Eraslan, II.Abdülhamid, s.60.
112
olması dikkate şayandır. Ayrıca bu dönemde yaşanan girişim ve ortaya atılan fikirlerin Cumhuriyet döneminin bir laboratuarı gibi görmek yanlış olmayacaktır. İşte demokratik kurumların üstünlüğünü kabul eden Sultan’ın bu amaçla çeşitli faaliyet girişimlerinde bulunduğu görülecektir. Ayrıca yapılan bütün sosyal düzenlemelerin uzun ömürlü olup iyi neticeler vermesi için en lüzumlu unsurun eğitimin geliştirilmesi olduğu da bir gerçeklik arz ettiği açıktır. Osmanlı toplumunu bu dönemde İslâmî bir zeminde birleştirmek için eğitim, ziraat ve ticaret gibi sosyal hayatta devleti çağın gereklerine uydurmak isteği oldukça belirgindir.42 İşte bu uğurda kendi şahsi hazinesi olan “Kise-i Hümayun” dan 72 milyon 780.129 altın sarf etmiştir.Toplamı 1552 adet hayır eseri, kurum ve çeşitli imaretlerden oluşan yatırımların belli başlıları şunlardır; Modern bir Tıp Fakültesi, Mekteb-i Mülkiye, Hukuk Fakültesi, Beyoğlu Kadın Hastanesi, Güzel Sanatlar Akademisi, Yüksek Ticaret Mektebi, Mühendis Mektebi, Kız Muallim ve Sanayi Mektebleri, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi, Bursa İpekçilik Mektebi, Fen ve Edebiyat Fakültelerinden oluşmuş Darülfünun, Hendese-i Mülkiye, Darül Muallimin-i Aliye, Dilsiz ve A’ma Mektebleri, Dolmabahçe saat kulesi, Akıl Hastanesi, Şişlide Hamidiye Etfal Hastanesi, Medine’ye kadar telgraf hattı, İstanbul-Selanik ve Manastır-Selanik Demiryolları, Osmanlı Sigorta Şirketi, Yafa-Kudüs ve Ankara Demiryolu, Küçüksu Barajı, Rüşdiye Mektebleri, İptidai denilen ilk öğretimi köylere kadar genişletme, İdadiler açtırıp bunlara uzman getirten, Eski Eserler Müzesi,Askeri Müzesi, Beyazid Kütüphanesi, Yıldız Kütüphanesi gibi bir çok kurum, eser yaptırmış veya gelişmesine öncülük etmiştir. Bunların haricinde rıhtım, bankalar, fabrikalar ve su yollarını da saymakta yarar vardır.43 Zira bütün bu girişimler daha sonraki dönemde yaşayacak olan halka hizmet edeceği gibi, hepsi müstebit olarak nitelendirilen Padişah tarafından milletin selamet ve saadeti için yapılmış olması yanlış tanıtılmak istenilen bir şahsiyeti ilginç hale getirir. Nitekim İmparatorluk çapında 250 olan Rüşdiye sayısı 600’e, İdadi sayısı 5’ten 104’e, Muallim Mektebleri 4’ten 32’ye, 200 adet olan ilköğretim mekteplerinin sayısı da 5000 civarına yükseltildiği hatta kuruluşu öncelere 42
II.Abdülhamid’in konuyla ilgili görüşleri hakkında Daha geniş bilgi için bkz., Eraslan, II.Abdülhamid, s.81. 43 N.Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan, Büyük Doğu Yay., İst., 2002, s.284-286; Cevat Rifat Atilhan, A.g.e.,s.56; M.Turan, A.g.e., s.30-32.
113
dayanan Darülfünun’un ise bu dönemde kalıcı ve gerçek anlamda üniversiteye çevrilmiş olduğu bir gerçektir.44 Ayrıca başta Galatasaray Mektebi Sultani’si ve bazı yabancı okullara Türk müdür tayini ve Türkçe eğitimi verilmesi
yine
Sultan’ın iradesi sonucu atılan bir adımdır. II. Abdülhamid’in saltanatın dönemindeki yayın hayatına baktığımızda ise oldukça iyimser bir noktayla karşılaşmaktayız. Zira Türk matbaacılığı 1728’de İbrahim Müteferrika ve 28 Çelebizade Said Efendi’nin birlikte girişimiyle başlayarak, bir süreç takip ettiği aşikardır. Ancak Tanzimat’a kadar basılan kitap sayısı 436’yı geçmiyordu. Oysa Sultan II.Abdülhamid döneminde hem baskı tekniğinde hem de baskı sayısında önemli gelişmeler olmuş, kitap basımı altın dönemini yaşamıştır.45 Mizancı Murat Bey’in “Biyografi” adlı eserinde ise kitap basım sayısı yaklaşık beş bin olarak verilmektedir. Meşrutiyetin ilanından sonra ise gazete ve dergi sayısında da bir patlama meydana gelmiş ve sayıları yaklaşık 300’ü bulmuştur.46 Sultanın, eğitim ve kültür alanındaki bu faaliyetlerinden başka ön sezisi güçlü olduğundan bir takım yasaklama ve kısıtlamalarda koyduğu görülmüştür. Yerli ve yabancı unsurların İmparatorluğu parçalamasından çekindiği için; Arnavutların, Kürtlerin,Çerkezlerin, ve Arapların ileri gelenlerini bir rehine gibi sarayda görevler vererek elinin altında bulundururdu.47 Hatta onlara yüksek rütbeler dahi verirdi. Bunlara misal Şerif Hüseyin ve ailesidir ki, İttihatçılar idareyi ellerine aldıktan sonra bu kişiyi hicaz emiri olarak atamaları, daha sonraki dönemlerde çıkacak olan I.Dünya Harbinde nasıl yanlış yaptıklarını gösterecektir. Çünkü Şerif, İngilizlerle işbirliğine gitme yolunu seçecektir. 48 Ayrıca Sultan, mason localarına kayıtlı birçok kişiyi Sadrazam, Nazır, Vali olarak atamaktan ve donanmasında mason İngiliz amiral kullanmaktan korkmadığı da görülmüştür. Hatta bu tür derneklerin hayır ve eğlence düzeyindeki faaliyetlerine katkıda da bulunabiliyordu. Ancak birçok locaya da hafiyelerini sızdırmayı da ihmal etmemiştir. Böylece bu davranışıyla onların faaliyetlerini de kontrol altında 44
Abdülkadir Özcan, “2. Abdülhamid” , 21.Yüzyılda Sultan II.Abdülhamid’e Bakış, Haz. Mehmet Tosun, Acar Yay., İst., 2003, s.12. 45 Muammer Göçmen, İsviçre’de Jön-Türk Basını ve Türk Siyasal Hayatına Etkileri, Kitabevi Yay., İst., 1995, s.269. 46 Balioğlu, A.g.m., s.27. 47 M.Turan, A.g.e., s.33-43. 48 Tansu, A.g.e., s.47.
114
tutmuştur. Siyaset yapıp, politikaya karışanlar ve fesat çıkaran localara ise hemen baskı uygulamakta da gecikmemiştir.49 Hatta o dönemlerde yani “İstibdat” denilen şahsi idaresi döneminde silah ithalini yasaklamıştı. Fakat II. Meşrutiyetin ilanından sonra hükümetin bu faaliyeti serbest bırakması, 31 Mart Vaka’sından sonra yapılan yanlışı ortaya çıkaracaktı. Zira serbest bırakılan bu silah ithali sayesinde Ermeni örgütler silahlanacaklardı. Ve hemen akabinde Adana’daki Ermeni olayları patlak verecekti. Mabeyn katibi Süleyman Tevfik Bey’in aktardığına göre, Sultan kendisine yıllarca sövüp sayan ve çeşitli lakapları yakıştıran kişileri her zaman güler yüzle karşılamış ve onlarla tatlı tatlı sohbet etmiştir. 50 Fakat yine de kendisine takılan “Kızıl Sultan” lakabından kurtulamamıştır. Zira bu lakabı Ermeniler kullanıyordu ve Sultan’ı Ermeni katili olarak adlandırıyorlardı. Nitekim o gün Sultan’a bu yakıştırmayı yapanlar 1915’teki tehcir olayından dolayı aynı
sıfatlarla
karalandıkları görülecekti.51 Oysa ki, Sultan II. Abdülhamid ne kadar müstebit ruhlu olursa olsun etrafı iyi tanıyordu ve uzağı görebiliyordu. D- 31 Mart’taki Tutumu, Hal Edilmesi ve Yargılanmak İstenmesi İsyanın çıktığı saatlerde Sultan bu olayı şaşkınlıkla karşılamıştı. Çünkü istihbarat bilgisi oldukça iyi olan Sultan’a, böyle bir ayaklanma olacağına dair bilgi gelmemişti. Sultan II.Abdülhamid bir Harem’e geliyor, bir Selamlığa çıkıyor, Başkâtiple ve Mabeyncilerden Rıza Bey’le görüşerek olanları anlamaya çalışıyordu. Nitekim bu olayı yorgan kavgası olarak niteleyerek, bu işin kendisinin tahttan indirilmesiyle neticeleneceğinden emin olduğu için haklarından feragat edeceğini daha sonra sadrazam olacak olan Tevfik Paşa’ya bildirecekti. 1 Her ne kadar da hareketin başlangıcında etken olmamışsa da, mevcut otorite boşluğunda yine de tahtının korumak için ayaklanan askerlerin isteklerini kabul etmek zorunda kalmıştır.2 Asilerin, meclisten talep etmiş oldukları isteklerinin kabulü ve bu arada affedilmek istenmeleri gibi isteklerde bulunan askerler, bu istekleri mebuslar tarafından değil de Sultan tarafından sağlanınca Padişah’a bağlanmışlardır. Sultan’da kendi aleyhine yapılan bu tertiplerden dolayı bağlılığı 49
Orhan Koloğlu, Abdülhamid ve Masonlar, Eylül Yay., İst., 2002, s.192. Kutay, A.g.e., s.40. 51 Akgündüz, A.g.e., s. 270. 1 Ayşe Osmanoğlu , Babam Sultan Abdülhamid, s.142. 2 Alemdar, A.g.e., s.109. 50
115
kabul etmiştir. Fakat Hareket Ordusu, İstanbul önlerine gelince muhalefet ayaklanma suçunu Sultan’a yükleyerek, kendisini temize çıkarma niyetindeydi. Bu ise ayaklanmayı Sultan’ın çıkardığı inancını ortalığa yayacaktı. Bu inancı benimsemek İttihatçıların da işine gelmişti. Zîra sıkıyönetimle muhalefeti silmeye kararlı olan bu kuvvetler, ayrıca 1908 İhtilalinde yapamadıkları Sultan’ı tahttan indirme işini şimdi gerçekleştirerek siyasi duruma egemen olmak niyetindeydiler.3 Bu gün hemen hemen bütün tarihçilerin hemfikir oldukları bir konu vardır ki; o’da Sultan’ın bu olayda ilişkisinin olmamasıdır. Zîra II. Abdülhamid’in de deyimiyle, eğer olaylara girip yararlanmayı düşünmüş olsaydı, isyandan sonra Selanik’teki Beylerbeyi Sarayı’nda değil, tahtını koruyarak Yıldız Sarayı’nda olurdu.4 İsyanın ilk saatlerinde Hüseyin Hilmi Paşa ve kabinesi bu olayı bastırabilecek güçte iken istifa ettikleri görülmüştü. Bundan dolayı da isyancıları yatıştırma işi Saray’a düşmekteydi. Olayların gelişme gösterdiği bir anda Ali Kabuli bey’in öldürülmesi de Sultan’a yıkılmıştı. Oysa ki Ali Kabuli Bey’in öldürüldüğü gün Sultan, hiçbir zaman bu kadar üzüntülü ve bezgin görülmemişti. 5 Bu üzerine atılan iftirayı ise “Eğer intikam almak gerekseydi ve ben de buna tenezzül etmiş olsaydım, Ali Kabuli gibi harekette dördüncü, beşinci sırayı bile tutmamış ve daha doğrusu hiçbir şey yapmamış suçsuz bir adamı mı öldürtürdüm?” diye açıklayarak kendisini savunmuştur.6 Sultan II. Abdülhamid eğer Hilafet ve Saltanat makamının etki gücünü kullanmış olsaydı ve Selanik’ten gelen orduya karşı mukavemet emrini vermiş olsaydı, hem İstanbul’da ve hem de diğer vilayetlerde gerçekten kan gövdeyi götürürdü. Ayrıca böyle bir ayaklanmayı tertip ettiği düşünülen birisi, yine “Hal” kararının çıkmasını da engelleyecek bir ortam meydana getirebilirdi. Ve yine son saate kadar kaçabilme imkânı varken kaçmadığı da görülmüştür. Eğer bu davranışları sergilemiş olsaydı olay, dış devletlerin müdahalesine kadar varabilirdi. Nitekim üç, beş kişinin çıkardığı bu isyan yaygarası “Sevgili milletimin hayatı olmadığı” diye görüşlerini de ifade etmiştir. 7 Zaten bu 31 Mart Vak’ası’nda parmağı olmuş olsaydı, bunu çavuşlarla mı yapardı? Oysa başlarına 3
Akşin, A.g.e., s. 294. İsmet Bozdağ, Abdülhamid’in Hatıra Defteri, s.107. 5 Osmanoğlu A.g.e., s.142. 6 Bozdağ, A.g.e., s. 115. 7 Bozdağ, A.g.e., s. 107. 4
116
kumandanlar ve Erkân-ı Harb zabitlerinden koyarak daha muntazam bir hareketle bir anda Meclis’i ortadan kaldırıp, Meşrutîyet Rejimi’ni de yıkabilirdi. 8 Eskiden yaptığı gibi büyük devletler arasındaki rekabeti körükleyerek onlardan birisini yardıma çağırabilirdi. Veya Anadolu yakasına geçerek İslâm Halifesi sıfatıyla Selanik’ten gelen askerlere karşı mücadele de edebilirdi. Fakat Sultan, maiyetindekilere endişelenmemeleri için bu gelen ordu’yu kendi emniyeti için bizzat davet ettiğini söylüyordu.9 21 Nisan’dan itibaren Hareket Ordusu İstanbul’a girme hazırlıklarına başlayınca 22 Nisan’da Mebuslar ve Ayan üyeleri, İstanbul’dan daha emniyetli gördükleri Yeşilköy’de meclisi toplamışlardı. Buradaki Yat Kulüpte Ayan Reisi Sait Paşa başkanlığında yapılan gizli oturumda verilen önerge üzerine II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi görüşülmeye başlandı.10 Yeşilköy’de toplanan bu meclis üyeleri Sultan’ı Hal Kararını verince Hareket Ordusu’nun içerisinde sorun meydana getireceğinden ve henüz Yıldız Sarayı tam olarak ele geçirilmediğinden M.Şevket Paşa, Meclis üyeleriyle görüşerek, bu işi İstanbul’u tam olarak ele geçirdikten sonra görüşmelerini istemiştir. 11 Zîra Selanik’ten getirtilen askerler Padişah’ı korumak amacıyla getirtilmişlerdi ve ordu İstanbul’a girmeden önce Sultan’a, kendisinin Hal edilmeyeceğini, maksadın ortalıktaki fesadı kaldırmak olduğu M.Şevket Paşa tarafından telgrafla teminat verilmişti. İlk etapta Sultan’a hal edilmeyeceği konusunda teminat verilmesi belki de O’nun idaresinde olan, çok iyi yetişmiş Hassa Ordusu’na mukavemet emrinin verilmemesi için düşünülmüş olunabilirdi. Fakat daha sonra Yıldız Sarayı abluka altına alındığı zaman bile Sultan, mukavemet emri verdirmemiş ve hatta silahları bile toplattığı görülmüştür.12 Her gece dört, beş bin elektrik lambalarıyla ışıklandırılan Saray, son gecesinde sadece beş, on adet bulunan hava gazı fenerleriyle aydınlatılmaya çalışılmıştır. 24 Nisan’dan itibaren Saray işleri aksatılmış, elektrikler kesilmiştir.
8
İsmail Hami Danişmend, 31 Mart Vak'ası, s.27. Kutay, A.g.e., s. 169. 10 Rifat Uçarol, Bir Osmanlı Paşası ve Dönemi, s.298; Lütfi Bey, Osmanlı Sarayı’nın Son Günleri, Hürriyet Yay. İst.,s.15. 11 Abdurrahman Şeref Efendi, II.Meşrutîyet Olayları, Haz.Bayram Kodaman-Mehmet Ali Ünal, T.T.K. Yay., Ank., 1996, s.21. 12 Benzer bir değerlendirme için bkz., Danişmend, A.g.e., s. 127. 9
117
Zîra hizmetkârların da Saray’dan kaçtıkları görülmüştü.13 Sultan II. Abdülhamid ise ayaklanma gecesi endişeli olmasına rağmen, son gece ilgisiz ve sakin bir kişiliğe bürünmüştür. Her zamanki çalışma programına aynen devam etmiştir. Zira Hareket Ordusu’nu belki de Ethem Paşa’nın Adana’daki olayları bastırmak için M.Şevket Paşa’dan istettiği üç taburdan ibaret sanıyordu. Oysa Sultan gerçeği bilmiş olsaydı hiçte sakin davranmayacağı bilinen bir gerçekti. Bu da Sultan’ın isyanda katkısı olmadığı için gidişatta da el atmadığını göstermekteydi.14 25 Nisan 1909’da Hareket Ordusu İstanbul’u ve Yıldız Sarayı’nı tamamen kontrol altına alınca 27 Nisan’da da Meclis’ten Sultan’ın Hal kararı çıkmıştı. Fakat Hal kararının ardından bir de Hal Fetvasının çıkması gerekiyordu. Söylediğinden şaşmayan bir mizaca sahip olan Fetva Emini Hacı Nuri Efendi’den fetva alınamayınca, O’nun yakın dostu Mustafa Asım Efendi gönderilerek zaten abluka altında olan Yıldız’ın basılacağı ve eğer fetvayla Sultan tahttan indirilmezse öldürülebileceklerini söyleyerek tehditle fetva müsvettesi alınarak Şeyhülislâm Mehmet Ziyaeddin Efendi’ye zorla imzalatılmıştır.15 Ve ardından Ayan üyelerinden ve Sultan’ın eski yaverlerinden Arif Hikmet Paşa, Jandarma Liğvası Draç Mebusu Esat Paşa, Ayan üyelerinden Ermeni katoliği Aram Efendi ve Selanik Mebusu Musevi Emmanuel Karasu Efendi gibi hiçbiri Türk olmayan bir tebliğ heyeti oluşturularak Yıldız Sarayı’na gönderilmiştir.16 Hal heyetinden Arif Hikmet Paşa’ya baktığımızda, Padişah’ın eski yaveri ve Laz Arif diye tanınırdı. O’nun Ayan Azası olmasını ve rütbesinin yükselmesini sağlayan II. Abdülhamid idi. İkinci olarak Ayan Azasından Ermeni Katolik Aram Efendi ise Hazine-i Hassa Nazırı Ohannes Paşa’nın tavsiyesiyle çok genç yaşta Padişah’ın hizmetinde bulunmuş ve O’nun lütfunu görmüştü. Üçüncü olarak Selanik mebusu Emmanuel Karasu Efendi’ye baktığımızda, daha önceki “Yabancı Parmağı” adlı bölümümüzde de belirttiğimiz gibi Siyonistlerin, Hanedan-ı Ali Osman’ın kendi malı olan Kudüs Sancağı’nın büyük kısmını satın almak için Sultan’la görüşen heyet içerisinde bulunan birisiydi. Nitekim Sultan’ın Başkâtipliğini yapan Tahsin Paşa’nın aktardığına göre Karasu Efendi bu heyetle beraber istediğini elde edemeden ayrıldığı sırada “Ben bir daha Zat-ı Şahane’nin 13
Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutîyet'in İlânı ve 31 Mart Hadisesi, s.79. Mc Cullagh, A.g.e., s.196. 15 Kutay, A.g.e., s. 130. 16 Lütfi Bey, A.g.e., s. 16. 14
118
huzuruna çıkarsam bu sefer ki kendilerini endişelendirecek ve müteessir edecek mevzu ve hadise için olacaktır.” diye söylemiş olması ise oldukça ilginçtir. Ve son olarak
Draç
Mebusu
Esat
Toptani’yi
ele
aldığımızda
da,
Sultan’ın
İmparatorluğunun kargaşa çıkması muhtemel yerlerindeki tanınmış ailelerin çocuklarını alır, yetiştirir ve bunları da hızlı bir terfi sistemiyle Paşa’lığa kadar yükselttiği olurdu. Hatta Meclis kapalı olmasına rağmen devam eden Ayan meclisi’ne üye yapardı. İşte Esat Paşa’da böyle yetişmiş birisiydi ve Arnavut’tan Draç Mebusu seçilmişti.17 Nitekim Baş Mabeyincilerden Lütfi Bey bu heyet için “33 yıllık Halifelik makamında bulunmuş olan bir hükümdara nasıl böyle kimselerin gönderildiğini ve bunun bağışlanmaz hata ve silinmez bir leke…” olarak görüşlerini söylemiştir.18 Anayasayı ezmek için iş başına geçen güçler sonuçta Sultan’ın da sonunu hazırlamışlardı. Şeriat isteyen askerler Padişah’ı da kendi aralarında yıkmışlardı. Hal kararını ileten Esat Paşa’nın “Millet seni azletti!” sözüne Sultan’ın oldukça müteessir olduğu bilinmektedir.19 Zîra Padişahlar görevden alınırken “Hal” kelimesi, herhangi bir görevlinin işine son verilip, kovulmasında ise “Azl” kelimesi kullanılırdı. Nitekim Sultan’ın zoruna giden de bu nokta olmuştu. Sultan, Sadrazam Tevfik Paşa’dan, kendisinin ve ailesinin Çırağan Sarayı’nda kalmasını istemiştir. Ayrıca hayetten can güvenliğini sorup, “Ne yapalım kısmetim böyleymiş” derken de göz yaşlarını tutamamıştır. 20 Ve Sultan, Çırağan Sarayı’na gideceğini düşünerek hazırlığa başlamıştı. Fakat Hareket Ordusu heyetinden gelen Galib Bey, Hüsnü Paşa ve Fethi Bey’in bulunduğu kişiler, eğer İstanbul’da kalırsa bir takım fesada sebep olacağından, can güvenliğinden mesul olmayacaklarını ve askerleri zapt edemeyecekleri yönünde cevap alması üzerine aile efradıyla birlikte Selanik’teki Alatini Köşkü’ne gitmeye razı olmuştu.21 Zaten II. Abdülhamid hatıralarında “Kararı verenlerin fikirlerini değiştirmeyeceklerini biliyordum. Çünkü kendilerini İstanbul’da emniyette görmüyorlardı. Selanik’te ise çevreye hakimdiler. Kalmakta diretsem benden
17
Kutay, A.g.e., s. 144. Lütfi Bey, A.g.e., s. 16. 19 Bozdağ, A.g.e., s. 121. 20 Mc Cullagh, A.g.e., s.209. 21 Ali Cevat Bey, A.g.e., s.85-87. 18
119
kuşkulanacaklardı. Kendisini güvende hissetmeyen insan kadar tehlikeli insan yoktur.” diyerek görüşlerini belirtmiştir.22 Sultan’ın Hal Kararının; ne müsvettesini yazan Elmalılı Hamdi Efendi, ne onun yazdığını tasdik eden Fetva Emini Nuri Efendi, ne de son onay makamı olan Şeyhülislâm Ziyaeddin Efendi tarafından benimsenmiş ve kabul edilmişti. Nitekim Elmalılı Hamdi Efendi’ye bu işi soran oğlu, karşılığında “Cinayet, cinayet!...Bu iş bir cinayetti. Bunu bir daha bana sorma!” diye cevap almıştı. 23 Zaten bu alimler de Hal Fetvasını, yukarıda da gördüğümüz gibi baskı sonucu hazırlamışlardı. Çünkü yapmazlarsa Sultan’a suikast yapılarak vücudu ortadan kaldırılacağı tehdidi yapılmıştı. Nitekim Sultan’ın muhalifleri tarafından kabul edilen bir gerçek vardı ki, o da fetvadaki belirtilen gerekçelerin doğru olmadığı ve İttihatçılar dini siyasete alet etmiş olduklarıydı. Sultan II. Abdülhamid tahttan indirilip Selanik’e gönderildikten sonra bir mesele daha ortaya çıkacaktı ki, o da II. Abdülhamid’in yargılanmak istenmesiydi. Divan-ı Harb’in bu tür istekte bulunmasına rağmen hükümet üyelerinin, Şeyhülislâm’ın ve Adliye Nazırı’nın böyle bir isteğe yanaşmadıkları görülmüştü. M.Şevket Paşa’da, İstanbul’a girmeden önce Padişah’ın hayatına dokunulmayacağına dair garanti vermesinden dolayı
bu konuda fazla ısrar
edilmemesini istemişti. II. Abdülhamid ise; hafiyeciliği kaldıracağını söylemesine rağmen II. Meşrutîyet’ten itibaren tekrar kullanması, her ne kadar tespit edilememişse de Volkan gazetesine Cevher Ağa eliyle para göndermesi ve Serbesti gazetesi sahibi Mevlanzade Rifat’ı öldürtmek istemesi, isyan eden askerlere karşı herhangi bir tepkide bulunmaması nedeniyle suçlamalara maruz kalmıştı.24 Ayrıca eğitime ayrılan paraların hafiyelere verilmesi ve sınırlardaki toprak kayıplarından da, o sorumlu tutulmuştu. 25 Yine Mahmut Muhtar Paşa’nın karargâhında, askeri müzeden getirilen eski Osmanlı miğferleri, şapka diye askere karşı propaganda malzemesi olarak kullanılmasının tertipçisi de II. Abdülhamid gösterilmiştir. Oysa Padişah’ın böyle bir hareketi tertip ve idare edeceğine hükmettirecek kesin deliller Divan-ı Harb eline geçmemişti.26 22
Bozdağ, A.g.e., s. 126. Vehbi Vakkasoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslâm Alimleri, Anahtar Yay., İst., 1994, s.14. 24 Güresin, A.g.e., s. 82. 25 Alemdar, A.g.e., s. 119. 26 Sebahattin Selek, İnönü’nün Hatıraları, Burçak Yay., İst., 1969, s.79. 23
120
Yine isyandan sonra ölüm tehdidi altında bulunan Haremağası Nadir Ağa; isyandan birkaç gün önce Sultan’ın, yabancı bir bankadan 2 milyon lira çektiğini ve Şehzade Burhanettin vasıtasıyla isyancılara dağıttığı söylemişti. Ancak ölüm tehdidi altındaki birisinin sözleri pek güvenilir değildi. Nitekim itimada layık görülen Kamil ve Sait Paşalar, Sultan’ın bu isyan hareketine tamamen yabancı olduğu konusunda şahadet ediyorlardı.27 Ayrıca Sultan’ın kitapları yaktırması, devlet hazinesini israf etmesi, zalim olduğu ve 31 Mart’a sebep olduğu gerekçeleri ile mahkeme edilmek istenmekteydi. Oysa II. Abdülhamid döneminde en çok kitap basıldığı ve isyanla hiçbir ilişkisi olmadığı görülmüştü. Oldukça dindar olduğu da göz önüne alınırsa israf suçunun ona karşı en büyük iftira olduğu ortaya çıkar. Ayrıca iktidarı boyunca hiçbir idam cezasını uygulamadığı da bilinen bir gerçekti. Abdurrahman Şeref Efendi’nin yazmış olduğu bir makalede “31 Mart isyan-ı askerisinde hakanı sabıkın medhali olmadığı ve bazı seray hademe ve sabık istibdad avanesinin isti’dadı zemin ve zemandan bil-istifade eski hale irtica hevesile ve bil-vasıta vuku bulan teşvik ile husule geldiği mukakkakatdandır.” diye 31 Mart Vak’ası ve olayların Sultan’la ilişkisi hakkında bilgi vermektedir. 28 Nitekim daha sonraları, İkdam gazetesinin sahibi Ahmet Cevdet, Fransız Elçisi Bombarn’ın hatıratından bahsederken “Sultan Abdülhamid Han, öyle kendisiyle oynanır bir Padişah değildi. Çünkü muhakkakdır ki O’nun zamanında bütün Avrupa’da onun kadar dış siyasete aşina bir diplomat yoktu. Büyük feraset sahibi bir diplomat olduğundan politika işlerini tehlikeli yerlerden geçmeyerek idare ederdi.” Diye görüşlerini belirttiğini söylemiştir.29 Babanzade Ahmet Naim, Hoca Hayret Efendi, Hoca Kadri Efendi, Elmalılı Hamdi Efendi, Said Nursi, Mehmet Akif gibi alimler Sultan’ın istibdadına karşı, özgürlük için çalışmışlarsa da Meşrutîyetin 1909’daki ilânından sonra pişman olmuşlardı. Hatta Sultan’ın 10 Şubat 1918’deki vefatından sonra O’na muhalif olan meşhur filozof Rıza Tevfik Bey “Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdat” başlıklı şu şiiri yazmıştır; Nerdesin şevketli Sultan Hamid Han? 27
Haslıp, A.g.e., s. 311. İbnül-Emin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, Dergah Yay., İst., 1982, s.1297. 29 Mahmut Kemal İnal, A.g.e., s. 1285. 28
121
Feryadım varır mı bar-ı gâhına? Ölüm uykusundan bir lahza uyan, Şu nankör ... bak günahına. Tarihler adını andığı zaman Sana hak verecek ey koca Sultan! Bizdik utanmadan iftira atan Asrın en siyasi Padişahına! Divane sen değil, meğer bizmişiz! Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz! Sade deli değil, edepsizmişiz, Tükürdük atalar kıblegâhına! Milliyet davası fıska büründü Riday-ı diyanet yerde süründü Türk’ün ruhu zorla asi göründü Hem Peygamberine, hem Allah’ına. Sonra cinsi bozu, ahlakı fena, Bir sürü türedi, girdi meydana. Nerden çıktı bunca veled-i zîna? Yuh olsun onların ham ervahına! diye kendisini ve kendisi gibi inananları eleştirecek bir özveriye de sahip olduğunu gösterecekti.30 Sultan, sadece Müslümanlığı , Milliyetçiliği, Türklüğü inkıraz ve müstemlekeleşmekten koruyuculuğu ve bütün bunlardan dolayı Yahudiliğe ve Batı Emperyalizmi ve Kapitalizme karşı sistemli mücadeleciliği yüzünden bunların kurbanı olmuştu.31 Zîra Sultan’ın muhaliflerine baktığımızda birinci olarak Avrupa’da tahsil gören bazı genç ve genç subayları görmekteyiz. Bunların 30 31
Vakkasoğlu, A.g.e., s. 131. N.Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yay., İst., 2002, s.155.
122
ilki Rusya’dan gelen gençler, Avrupai hayat yaşayan ailelerin çocukları ve Arnavut gibi Türk olmayan aile çocukları olması dikkat çekicidir. İkinci olarakta; Avrupalıları görmekteyiz. Bunlar da, milyonlarca Hıristiyan’ı avucunun içinde tuttuğu, hilafet sıfatıyla Müslümanlar üzerindeki manevi nüfuzunu kullandığı ve güttüğü dış politika ile Batılı devletler arasında denge kurup, onları birbirine düşürdüğü için Sultan’ı asla sevmiyorlardı. Üçüncü olarak Filistin Bölgesi’ni kendilerine satmadığı için Yahudiler, Müslüman tebaayı onların elinde kırdırtmadığı için de Ermeniler sevmiyordu. Dördüncü ve son olarak ise, Hicaz Demiryolu ve Bağdat Demiryolu ile petrol bölgelerini yabancı sermayeye karşı ele geçirmesinden dolayı, İngiliz ve Fransızlar tarafından sevilmiyordu.32 Sonuç olarak Sultan II. Abdülhamid Tahttan düşürülmemiş olsaydı, I. Dünya Savaşı meydana gelmiş olmayarak büyük ihtimalle de bu savaşta devletin tarafsız kalmasını sağlayarak memleketine zafer hediye etmiş olacaktı. İstanbul’un işgal edilmesini bile görmeden hayata gözlerini yumduğunda “Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur” mısralarını söyleyenler, cenaze namazında Şair Baki’nin; Kadrini sen ki musallada bilüb ey Baki Durup el bağlayalar karşına yâran saf saf dizelerini hatırlarına getirmişlerdi.33 E- V. Mehmed Reşad’ın Cülusu Yıldız Sarayı tamamen kontrol altına alınmaya başlandığı sıralarda veliaht olan Reşad’ın bulunduğu sarayın muhafazası için de Yüzbaşı Ethem Kumandasında bir Jandarma müfrezesi gönderilmiştir.34 Fakat “Hal” kararı II.Abdülhamid aleyhine çıktıktan sonra iki önemli mesele ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisi, Sultan olacak kişinin “Ekber Sistemi” ne göre zaten Reşad olacağı kesin olduğu halde, Reşad’ın Sultanlığının Meclis’te oyla kabul edilmesidir. İkincisi ise Ayan üyelerinden Ferik Sami Paşa’nın teklifiyle Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişini, İstanbul’un ikinci fethi sayılarak Reşad’a, II.Mehmed’in ismine nazire olarak I.Reşad denilecekken V.Mehmed Reşad
32
Ahmet Akgündüz, “II.Abdülhamid”, 21.Yüzyılda Sultan Abdülhamid’e Bakış, Haz.Mehmet Tosun, Acar Yay., İst., 2003, s.14. 33 M.Kemal İnal, A.g.e., s. 1305. 34 Galip Paşa, “ 31 Mart Vak'ası”, A.g.d., s. 26
123
isminin kullanılmasıydı.35 Bundan da Sultan’ın meclise karşı minnettarlık duyarak herhangi bir arzuyu yerine getirmek için kendisini vazifeli sayması anlamı çıkartılabilir. Zaten yumuşak ve babacan tavırlı olan V. Mehmet Reşad’ın yetkileri kısıtlanarak, bundan sonra temsili olarak devlet yönetiminde olacağı görülecektir. Bolulu Habib Bey, Toygarlı Halit ve Kadıköylü Fehim Beylerden oluşan heyet Reşad Efendiye Padişah olduğunu bildirmeye giden heyetin üyeleriydiler. 36 Reşad’a Sultanlık teklif edildiğinde “Milletin umumi arzusuyla Osmanlı Tahtı’na davet edilmekte olduğum gibi, fikir ve niyetim, Saltanat değil, devlet ve milletime hizmetten ibarettir. Zaten Saltanat devri geçmiştir. Hayatımı selamet ve saadeti, mülk ve millet uğruna feda etmekle bahtiyar olacağım. Cenab-ı Allah cümlemizi muvaffak bil-hayır buyursun.” diyerek tahta çıkışındaki niyetlerini belirtmiştir. 37 Özellikle de fikrinin saltanat olmadığını söylemesi onun sonraki durumuna açıklık getirmektedir. Çünkü taht’ta çıktıktan sonra onun bu görev de göstermelik olduğu ve bazı yetkilerinin kısıtlandığı ilerleyen zamanlarda görülecekti. Zaten artık Sultan olanların Osmanlı siyasal hayatında da bu tarihten itibaren pek görülmeyecek olması bu tespiti doğrular gözükmektedir.
35
Danişmend, A.g.e., s. 195. Ahmet Emin Yalman, Gördüklerim ve Geçirdiklerim, s.117. 37 Galip Paşa, “31 Mart Vak'ası”, A.g.d., s. 26. 36
124
SONUÇ Genel hatları ile bakacak olur isek, Osmanlı İmparatorluğu’nu her bakımdan zayıf düşürmek isteyen iç ve dış düşmanlar ile memleketin geri kalmışlığından çıkarları olan vurguncular böyle bir olayı isteyebilirlerdi. İttihat ve Terakki’nin olaylardan sonraki davranışına bakılırsa, bu durumun sorumlusu Sultan’dı. Fakat bununla birlikte birçok Cemiyet üyesi ve başta Talat Paşa gibi kişiler olmak üzere Sultan’ın suçsuz olduğu kanaati son zamanlarda fazla kabul gören bir görüş haline gelmiştir. Bu olayı, Ahrar Fırkası ve Prens Sabahattin Bey’e yükleyen ise yine bu fırkadan olan Mevlanzâde Rifat’tır. Bir başka görüşü savunan Mizancı Murat Bey ise bu olayı İttihatçıların gerçekleştirdiğini söylemiştir. Zîra böylece Sultan’ın istibdadını tekrar sağlayarak Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelmesi için vesile hazırlamak niyetindeydiler. Cevat Rıfat Atilhan’ın aktardıklarına göre; Rıza Tevfik Bey bir mahkeme önünde amaçlarının Yıldız Sarayı'nı yağma yapıp partilerini zenginleştirmek emelinde olduklarını söylemişti. Nitekim olaylardan sonra İttihat ve Terakki’nin idareyi eline alıp, Yıldız Sarayı'nın yağma edilmesine de göz yumması sonucu ister istemez bu olayın müsebbibi olarak Cemiyet’in gösterilmesine neden olmuştur. Ancak bir başka müsebbib olarak göstereceğimiz var ki, o da Siyonist harekettir. Zîra İmparatorluk bünyesindeki topraklarda Yurtluk istemeleri sonucu böyle bir isteğin kabul edilmez oluşu onları böyle bir harekete çektiği düşünülebilirdi. Yine bir başka sorumlu gösterile bilinir ki, o da İngiltere. Nitekim Cemiyet’in Alman yanlısı kişilerin, İngiltere yanlısı kişilere dirsek dayaması ve Padişah’ın Alman politikası nedeniyle düşman olabilirlerdi. Nitekim olayı çıkartan her kim olursa olsun, ortaya o kadar çeşitli suçlama ve yalanlar çıkartmışlardı ki, olayın gidişatı sadece din aleyhine çekilmiştir. Bu olayın ardından, II.Abdülhamid devrinin önemli siyasi olaylarına ışık tutabilecek olan belgeler de, kişiliklerine zarar verir endişesiyle dönemin önde gelen askerleri ve siyasileri tarafından verilen kararla ortadan kaldırılmıştır. Çeşitli yollarla Saray’dan çıkarılan değerli eşyalar da, ucuz fiyatlara müzayedelerde satılmıştır. Nitekim o dönemin hatıralarına bakıldığında Hareket Ordusu’na alınan gönüllülerin sırf ganimet amacıyla böyle bir harekete kalktıklarını bize göstermektedir.
125
Şurası
bir
gerçeki
31
Mart
Vak'ası
aynı
zamanda
Osmanlı
İmparatorluğu’nun Meşrutîyet'inde ilk askeri darbenin yapılmasına da zemin hazırlayan bir olaydır. Sultan, tahttan indirilerek yerine V.Mehmed Reşad getirilmiş, dış itibar zedelenmiş ve ordu siyasete iyice karıştırılmıştır. Ayrıca Osmanlı Başkentinde uzun yıllar sürecek olan sıkıyönetim döneminin başlamasına zemin hazırlamış, devlette hükümeti değiştirmek isteyenlere de bir model teşkil etmiştir. 31 Mart Vak'ası, Türk siyasi hayatında o günden sonra sık sık bir yıpratma malzemesi olarak kullanılacak olan “İrtica” kavramının yerleşmesine de neden olmuştur. Bu olaydan sonra Genç Türkler tecrübesizliğinin kurbanı olacağı görülecektir. Nitekim üst rütbeli yaşlı subaylar, devam eden gençleştirme politikası sonucu mecburi emekliliğe sevk edilmiştir. Ordu’nun ve memleketin I. Dünya Harbi’ne girerken kaderine bu genç subaylar hakim olmuşlardır.İşte İttihatçıların bu tecrübesizliğine bir de ordunun siyasete girmesi de eklenince Osmanlı
İmparatorluğu’nun
hızla
bir
çöküşe
sürüklendiği
görülmüştür.
İmparatorluğa bu noktadan itibaren veda ettiğimizi söylememiz hiçte yanlış olmayacaktır kanısındayım.
126
KAYNAKÇA Hatıratlar ve Araştırma Eserleri: ABDURRAHMAN Şeref Efendi; II. Meşrutîyet Olayları, Haz. Bayram Kodaman-Mehmet Ali Ünal, T.T.K., Ank. 1996. AHMAD, Feroz; İttihat ve Terakki, Çev.Nuran Ülken, Sander Yay., İst., 1971. AKÇURA, Yusuf; Üç Tarz-ı Siyaset, T.T.K., Ank., 1976. AKÇURA, Yusuf; Türkçülük, Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, Türk Kültür Yay., İst., 1978. AKGÜNDÜZ, Ahmet; Bilinmeyen Osmanlı, OSAV Yay., İst., 1999. AKKUŞ, Turgay; 1909 Adana Olayları, İzmir, 2002. AKŞİN, Sina; Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İst., 1987. AKŞİN, Sina; 31 Mart Olayı, Ankara Ünv., Siy.Bil.Fak.Yay., Ank., 1970. AKTAR, Yücel; II.Meşrutîyet Dönemi Öğrenci Olayları, Gündoğan Yay., Ank., 1999. ALEMDAR,
Korkmaz;
İstanbul
(1875-1964),
Türkiye’de
Yayınlanan
Fransızca Gazetenin Tarihi, Ank., 1978. ALİ Cevat Bey; II.Meşrutîyet İlânı ve 31 Mart Hadisesi, Haz. Faik Reşit Unat, T.T.K., Ank., 1991. ALKAN, Ahmet Turan; II.Meşrutîyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Cedit Neşriyat, Ank., 1992. ARMAOĞLU, Fahir; 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye İş Bankası Yay., Ank., 1983. ATİLHAN, Cevat Rifat; Bütün Çıplaklığıyla 31 Mart Faciası, Aykurt Neşriyat, İst., 1959. AYDEMİR, Şevket Süreyya; Enver Paşa, Remzi Kitabevi, İst., 1976. AYDEMİR, Şevket Süreyya; Tek Adam, Remzi Kitabevi, İst., 1979. AVCIOĞLU, Doğan; 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, Cumhuriyet Yay., 1998. BAYAR, Celal; Ben de Yazdım, Sabah Yay., İst., 1997. BAYDAR, Mustafa; 31 Mart Vak'ası, Milli Tesanüt Birliği Yay., İst., 1955. BOZDAĞ, İsmet; Abdülhamid’in Hatıra Defteri, Kervan Yay., İst., 1975. ÇAVDAR, Tevfik; Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839-1950), İmge Yay., Ank., 1995.
127
DABAĞYAN, Levon Panos; Osmanlı’da Şer Hareketleri ve Abdülhamid Han, IQ Kültür sanat Yay., İst., 2002. DANİŞMEND, İsmail Hami; 31 Mart Vak'ası, İstanbul Kitabevi, İst., 1974. EBÜZZİYA Tevfik; Yeni Osmanlılar Tarihi, Kervan Yay., İst., 1973. ERASLAN, Cezmi; II.Abdülhamid ve İslâm Birliği, Ötüken Yay., İst., 1992. ERASLAN, Cezmi; Sultan II.Abdülhamid, Nesil Yay., İst., 1996. FELEK, Burhan; Yaşadığımız Günler, Milliyet Yay., 1974. FUAD Talat; 31 Mart İrtica, Türk Matbaası, İst., Hicri-1327 (1911). F.WOODS, Sir Henry; Türkiye Anıları, Çev.Fahri Çoker, Milliyet Yay., Ekim1976. GÖÇMEN, Muammer; İsviçre’de Jön Türk Basını ve Türk Siyasal Hayatına Etkileri, Kitabevi Yay., İst., 1995. GÖKALP, Ziya; Türkçülüğün Esasları, Haz.Mahir Ünlü-Yusuf Çotuksöken, İnkılap Kitabevi, İst., 1987. GÖKALP, Ziya; Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak, Haz.Cengiz Mete, Kum Saati Yay., 2001. GÜNEŞ, İhsan; Türk Parlamento Tarihi, T.B.M.M. Vakfı Yay., Ank., 1995. GÜRESİN, Ecvet; 31 Mart İsyanı, Cumhuriyet Yay., Mart-1998. HALE, William; Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Çev.Ahmet Fethi, Hil Yay., İst., 1994. HANİOĞLU, Şükrü; Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902), İletişim Yay., İst., 1987. HASLIP, Joan; II.Abdülhamid, Çev.Nejlet Öztürk, IQ Kültür Sanat Yay., İst., 2001. İNAL, İbnül-Emin Mahmut Kemal; Son Sadrazamlar, Dergah Yay., İst., 1982. İRTEM, Süleyman Kâni; Hafiyelik ve Sansür, Haz.O.Selim Kocahanoğlu, Temel Yay., İst., 1999. KARABEKİR, Kâzım; İttihat ve Terakki Cemiyeti; Haz.Faruk Özerengin, Emre Yay., İst., 2000. KARAL, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi, T.T.K., Ank., 1996. KARTEKİN, Enver; Devrim Tarihi ve T.C.Rejimi, Sinan Yay., İst., 1973. KALAN, Mehmet; Tevfik Fikret, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ank., 1986.
128
KISAKÜREK, Necip Fazıl; Ulu Hakan, Büyük Doğu Yay., İst., 2002. KISAKÜREK, Necip Fazıl; İdeolocya Örgüsü, B.D. Yay., İst., 2002. KOCABAŞ, Süleyman; Türkiye’yi Parçalama ve Paylaşma Planları, Vatan Yay., İst., 1999. KOCABAŞ, Süleyman; II.Abdülhamid’in Şahsiyeti ve Politikası, Vatan Yay., İst., 1995. KOCAHANOĞLU, Osman Selim; Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı, Temel Yay., İst., 2001. KOLOĞLU, Orhan; Abdülhamid ve Masonlar, Eylül Yay., İst., 2002. KONUKÇU, Enver; Selçuklulardan Cumhuriyet’e Erzurum, Y.Ö.K. Matbaası, Ank., 1992. KURAN, Ahmet Bedevi; Osmanlı İmparatorluğu’nda İnkılâp Hareketleri ve Milli Mücadele, Çeltüt Matbaası, İst., 1959. KURAN, Ercüment; Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, T.D.V. Yay., Ank., 1997. KURAT, Akdes Nimet; Türkiye ve Rusya, Ankara Ünv. Dil ve Tarih-Coğ. Fak. Yay., Ank., 1970. KUTAY, Cemal; Bir Geri Dönüşün Mirası, Kazancı Yay., İst., 1994. KUTAY, Cemal; 31 Mart İhtilalinde Sultan Hamid, Kalem Yay., İst., 1987. KÜRKÇÜOĞLU, Ömer; Türk-İngiliz İlişkileri, Ankara Ünv. Siy.Bil.Fak.Yay., Ank., 1978. LEWIS, Bernard; Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev.Metin Kıratlı, T.T.K., Ank., 2000. LÜTFİ Bey; Osmanlı Sarayı’nın Son Günleri, Hürriyet Yay., İstanbul. MAHMUT Muhtar; Maziye Bir Nazar, Çev. Nurcan Fidan, Genelkurmay As. Tarih ve Strateji Etüt Baş. Yay., Ank., 1999. MARDİN, Şerif; Türk Modernleşmesi, İletişim Yay., İst., 1991. MC CULLAGH, Francis; Abdülhamid’in Düşüşü, Çev.Nihal Önol, İstanbul Kitaplığı Yay., İst., 1990. MEHMETEFENDİOĞLU,
Ahmet;
II.Meşrutîyet
Döneminde
Osmanlı
Hükümetleri ve İttihat ve Terakki, İzmir, 1996. MEHMET Tevfik Bey; Hatıralar, Çev.F.Rezan Hürmen, Arma Yay., İst., 1993.
129
MERAM, Ali Kemal; Belgelerle Türk-İngiliz İlişkileri Tarihi, Kitaş Yay., İst., 1969. MENTEŞE, Halil; Anılar, Hürriyet Vakfı Yay., İst., 1986. MİZANCI Murad Bey; II.Meşrutiyet Dönemi Hatıraları, Haz. Celile Eren Argıt, Marifet Yay., İst., 1977. MÜFTÜOĞLU, Mustafa; Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Başak Yay., İst., 2002. ORTAYLI, İlber; II.Abdülhamid Döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, Ank., Ünv.Siy.Bil.Fak.Yay., Ank., 1981. OSMANOĞLU, Ayşe; Babam Sultan Abdülhamid, Selçuk Yay., İst., 1984. ÖZSOY, Osman; Gazetecinin İnfazı, Timaş Yay., İst., 1997. ÖZTUNA, Yılmaz; Büyük Osmanlı Tarihi, Ötüken Neşriyat, İst., 1994. SELEK, Sebahattin; İnönü’nün Hatıraları, Burçak Yay., İst., 1969. SORGUN, Taylan; İmparatorluktan Cumhuriyet’e, Kamer Yay., İst., 1998. SOYSAL, İsmail; Fransız İhtilali ve Türk Fransız Diplomasi Tarihi (17891802), T.T.K., Ank., 1964. SULTAN Abdülhamid; Siyasi Hatıratım, Dergah Yay., İst., 1975. ŞERİF, Ahmet; Anadolu’da Tanin, Haz.Çetin Börekçi, Kavran Yay., İst., 1977. TAHSİN Paşa; Yıldız Hatıraları ve Sultan Abdülhamid, Haz. Ali Ergenekon, Boğaziçi Yay., İst., 1990. TALAT Paşa; Anılar, Haz.Alpay Kabacalı, İletişim Yay., İst., 1990. TANSU, Samih Nafiz; İki Devrin Perde Arkası, Hilmi Kitabevi, İst., 1957. TANYU, Hikmet; Yahudiler ve Türkler, Yağmur Yay., İst., 1976. TOPUZLU,
Cemil;
80
Yıllık
Hatıralarım,
Haz.Hüsrev
Hatemi-Aykut
Kazancıgil, İst.Ünv.C.Paşa Tıp Fak. Yay., İst., 1982. TUNAYA, Tarık Zafer; İslâmcılık Akımı, Simavi Yay., 1991. TUNAYA, Tarık Zafer; Türkiye’de Siyasal Partiler, Hürriyet Vakfı Yay., İst., 1988. TUNCER, Hüner; Metternich’in Osmanlı Politikası, Ümit Yay., Ank., 1996. TURAN, Mustafa; Bir Generalin 31 Mart Anıları, Q-Matris Yay., 2003. TÜLBENTÇİ, Feridun Fazıl; Geçmişte Bugün, Akba Kitabevi, İst., 1945. TÜRKGELDİ, Ali Fuad; Görüp İşittiklerim, T.T.K., Ank., 1951.
130
TÜRKÖNE, Mümtazer; Siyasi İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu, İletişim Yay., İst., 1991. UÇAROL, Rifat; Bir Osmanlı Paşası ve Dönemi, Milliyet Yay., 1976. UÇAROL, Rifat; Siyasi tarih(1789-1999), Filiz Kitabevi, İst., 2000. ÜLKEN, Hilmi Ziya; Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yay., İst., 1979. VAKKASOĞLU, Vehbi; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslâm Alimleri, Anahtar Yay., İst., 1994. YALÇIN, Hüseyin Cahit; Siyasal Anılar, Haz.Rauf Mutluay, Türkiye İş Bankası Yay., İst., 1976. YALÇIN, Hüseyin Cahit; Talat Paşa, Yedigün Neşriyat, İst., 1943. YALÇINKAYA, Ekrem; Tanzimat Devri ve Ondan Sonraki 20. Asırda Türkiye, Cumhuriyet Matbaası, İst., 1946. YUNUS Nadi; İhtilal ve İnkılab-ı Osmanî, Cihan Matbaası, İst., 1325 (1909). Makaleler: AKDAĞ, Mustafa; “Genel Çizgileriyle 17.YY. Türkiye Tarihi”, Çağdaş Tarih Araştırmaları Dergisi, İzmir, 1966. AKGÜNDÜZ, Ahmet; “II.Abdülhamid”, 21.Yüzyıl’da Sultan II.Abdülhamid’e Bakış, Haz.Mehmet Tosun, Acar Yay., İst., 2003. BABANZADE İsmail Hakkı; “Cehennemi Bir Gün”, Çev. Meral Bayülgen, Toplumsal Tarih Dergisi, Nisan-2004. BALİOĞLU, Tarık; “Bir Facia’nın Anatomisi”, Tarih ve Düşünce Dergisi, Ağustos-2001. BALİOĞLU, Tarık; “Meşrutîyet'in Meşrutîyet'ten Düştüğü Gün”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Mart-1995. BAYSUN, M.Cavid; “M.Reşid Paşa ve Tanzimat”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim Yay., İst., 1985. BERKES, Niyazi; “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde Batı Uygarlığına Yaklaşım”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ans., İletişim Yay., İst., 1983.
131
BRİDGE, F.R.; “Hasburg Monarşisi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Çev.Ahmet Fethi, T.V.Y., İst., 1999. BODGER, Alan; “Rusya ve Osmanlı İmp.’nun Sonu”, Osmanlı İmp.’nun Sonu ve Büyük Güçler, Çev.Ahmet Fethi, T.V.Y. Yay., İst., 1999. BORA, H.Siren; “II.Meşrutîyet’in İlânı ve İzmir Rumları”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araş. Dergisi, İzmir, 1992. ÇİĞDEM, Ahmet; “Batılılaşma, Modernite ve Modernizasyon”, Modernleşme ve Batıcılık, İletişim Yay., İst., 2002. EREN, A.Cevat; “Tanzimat”, İslâm Ans., T.D.V. Yay., İst., 1970. FULTON, L.Bruce; “Fransa ve Osmanlı İmp.’nun Sonu”, Osm.İmp.’nun Sonu ve Büyük Güçler, Çev.Ahmet Fethi, T.V.Y. Yay., İst., 1999. GALİP Paşa; “Otuz Bir Mart Vakası”, Tarih Mecmuası, Ağustos-1966. HANİOĞLU, Şükrü; “Batıcılık”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim Yay., İst., 1998. HANİOĞLU, Şükrü; “Osmanlıcılık”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim Yay., İst., 1998. İNALCIK, Halil; “Tanzimat’ın Uygulanması ve Sosyal Tepkiler”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim Yay., İst., 1985. KENT, Marian; “Büyük Britanya ve Osm. İmp.’nun Sonu”, Osm. İmp.’nun Sonu ve Büyük Güçler, Çev.Ahmet Fethi, T.V.Y. Yay., İst., 1999. KESKİNKILIÇ, Erdoğan; “II.Abdülhamid, Gazeteler ve Milliyetleri”, Tarih ve Medeniyet Dergisi, Şubat-1999. KILIÇBAY, M.Ali; “Nizam-ı Alemden Tanzimat’a”, Türkiye Günlüğü, Kasım1989. KURAN, Ercüment; “II.Abdülhamid’in Büyük Devletlere Karşı Uyguladığı Siyasetin Esasları”, II.Abdülhamid Devri Semineri Bildirileri, İst., 1994. KÜÇÜK, Abdurrahman; “Dönme”, İslam Ans., T. D. V. Yay., İst.,1994. KÜÇÜKÖMER, İdris; “Batılılaşmada Bürokrasinin Yeri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ans., İletişim Yay., İst., 1983. MARDİN, Şerif; “Batıcılık”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ans., İletişim Yay., İst., 1983.
132
MERİÇ, Cemil; “Batılılaşma”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ans., İletişim Yay., İst., 1983. PARMAKSIZOĞLU, İsmet; “Sabahaddin Bey”, Türk Ans., M.E.B. Yay., Ank., 1978. ORTAYLI, İlber; “Batılılaşma Sorunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim Yay., İst., 1985. ORTAYLI, İlber; “Tanzimat”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim Yay., İst., 1985. ÖZCAN, Abdülkadir; “II.Abdülhamid”, 21.Yüzyılda Sultan II.Abdülhamid’e Bakış, Haz.Mehmet Tosun, Acar Yay., İst., 2003. TİMUR, Taner; “Osmanlı ve Batılılaşma”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ans., İletişim Yay., İst., 1998. TOPRAK, Zafer; “İrtica’dan İnkılab’a”, Toplumsal Tarih Dergisi, Nisan-2004. TUNAYA, Tarık Zafer; “Batılılaşmada Temel Araştırmalar ve Yaklaşımlar”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ans., İletişim Yay., İst., 1983. YALÇIN, Hüseyin Cahit; “Abdülhamid’in Hususi Dairesinde” Yakın Tarihimiz, Türk Petrol Armağanı, 1962. YALÇIN, Hüseyin Cahit; “31 Mart’ın Provası ve Kendisi”, Yakın Tarihimiz, T.P.A., 1962. YALÇIN, Hüseyin Cahit; “31 Mart’tan Sonra İdamlar Karşısında”, Yakın Tarihimiz, T.P.A., 1962.
133
EKLER
134
Osmanlı Ahrar Fırkası’nın İstanbul ikinci seçmenlerine beyannamesi
135
İsyana zorla katıldıklarını bildiren birkaç asker, Dahiliye Nezaretine yazdıkları bu dilekçede affedilmelerini istiyorlar.
136
Mahmut Şevket Paşa’nın İbrahim Paşa’ya gönderdiği telgraf.
137
Sultan II. Abduülhamit’in Hal Fetvası
138
Serbest Gazetesi Başyazarı Hasan Fehmi Bey
139
Haremağası Nadir Ağa
140
Müfit Bey
141
Hüseyin Hilmi Paşa
142
Ahmet Tevfik Paşa
143
Said Paşa
144
Mahmut Şevket Paşa
145
Ali Rıza Paşa
146
Ebuzziya Tevfik
147
Emenuel Karasu Efendi
148
Mehmet Cavit Bey
149
Müşir Ethem Paşa
150
Mehmet Tevfik Bey
151
Abdurrahman Şeref Efendi
152
Şeyhülislam Musa Kazım Efendi
153
Aram Efendi
154
Doktor Rıza Tevfik Bey
155
İsmail Kemal Bey
156
Hareket Ordusu Komutanı, Daha Sonra Harbiye Nazırı ve Sadrazam olan Mahmut Şevket Paşa Maiyet erkanıyla birlikte
Divan-ı Harb sonrası idam edilenler.
157
Yıldız Sarayı’nın kütüphanesi.
158
Hareket Ordusundaki gönüllü Arnavutlar.
159
II. Abdülhamid’e Hal’i tebliğ eden heyet. ( Abdülmecid Efendi’nin tablosu )
160
Hareket Ordusu mensupları Taksim caddesinde.
161
Top güllelerinin Taksim Kışlasına mukavemetler sonucu verdiği hasar.
162
Hareket Ordusu İstanbul’a ilerlerken. 163
Hareket Ordusuyla yapılan mukavemette ölen bir asker.
164
İçinde birçok etnik milis kuvvetleri barındıran Hareket Ordusu, şehirde ilerlerken. 165
Hareket Ordusu Yıldız Sarayı bahçesinde
166