Tercüme Sanatı

  • Uploaded by: defdefa
  • 0
  • 0
  • August 2022
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View Tercüme Sanatı as PDF for free.

More details

  • Words: 37,392
  • Pages: 179
Loading documents preview...
Batı Klasikleri

TERCÜME SANATI Theodore Savory Çeviren PROF. HAMİT DERELİ

İstanbul, 1994

İÇİNDEKİLER Sayfa 3 Tercüme îşi

7

II Tercüme Sanatı .........................................

24

III Devirler Boyunca Tercüme .....................

42

IV Tercümenin Prensipleri ............................

56

V Klâsiklerin Tercümesi ...............................

72

VI VII

Şiir Tercümesi

93

Almanca ve Fransızca Tercümeler ........

114

incilin Tercümeleri

128

IX Eğitimde Tercüme

140

’VIII

X XI

Tercüme Ameliyesi

..................................

150

İlmî ve Teknik Tercüme ..........................

163

I

TERCÜME İŞİ “Haydi aşağı inelim de dillerini ka­ rıştıralım, birbirlerinin sözlerini an­ lamasınlar." Tekvin, XI. 7 Bâbil hikâyesi, tekâm ülünün ilk günlerin­ den beri insan soyunun çekmek zorunda k al­ dığı b ir sıkıntının menşeini efsane şeklinde anlatır. Başkaları ile anlaşm ak kudreti, diğer hiçbir yaratığığn sahib olmadığı k arakteristik b ir insan başarısı sayılm am akla beraber, fark ­ lı dillerle konuşm ak itiyadı yalnız insana m ah­ sustur. Bu sebeple biyoloji bakım ından eşine rastlanm ayan b ir durum ortaya çıkmıştır bir tü r içinde bir takım ferdler diğer b ir takım fertlerin sözlerini ve m eram larını anlayamaz­ lar. İnsanlar her ne zam an büyük b ir mesafe­ den veya büyük b ir zam an fasılası geçtikten sonra birbirleriyle anlaşm ak isterlerse, bu olay onların m ünasebetine b ir engel ortaya çıkarır. Bu engeli aşm ak için b ir şey yapm ak lâzımdır. Tercüme, yani b u şeddin aşılması, b ir dü­ şüncenin tü rlü lafzî ifadeleri ardındaki düşün-

TERCÜME SANATI

ce eşitliği sayesinde m üm kün olur. Hiç şüp­ hesiz ki b u eşitlik b ü tü n m illetleri teşkileden insanların aynı türe m ensup olm alarından ileri geliyor. Bir İngiliz "my m o th er” diye anlat­ tığı kadını düşünürken b ir Fransız "m a n é re ”i, b ir Alman "m eine M utter”i düşünm ektedir. N orm al insanlar arasında b u üç düşünce b ir­ birine pek benzer, ayın şefkât, sevgi ve anne ;gururunu h atırlatır. Netice olarak "annem ” sözü pek âlâ "m y m o th er”, "m a m ère”, "meine M u tter” le çevrilebilir. Düşünceler ve onların ifadelerinde bu çe­ şit m uadelete ait kâfi m isallerin toplanm ası b ir Fransızca kelim eler listesi, b ir Fransızca vokabüler, yahut b ir Almanca vokabüler o rta­ ya çıkaracaktır. B u işin tekrarı, yeter derece­ de devam edilirse, b ir Fransızca sözlük veya bir Almanca sözlük m eydana getirecektir. O halde tercüm e niçin çok defa imkânsız sayıla­ cak k ad ar güçtür? Birçok kim selere faydalı ve m ütercim için değeri tak d ir edilmeyecek k ad ar büyük olan sözlükler yok m udur? Bu sorulara cevap x = y tipinde b ir sözlü­ ğün mevcut olabileceği fikrinin esas itibariyle yanlış olduğu anlaşıldığı zam an kolayca veri­ lebilir. Bu fikir, yani b ir dildeki sözün diğer bütü n dillerde tam karşılığı b ir söz olduğu fikri, gerçeklere uym am aktadır. Üstelik, im lâ­ la rı aynı veya hem en hem en aynı, fak at başka

TERCÜME SANATI

9

dillerden iki kelim enin aynı m ânaya gelebile­ ceği fikri de, m azur görülse bile, hiç te doğru değildir. H akikaten, hepimizin bildiği gibi, iyi bir sözlük, okuyucusuna m anasım aradığı b ir kelimenin yerine iki üç, h attâ daha fazla kard ık vermekle, bu gerçeği zımnen kabul eder. Okuyucu elinden geldiği k ad ar m aksadına en uygun olanı seçm ek zorunda kalır. B ir keli­ menin tam karşılığım ararken b ir m ütercim , bir sürü güçlüklerle karşılaşır. Şimdi, tercü­ me konusunun bütünü üzerinde konuşm aya başlarken, bu güçlüklerin en aşikâr olanlarını ele alalım. Bu, tercüm e işine hakiki mevkiini vermeğe, m ütercim in işine karşı davranışım sınırlandırm aya yarıyacaktır. Aynı zam anda düşüncelerim izin kalan kısm ına da b ir temel vazifesini görecektir. B ir tercüm e öğrencisinin yolu üzerinde en sık karşılaştığı ve sonra, tercübesi arttığı za­ m an bile, daim a düşeceği tuzak, "aldatıcı benzerlik”tir. Öğrenci Lâtince luridi flores kelim e­ lerini okur okumaz, hiç düşünm eden İngiliz­ ceye lurid floıvers diye çevirir. Bu nevi güç­ lükler ciddi sayılm am alıdır, çünkü bu n lar ger­ çekte m ütercim in ihm alinden doğan neticeler­ den başka b ir şey değildir. Sözlüğe bakm ış olsaydı, o luridus’un karşılığı olarak "sa rı” yı bulacaktı. Sözlüğünü kullanm ayan b ir m üteıcim de hiçbir zam an m azur görülemez.

10

TERCÜME SANATI

Fakat bunun b ir de diğer yüzüne bakalım. "Sarı çiçekler” i Lâtinceye çevirmesi istenseydi, b ir yazar belki luridus yerine flavus sıfatı­ nı kullanırdı. Çünkü flavus um um i olarak da­ ha ziyade çiçeklerin zihnimizde uyandırdığı şai­ rane çağrışım lar hakkında kullanılır. Çok de­ fa flavum aurum, sarı altın, yahut daha fazla coma flava, sarı saç, yahut daha hoşumuza giden, altın saç, ibarelerinde bulunur. Flavus kelimesinde b ir pırıl pırıl yanma iması var­ dır ki bunu V irjil ve H oratius'un m etinlerin­ de kullanılm ası yüzünden kazanm ıştır. Luridus’da ise parlaklık fikri değil, aksi vardır. Bazı hallerde soluk sarı, diğerlerinde ise uçuk hattâ kara s â n iması vardır. Gray "Ozan” şiirinde "kana bulanm ış ve ölü benzi gibi sap­ sarı” dem ektedir. İşte bu sözler luridus’un tam m anasını verir. Edebiyat âleminde b itki­ ler âlemine göçmek m üm kün olsaydı, b ir botanistin aklına flavi flores karotin ve xanthophyll, luridi flores ise etiolin getirirdi. Gerçek­ ten ne flavus, ne de luridus "sa rı” m anasına gelmez. Bu sebeple m ütercim bu aldatıcı benzer­ likten doğan hatadan ancak b ir kelimenin son­ radan kazandığı m anâlar veya, genel olarak söylendiği gibi, uyandırdığı çağrışım lar hak­ kında bir fikri olursa, kaçınabilir. Başka dil­ lerden gelen fakat im lâları aynı olan iki keli­ me, m uhakkak ki bir zam an aynı m anâda idi-

TERCÜME SANATI

11'

ler, Şimdi farklı olabilirler, çünkü iki dilde b ir çok yazar onları başka başka şekillerde kul­ lanm ışlardır. Kendim yıllardan beri b ir vesi­ leyi hatırlıyorum . M alvern’de otu ran b ir arka­ daşım ı ziyarete gitm iştim . Çalışma odasının penceresinden yaz güneşi altında önümüze se­ rilen Evesham vâdisinin eşsiz güzelliğine ba­ kıyordum . Kekeleyerek m anzarayı anlatacak b ir söz bulm aya çalıştım. "Evet,” dedi “ben daima Lâtince splendidus kelim esinin bu m an­ zarayı anlatm ak için bildiğim h er kelimeden daha uygun olduğunu düşünürüm .” Galiba in-san bir saat Ovidius’u okusa b u sözlerden öğ­ rendiğini öğrenemez: Splendidus’un yalınız splendid (muhteşem, parlak) m anasına gelme­ diğini öğrenmek için de bundan daha kestirm e bir yol bulm ak hemen hemen m üm kün değil­ dir. Tercüme ederken dillerde doldurulam a­ yan boşluklar yüzünden başka çeşit güçlükler ortaya çıkar. Çünkü b ir dilde h er gün kullanı­ lan b ir kelimenin diğer b ir dilde karşılığı yok­ tur. İhtim al çoğumuzun aklına gelen ilk misal Fransızcada İngilizcedeki home kelimesini k ar­ şılayacak b ir kelim enin bulunm ayışıdır. İngi­ liz I shall go home der; Fransız ise J’irai chez moi. İngiliz evine varınca This is my home der, fakat Fransız Voilà ma maison yahut mon lo­ gis veya ma demeure’den başka b ir şeyle bunu

■ 12

TERCÜME SANATI

ifade edemez. Bütün bu kelimeler İngilizcede yalnız house veya résidence manâsına gelirler. Bunun gibi, Fransızca menu kelimesinin, yahut Lâtince augur kelimesinin İngilizce hiç bir karşılığı yoktur. İngilizce premier kelime­ sini de Lâtincede hiç bir kelime karşılıyamaz. Şaşılacak bir misal daha. Ispanyolcada jungle kelimesini karşılıyacak kelime yoktur. Rud­ yard Kipling’in Jungle Book'u Ispanyolcaya «çevrildiği zaman adı El Libro de Las Tierras Virgines (Bâkir Toprakların Kitabı) olmuştur. Âdetleri, oyun ve eğlenceleri, teknik geliş­ me dereceleri farklı olan iki milletin dillerin­ den her türlü yazıların tercümesinde bu çeşit ^güçlüklerle sık sık karşılaşılır. Meselâ saat “beşte çay içmek âdeti Fransaya Ingiltereden ;gelmiştir. Fransız dilinde böyle bir yemek ismi bulunmaması dolayısiyle le fiveocloque diye adlandırılmış ve bundan bir fiil bile yapılmış­ tır. Bu sebeple bugün bir otelde insan “On fiveocloque à quatre heure” cümlesini okuya­ bilir. Teknik tercümede mesele daha aşikârdır. Meselâ open-cast coal-mining acayip bir İngi­ lizce ibaredir ki Fransızcaya iyi bir şekilde çe­ virm ek, dilbilgisi kadar düşünme ve yaratma kudreti ister. Deyimler ve deyimsel ibareler her müter­ cimin hemen karşılaşacağı aşikâr güçlükler arzeder. A widow lives in sleepy Chester düpe

TERCÜME SANATI

düz bir sözdür. Kolaylıkla kelime kelime İs­ panyolca'ya veya İtalyanca’ya veya başka b ir dile çevrilebilir. Fakat Kipling'in bir şiirinim ilk mısrası There's a widow in sleepy Chester’dir İngilizce en yaygın deyimlerden biri olan, there is deyimi Fransızcada II ya “He therehas”; ve Almancada Es gibt “It gives” ile kar­ şılanacaktır. Bu suretle ortaya daha fazla güç­ lükler çıkmaktadır. Bunlardan kurtulmanın^ çaresi ancak tecrübe ile bulunabilir. II n'ya pas de quoi kelime kelime "He there has not of v/hat” diye çevrilse bir şey ifade etmez, ama. onun "It does not matter” (bir şey değil” ma­ nasına geldiğini insan nasıl tahmin edebilir. Deyimsel ve diğer garip ifade şekilleri açık: olarak tanınacak derecede millî vasıfların ne­ ticeleridir. Bunlar da mütercimin işini kolay­ laştırmaz. Yıllarca önce Punch dergisinde b ir Fransız: "Mon Dieu,” diyordu, “c’est magni­ fique, superbe, c’est... what you Eengleesh cali “pas demi mauvais”! Şüphesiz ki Fransız doğ­ ruydu ve tesiri sıfıra düşüren komik ilâve dedoğruydu, ama hikâyeyi unutmayan bir mü­ tercim yükün kendisi için daha ağır olduğunu hissedecektir. Bir daha aşın hayranlık cümle­ leri ihtiva eden bir pasaj okurken durmağa vebunları not half bad kelimeleriyle çevirip çeviremiyeceğini kendisine sormak zorunda ka­ lacaktır.

14

TERCÜME SANATI

Buna benzeyen bir güçlükle atalar sözle­ rini çevirirken karşılaşırız. Mit Wölfen muss man heulen düpedüz bir söz gibi görünür ve mütercim bunu "Kurtlar arasında inşan hav­ lamak!” diye çevirebilir. O zaman münekkid "Bu saçma değil mi?” der, bu cümle "When in Rome, do as Rome does, Roma’da iken Roma'lılar gibi hareket ediniz, şeklinde çevrilmeliydi. Mütercim, "fakat yazarın yazdığı ¡bu değildi” diye cevap verir. "Hayır” der münekkid, fakat onun demek istediği şey budur. İşte bu sebep­ le mütercim bir mesele ile karşı karşıyadır: vazifesi esas metnin kelimelerini mi çevirmek­ tir, yoksa manâsını mı vermektir? Yukarıda ana hatlarını verdiğimiz basit güçlükler, her çeşit tercümede önümüze çıka­ bilir, fakat bazı özel tercümelere has olan güç­ lükler de vardır. Bu bizi pek önemli bir olayla karşılaştırıyor. Tercüme konusu üzerinde yazilân yazıların büyük bir kısmı onu sanki mo­ noton bir işmiş gibi gösteriyor ve hemen dai­ ma sanki yalnız Lâtince ile Grekçenin İngiliz­ ceye manzum olarak çevrilmesinden ibaretmiş gibi kabul ediyor. Halbuki tercüme çok taraflı bir sanattır ve onun hiçbir tam veya nisbî tet­ kiki bu gerçeği görmezlikten gelemez. Tercü­ menin mahiyetindeki bu karmaşıklık bu kitap­ ta onun, hakkında söyliyeceklerimizin temeli­ ni teşkil eder ve bu noktanın burada etraflı

TERCÜME SANATI

15

olarak düşünülmesi elzemdir. Dört ayrı çeşit tercüme olduğunu kabul edeceğiz. Bunları saymağa başlamadan önce tercü­ menin lüzumsuz olduğu ve hakikatte de yapıl­ madığı halleri zikretmek faydalı olur. Alelâde bir misâl seçelim: bir zamanlar Fransa'da önemli tenis maçlarında hakem sayıları İngi­ lizce olarak bağırırdı Tenisde sayılar, şüphesiz okuyucularımızın bildiği üzere, şu şekilde sa­ yılır: "love”, "fifteen”, "thirty”, "fortv”, ve "game. Niçin sıfıra "lové” dendiği niçin ilk puanın herbirinin onbeşer, üçüncünün on sa­ yıldığı, dördüncünün ise hiçbir sayı ilave edil­ memesinin sebeplerini araştırmak lüzumsuz­ dur. Çünkü durumun esası şudur: kelimeler açıkça sembol olarak kullanılmışlardır. Bu sembollere, indî olarak veya bilerek, veya bel­ ki de gelenekle, bir anlam eklenmiştir. Bura­ da manâ indîdir. Mademki kullanılan kelime­ lerin herbiri normal bir oyunun dortté birini temsil eder, onların yerini başka herhangi bir ses grubu alabilirdi. Meselâ, bir, iki, üç, dört yahut ak, bira, bak ve don gibi. İşte bu sebep­ tendir ki onların yerini quinze, trente, qua­ rante ve jeu alsaydı bir şey kazanılmış olmaz­ dı. Bunun yapılmamış olması, burada belirt­ mek istediğimiz bir prensibin ifadesidir: yâni Söz, geleneksel bir manâsı olan bir sembolden başka bir şey değildir. Hund, chien, perro, ca­ ne, dog, köpek sözlerinin bildiğimiz hayvanla

16

TERCÜME SANATI

ilgisi ancak uzun zamandan beri süregelen bir âdettir. Bu âdete göre sembol veya söz, fikri temsil eder. Burada matematik bir netice önümüze çıkar: insanların zihinleri kelimelerle ifade edebileceklerinden daha çok fikir imal eder. Bu ancak iki şekilde karşılanabilir: biri yeni kelimeler icad emektir. Çocuğun oyun oynar­ ken ve âlimin lâboratuvarında kullandığı nor­ mal usul budur. Diğer usul bazı kelimeleri iki misli veya daha çok yük taşımağa, böylece bir­ den fazla şey ve fikirleri ifade etmeğe zorla­ maktır. Meselâ İngilizcedeki “Square" kelime­ sinin Fransızcada karşılığı carré (kare), juste veya vrai (tam, doğru), place (meydan, Trafal­ gar Square), équerre (gönye), égaliser (eşitleş­ tirmek) olarak görülebilir. Aynı zamanda tür­ lü hallerde, meselâ, to get square with ve saire gibi deyimlerde kullanılabilir. Bu gerçeği devamlı olarak, şuurumuzun altında da olsa zihnimizde tutmayacak olur­ sak, tercüme hakkında konuşmanın hiçbir ma­ nâsı olamaz. Yukarıda adı geçen tercüme çeşitlerini şimdi tarife çalışalım: I. Sırf bilgi veren, me­ selâ, yolcuların karşılaştığı veya ilânlarda kul­ lanılan ifadeler. Waterloo Hava Alanında üze­ rinde şu sözler yazılı bir ilân tahtası asılıdır:

TERCÜME SANATI

17

IMPORTANT Please ensure that your baggage is correct before leaving the air termi­ nus. ATTENTION Messieurs les passagers sont priés de vérifier leurs bagages avant de quitter l'aérogare. ACHTUNG . Überzeugen Sie sich bitte, dass Sie Ihr eigenes Gepäck haben, bevor Sie dieses Gebäude verlassen. IMPORTANTE Se ruega a los señores Pasajeros cont­ rolen su equipaje antes de salir de esta estación terminal. (Bazı Fransız garlarında bu gibi ilânlar Espe­ ranto, diliyle verilmiştir.)

Her àcéle ve telaş eden yolcunun milliye­ tine görej 'bunlardan yalnız birini okuduğu farzedilir; fâkât hava meydanında oturup bir ar­ kadaşımın bindiği uçağın gelmesini bekliyçn. bir 2iyaretçi, bu dört ilânın hepsini tetkik ede­ bilir ve odların aşikâr vasıflarını kolayca an­ layabilir. Dört yazı her bakımdan aynıdır; Bir

18

TERCÜME .SANATI

İngiliz, bir Fransız, bir Alman, bir Ispanyol aynı bilgiyi edinmekte, çok defa ona karşı aynı tepkiyi göstermekte, belki de aynı hisleri duy­ maktadır. Başka bir deyimle, mükemmel bir tercüme karşısındayız. Hiç bir tenkidçi bu üç ilândaki sözlerden hiç birine itiraz edemez, ederse itirazını uzun zaman devam ettiremez. Açıkça görülüyor ki tercümelerin mükem­ mel oluşu asim ifade ettiği mânanın mahiye­ tinin bir neticesidir. Düpedüz, heyecansız, hiç­ bir şiddetli çağrışım uyandırmayacak açık ke­ limelerden meydana gelmiştir. Bu sebeple ter­ cüme, ihtimal, gayet kolay yapılmış, yaparken mütercim pek fazla düşünmemiştir. Ensure, baggage, leaving kelimelerinin yerlerini alacak ■en uygun kelimeler zaten hazırdı. Mütercim her kim ise, hiç şüphesiz cümlelerinin bütün okuyucuları tarafından, kimler olurlarsa ol­ sunlar, doğru anlaşılacağından emin bulunu­ yordu. Bunda da haklı idi; onun tercümedeki ba­ şarısı bu konuyu tetkik edenler için çok mü­ himdir. Bazı hallerde mükemmel tercümenin mümkün olduğunu isbat eder. Tercüme hakkmdaki tartışmaların çoğu bazı çeşit yazıları mükemmel şekilde tercüme etmek imkânsız­ lığından doğar. Bu sebeple mükemmelliğe eri­ şilebileceğini kabul ve bunun hangi nadir şart­ lar altında yapılabileceğini tarif etmek arzuya şayandır.

TERCÜME SANATI

19

II. Mükemmel tercümeden kâfi tercümeye geçiyoruz. Bu çeşit tercümeler pratik olarak o kadar tatmin edicidir ki şurada burada ke­ limelere veya cümlelere yapılacak itirazlar, kelime oyunları olarak karşılanabilir ve kabul edilemezler. Bu ikinci kategoriye pek çok, hemen he­ men hiç ¡bir karakteri olmayan ve umumi oku­ yucular için yapılmış olan tercümeler girer. Bu okuyucular ellerindeki kitabın esas itiba­ riyle kendi dillerinde yazılmış olmadığını zerre kadar düşünmeden okurlar. Dumas’nın Siyah Lâle, Böcaccio'nun Decameron’u, Cervantes’in Don Quixote’sı, Tolstoy’un Anna Karenina’sı ve saire tercümelerinin alelade okuyucuları bu çeşit tercümelerin ortaya çıkmasına sebep ol­ muşlardır. Açıkça görülüyor ki bu çeşit hallerin ço­ ğunda okuyucularm esas metnin dili hakkın­ da pek az bilgileri vardır veya hiç yoktur. Bel­ ki de tercümenin ortaya bol bol çıkardığı bu gibi dil meselelerine karşı da bir ilgi duymaz­ lar. Netice itibariyle mütercimin bunu anlaya­ rak, kullandığı kelimeler ve ibareler üzerinde düşünerek zaman kaybetmemesi doğrudur. Muğlak bulduğu kelimeleri hattâ bütün cüm­ leleri atlayabilir; uygun bulduğu zaman esas mânayı tefsir yoluyla serbestçe izah edebilir. Diğer bir tabirle kolay şartlar altında çalışır ve bu da yaptığı çevride görülür.

20

TERCÜME SANATI

Gerçekten de okuyucular hikâyeden baş­ ka bir şey istemedikleri müddetçe, bunun böy­ le olmaması için hiçbir sebep yoktur. Genç bir üniversite öğrencisinin, Decameron’un sansür­ den geçmemiş bir nüshasını adetâ yutar gibi okuması İtalyan diline ve edebiyatına karşı duyduğu alâkadan değildir, fakat ara sıra ken­ dilerini umumi ahlâkın bekçileri sayanları ra­ hatsız eden bir kitapta bülbülün veya diğer tiplerin davranışlarını öğrenmek hevesinden dolayıdır. Alelâde, kolay okunan ve göze ba­ tan vasıfları bulunmayan, büyük edebiyat ol­ mak iddiasında da olmayan bir nesri bir dil­ den 'başka bir dile çevirerek, yine alelâde, ko­ lay okunan, iddiasız bir çevri ortaya koymak, umumi olarak, pek enteresan bir iş değildir, ve neticede çok defa hakkında tenkid, tefsir veya tavsiye olarak pek ilgi çekici bir şey de söylenemez. Bütün bunlar, gerek asıl metinde, gerek tercümede, söylenenin söyleyiş tarzından da­ ha önemli olduğunu başka bir şekilde tekrar demektir. Bu bizi üçüncü kategoriye götürür. Bu kategoriye söyleyiş tarzının hiç olmazsa söylenen kadar önemli, hattâ daha üstün olan, her türlü yazının tercümesi girer. Başka bir deyimle bunlar bilginlerin ciddi öğrenciler için, okumalarında eğlenceden fazlasını arayanlar için, yaptıkları edebî tercümelerdir.

T ercüm e

sa n a ti

21.

III. Üçüncü kategori karmaşıktır. Nesrin nesre, şiirin şiire, şiirin nesre tercümesi bu sı­ nıfa girer. Geçmişte gerek mütercimlerin, ge­ rek müekkidlerin ilgisini çeken, tercüme sana­ tı hakkında yorum ve tartışmalara sebebolan. hemen bütün tercümeleri içine alır. Yalnız bu kategoride nazari olarak mü­ kemmel tercüme yapmak imkânsızlığı o ka­ dar ciddi bir tesir yapabilir ki vicdanlı bir mü­ tercim eseri üzerinde pek uzun bir zaman har­ cayabilir. Gerçekte, zaman o kadar uzun ola­ bilir ki tercümenin ticari değeri büsbütün ih­ mal edilir. Bütün kazanç, sarfedilen gayretin neticesi olan bir zihnî idman ve zevktir. Ter­ cümelerin büyük bir kısmı hakikatten bu se­ beple yapılır, basılır ve yayımlanır — müter­ cim bir pasajı veya şiiri okumuş ve sevmiştir. İçinde bunu kendi diline çevirmek, kendi di­ linde ifade dürtüsünü duymuş ve bu işe ken­ disini o kadar kaptırmıştır ki duyduğu zevki başkalariyle paylaşmak istemiştir. Yine bu ka­ tegoriye Roma ve Yunan edebiyatının bütün, yüksek, vasıflı tercümeleri dahil edilmelidir. Onaltıııçı yüzyıldan beri bu eserlerin mükem­ mel , ve bilgiyle yapılmış pek uzun bir tercü­ meler serisi sürekli olarak yayımlana gelmiş­ tir. Modem hayatın ilim ve kültür sevenlere gerçekten cesaret veren pek az taraflarından biri bu çeşit tercümelerin bu gün bile hâlâ yayımlanmalarına devam edilmesidir.

22

TERCÜME SANATI

IV. Dördüncü ve son kategoriye bütün bi­ lim, fen, teknik ve pratik yazılar girer. Bu çe­ şit tercümeler ikinci kategoriye girenlerden pek farklı görünmeyebilirler ve belki de özel bir yardımcı gruba dahil edilebilirler; şüphe­ siz ki bunlarda muhteva çok mühim, üslûb ise önemsizdir. Bununla beraber, fennî ve teknik tercümenin kendine mahsus mühim özellikle­ ri vardır. İklim, bu tercümeler asıl eserin gerçek önemi dolayısiyle yapılırlar. Bu önem hayatın tamamiyle pratik tarafiyle ilgilidir. Profesör R. C. Punnett'in Mendelism'i Japoncaya tercü­ me edilmiştir. Çünkü Japonlar irsiyet prensiylerini öğrenmeğe ihtiyaç duymuşlardır. İhti­ mal Tokyo'da bir tek okuyucu tercümeyi okur­ ken Punnet’in yazdığı dilin doğruluğunu, açık­ lığı ve kesinliği hakkında bir fikir edinmemiştir. Yine, fennî ve teknik tercümenin bir özel­ liği de şudur: mütercimin asim konusunu teş­ kil eden fen ve ilim hakkında oldukça bilgi sahibi olması gerekir. Anabasis’i tercüme ede­ nin Gerekçeden başka pek az bilgiye ihtiyacı olduğu halde yabancı bir jeoloji el kitabını tercüme edenin bir parça jeoloji bilmesi şart­ tır. Bilmezse tercüme imkânsızlaşır. İlmî ve teknik tercümenin başka tarafla­ rı da vardır. Bunları daha sonraki bölümlerde

TERCÜME SANATI

23

daha tafsilâtlı olarak ele alacağız. Şimdi ver­ diğimiz bilgi ayrı bir kategori yaratmayı haklı gösterecek mâhiyettedir. Burada şu da belir­ tilmelidir ki bu tercümeler mutlaka gelecekte daha artan bir önem ve rağbet kazanacaklar­ dır. Teknik problemler üzerindeki yazıların hiç şüphesiz bir cazibesi vardır. Teknik geliş­ me ilerledikçe, bu gibi yazılan okuyanların sayılan da artacaktır. Bizim yaşayış tarzımız, üzüntülü bir zamanında Horatius’un bir şiiri ile üzüntü ve iç sıkıntısından kurtulan insan­ lara değil, şüphe ânlannda makine aletleri ka­ talogundan veya bir elektronik sayacın ilânın­ dan ilham arayanlara bağlıdır. Bir robot me­ deniyeti bize yeni bir çeşit tercüme getiriyor ki hedefi cemiyetin tipik bir bölümüne bilgi vermektir.

II

TERCÜME SANATI "Bütün tercüme; kelimesi kelimesine tercüme yapmak gayreti ile dilin şi­ vesine uygun bir tercüme yapmak gayreti arasında bir uzlaştırmadır.” Benjamin Jovvett Her devirde ve her yerde tercümeler sırf faydacı maksatlarla yapılmıştır. Mütercimin zihninde yazarla okuyucunun arasına dil far­ kının çekmiş olduğu şeddin kaldırılmasından başka bir düşünce yoktur. Ve üzerine Grek, Lâtin ve İbrani harfleriyle bir yazıt da yazıldı.... Aziz Luka’nm bu sözleri bize yalnız bilgi vermek için yapılan tercümenin en tanınmış örneğini vermektedir. Bu tercümenin ilkel halidir ve tıpkı ilkel yaratık gibi, kendisinden daha gelişmiş, daha özelleşmiş şekiller ortaya çıkacaktır. Arma virumque cano.... Arms and the man I sing.... (Silahları ve adamı terennüm ediyo­ rum....)

TERCÜME SANATI

25

B u ilkel tercüm enin mükem m el b ir örne­ ğidir. Lafzan doğru, fakat övülebilecek b aşka her tü rlü vasıftan m ahrum dur. B ir m ütercim bundan farklı ve daha iyi b ir çevri ortaya koy­ m ak isterse veya koymaya m ecbur tu tulursa, kelim eleri seçm ekte karşılaşılan b ü tü n meselelerler karşılaşır. Bu iş esas yazarın işinden çok daha zor­ dur. Yazar b ir düşünceyi veya b ir tecrübeyi ifade etm ek için b ir kelim e ararsa, kendi di­ linde birçok kelim eler vardır. Fazla güçlük çekm eden ve gecikm eden kendine en uygun olanı ve hoşuna gideni seçebilir. B u suretle seçilen kelim enin m ütercim i, en yakın k arşı­ lığı üzerinde k a ra r verm ek zorundadır. K arar verirken m üellifin b ü tü n m uhtem el düşünce­ lerini, m üellifin okurlarının ve kendi okurla­ rın ın m uhtem el duygularını, müellifin tarih te yaşadığı devri hesaba katm ak zorundadır. B undan anlaşılır ki h er adım da m ütercim b ir seçim yapacaktır; birinci bölüm de kelime­ lerin karşılıkları hakkında söylediklerim izden anlaşılır ki seçim tam karşılık olan şıklar ara­ sında değil, fakat hepsi de az çok tam olma­ yan karşılıklar arasındadır. Böyle b ir seçim, büyük b ir kısm ı itibarile, m ütercim in şahsiye­ tine bağlıdır. Bunun esas itibariyle estetik b ir seçim olduğu da inkâr edilemez.

26

TERCÜME SANATI

B u fikirlerden haklı olarak çıkarılacak ne­ tice şudur: m ütercim in eseri üç soruya cevap verecek şekilde tahlil edilebilir. Asıl dilde ya­ zılmış b ir pasajla karşılaşınca kendisine şun­ ları sorm alıdır: (I) Müellif ne diyor? (II) Ne m anâ kasdediyor? (III) B unu nasıl söylüyor? Bu tahlil usulü paragrafa, cümleye, ¡hattâ iba­ reye bile tatbik edilebilir: bu bakım dan b asit b ir örnek öğretici olabilir. Meselâ m ütercim şu bilinen üç kelimelik ventre k terre deyimini okur ve ilk soruyu so­ rar. Tabii olarak bu soruya cevap verirken faz­ la şüpheye m ahal yoktur, karşılaşılan h er han­ gi b ir güçlük lügat yardım ı ile halledilecektir. B urada cevap şudur: m üellif “karın yere" de­ m ektedir. Bu kulağa o kadar garip gelir ki ister istemez ikinci soruyu sorarız. Cevap şu­ dur: m üellif "p ek çabuk" belki "m üm kün ol­ duğu kadar çabuk" veya "son süratle" demek istem ektedir. F akat m ütercim ne ilk çevrinin kabalığı, ne İkincinin soğukluğu, ne de üçüncüdeki deyijnle tatm in edilecektir ve edilm e­ lidir. Bu deyim lerin hiç biri ventre â te rre ’deki bacakları hem en hem en yere müvazi olarak koşan b ir atın veya tazının hayalini zihnimizde canlandıram az. Bünuıı için m ütercim in üçün-

TERCÜME SANATI

27

cü soruyu sorm ası lazımdır. Nasıl söylüyor? M üellif açık ve sâkin mi yazıyor, yoksa alâka­ sız ve hayali yoksul okuyucuların zihnini ha­ rekete getirecek bir kuvvet ve belâgatle mi ya­ zıyor? Tercüme eden m üellifin üslûp karakte­ rin i kavrayınca daha az kuvvetli olan "çok hız­ lı" ile daha kuvvetli olan "d ö rt nala" veya "u çar gibi" arasın d a b ir seçim yapabilir. Bu basit m isal m ütercim in çözmek zorun­ da olduğu problem in m ahiyetini açık olarak gösterir, m evcut başka hal tarzları arasında nasıl seçim yapacağını belirtir. Diğer m eşhur b ir Fransız sözünü l ’esprit d’escalier sözünü alalım . Kaç defa b ir dostum uza son zam anlar­ da yaptığımız bizim için tatm in edici olm a­ yan b ir tartışm ayı an latırken şu itirafla sözü­ müzü bitirm ek zorunda kalm ışızdır: "S onra­ dan düşündüm . Tabiatile şöyle diyebilirdim ..." B ir tartışm ayı kesip atabilecek b ir yolun sonradan çok geç olarak akla gelişi I ’esprit d’escalier sözünde m ündem içtir. în san m gö­ zünün önüne sinirli, sinirli konuşan b ir ada­ m ın m erdivenden yukarı çıkışı gelir. Dâvası­ nı iyi m üdafaa ettiğinden em in olm ayarak ne söyliyebileceği ansızın aklına gelen b u adam , b ir ayağı m erdiven basam ağında, tereddüd içinde, "Acaba geri dönsem de şunu söylesem mi, bütün tartışm aya yeniden başlasam m ı?" diye düşünm ektedir. Fakat İngilizcede esprit

28

TERCÜME SANATI

d ’escalier’ye benziyen bir deyim yoktur. Spirit of the staircase (merdiven ruhu), diye çevir­ mek hemen hemen mânâsız, ventrre à terre'i stomach to the ground olarak çevirmek kadar budalacadır. Öyle ise mütercim ne yapsın? Açık konuşmak lâzım gelirse, deyimin hiç bir karşılığı yoktur; mütercim ancak elinden ge­ leni yapabilir. Mümkün olan şıklar arasında bir seçim yapmak, söylediğimiz gibi, mütercimin sana­ tının temelidir. Mânanın olduğu kadar üslû­ bun da diğer dile nakli buna bağlıdır. Esas müellifin yazısı kaba veya ince, durgun veya akıcı, ciddi veya neşeli, muhteşem veya bayağı olabilir; tercüme de çevirenin zekâ ve meharetdne göre bunlardan biri olabilir. Bir tercü­ menin esas metnin üslûbunu nasıl bozduğunu, diğer birinin ise aynile verebildiğine bir örnek Ritchie ile Moore tarafından gösterilmiştir. Fransızca bilenlerin çoğu bunu görmüşlerdir, fakat burada tekrar etmek çok iyi olacaktır. Victor Hugo şunları yazmıştır: "’la nature mêla quelquefois ses effects et ses spectacles à nos actions avec une espèce d’-à propos sombre et intelligent, comme si elle voulait nous faire réfléchir.’ Sir Lascalles Wraxall bunu, şu şekilde çevirmiştir: “Nature at times blends her effects and spectacles with

TERCÜME SANATI

29

Our actions, with a species of gloomy and in­ telligent design, as if wishing to make us reflect.’ “Tabiat, sanki tizi düşündürmek istiyor­ muş gibi, bir çeşit karanlık ve zeki maksatla, bazen tesir ve manazalarmı hareketlerimizle meczeder.” Yukarıda isimlerini verdiğimiz yazarlar ise bize pek farklı bir tercüme veriyorlar: “There are times when nature matches her shows and pageants to human actions with a weird and startling fitness, as though she were a conscious intelligence, bidding us pause and ponder.” Serbest ve sadık tercümeler üzerinde söy­ lenebilecek olanların büyük bir kısmı örnek ■olarak alınan bu üç parça üzerine dayanabilir. Sanat, atalar sözünde olduğu gibi, uzun­ dur. Tercüme de bir sanat olduğuna göre, ay­ nı şekilde zamansız olmalı, birbirini takibeden nesillerin duyduğu ihtiyaca uygun olarak sü­ rekli bir surette yeniden yapılmalıdır. Bir yağ­ lı boya veya sulu boya ressamı, “Mapledurham değirmeninin birçok defalar resmi yapılmış­ tır” diye onun yeni resimlerini yapmaktan çe­ kinmez; bu olayı kendisinin yapması için bir fazla daha sebep sayar. Aynı şekilde yazarlar da başka dillerde yazılmış, epigramlardan ve beyitlerden tutunuz da, destanlara ve uzun ki-

30

TERCÜME SANATI

taklara kadar her tü rlü eserleri kendi dillerine aktarm ağa daim a heves duym uşlardır. Onla­ rın gayretlerini teşvik için h er önemli eserin yeni b ir tercüm esi daim a iyi karşılanır. Bu dilde veya edebi itiyatlarda değişiklikler oldu­ ğu için değil, daha ziyade her tü rlü sanat şe­ killerinin zamansız olduğu içindir. İyi b ir ter­ cüme, herhangi güzel b ir sanat eseri gibi, dai­ m a dikkatle tetkike lâyıktır. Bu suretle m ü­ tercim in m etodu sezilebilir. Onun güçlükleri yenmesi, başkalarının yenmesiyle m ukayese edilir. Böyle olm asaydı, Thucydides’in Dr. Jow ett tarafından, Sophokles’in Dr. Jebb ta ra ­ fından yapılan tercüm elerinin yerlerini başka­ ları alamazdı. Homeros m ütercim i Alexander Pope’u Samuel B utler takibetm ez, bugün Winc­ hester O kulunun m üdürü olan Mr. Desmord Lee, E flâtun'un yeni b ir tercüm esini yapmazdı. İkinci derecede önemi ol am b ir gerçek de şudur: edebî değeri olan b ir eserin yeni b ir tercüm esi her zam an iyi karşılanır, çünkü mev­ cut tercüm eler zam anla kulağa eskimiş ve mo­ dası geçmiş gibi gelir. Bu da ihmal edilmiyecek ve unutulam ayacak b ir âm ildir. Yeni ter­ cüm elerin çıkmaya devam etmesinin sebeple­ rinden biri, başlıcası olm asa bile, şüphesiz budur. E debiyatta m oda ve zevk değişir. Bu yüz­ den- onaltıncı asırda İngilizleri tatm in etm iş olan b ir Virjil tercüm esi yirm inci asır İngiliz-

TERCÜME SANATI

31

¡erinin hoşlarına gitmeyebilir. Em ek çekmeye değer b ir tercüm eye başlam ayı düşünen b ir kim se için fazla tereddüde lüzum yoktur. Bu­ günün edebî alâka ve faaliyetlerinin en şaşmaz alâm etlerinden biri de yeni tercüm elerin tu ­ tulm aları ve bolluğudur. İngiliz radyosunun (B.B.C.) Üçüncü Prog­ ram ını dinleyenlere bunu hatırlatm ak lüzum u yoktur. Çünkü onlar son yıllar zarfında tercü­ m e eserlerden yapılan yayım ları dinlemek fır­ satını bulm uşlardır. B unların içinde en karak­ teristik olanı Dr. Gilbert M urray’in eski Grek piyeslerinden yaptığı tercüm elerdir. B unların çoğu ihtim al asıllarının şöhreti yüzünden rad ­ yoda yayınlanm ak üzere seçilm işlerdir. B un­ lar orta b ir insanın kendi kendine: “N edir bu eşek arıları, kurbağalar, filân? Anlamıyorum!” diyeceği gelen kitaplar ve şiirler ve piyeslerdi, iş te bu tercüm eler gayet aşikâr olarak Bölüm IV de anlatıldığı üzere, R obert B row ning’in Agamemnon'i çevirirken düşündüğü çeşide gi­ rerler. Radyoda yayınlanan tercüm elerin daha önemli b ir tarafı İngiliz radyosunun arasıra ilkin asıl m etni okutm ası, sonra başka başka yazarlar tarafından yapılmış iki veya daha faz­ la tercüm esini vermesiydi. B urada tercümeye önem veriliyor ve yayımın esasını teşkil edi­ y ordu. Birden fazla tercüm enin verilmesi ise

32

TERCÜME SANATI

yabancı dilde yazılmış b ir pasajın anlaşılm ası ve takdiri için iki tercüm enin b ir tercüm eden çok daha faydalı olduğu önemli prensibini or­ taya atıyordu. Tercüme işi ile çok uğraşanların hepsi te r­ cüm enin b ir sanat olduğu iddiasını hiç tered­ dütsüz kabul ederler; am a başkaları da olabi­ lir ki teklif eser yazm akta sanat olm akla be­ raber, ikinci derecede b ir iş olan tercüm ede daha az, belki hiçbir sanat bulunm adığını söyliyebilirler. Bu bölüm ün başındaki fikirlerle ikna edilemiyen bu gibi tenkidcilere cevap ola­ rak ve tercüm enin b ir sanat olduğunu nihaî olarak tesbit etm ek için, b ü tün şekilleri ve ka­ tegorileri ile tercüm e işini, herkes tarafından sanat olduğu kabul edilmiş olan, resim le m u­ kayese etm ek m üm kündür. B unların adım adım paralel oldukları görülecektir. îlk in , sanat öğrencisinin çalışması ile dil öğrencisinin çalışması mukayese edilebilir. H er ikisi de işlerini öğrenirler ve bunu yapar­ ken tecrübesizliklerini gösteren neticeler elde ederler. Yanlış renk veya yanlış çizgi kalınlı­ ğı yanlış kelim enin m uadililidir; desende, pers­ pektifte bir hata, b ir ibarenin m anâsındaki hatanın aynıdır. Tercüm enin olgun kategorilerinde nesrin nesre, şiirin nesre ve şiirin şiire çevrileri ara­ sında fark lar olduğunu söylemiştik. Sanat bakı-

TERCÜME SANATI

33;

m m dan nesrin nesir olarak tercüm esi sıhhat ve kesinlik itibariyle S ir Gerald Kelly nin b ir p o rt­ resi yahut C onstable’ın b ir peyzajına benzer; bunların yanında Mr. Graham S u th erlan d ’ın b ir p ortresi yahut T u rn er’in b ir peyzajı şiirin şiir olarak tercüm esine benzerler. Aynı şekilde Spencerlaye ve Picasso gibi artisler, tercüm e işinde sadık ve serbest olarak tanınan b irb iri­ ne zıd fikirleri tem sil ederler. Şiir, nesir olarak tercüm e edildiği zaman, daha büyük olan değişiklik, meselâ, S ir Muirhead Bone gibi b ir sanatkârın iskeçlerinde gö­ rülebilen m ahiyettedir. M âna vardır, fakat naz­ mın musikisi yoktur. Sahnenin rengi ise yal­ nız beyaz, siyahtır. B ununla b erab er, u sta b ir m ütercim okuyucularına, nasıl k ara kalemle yapılmış b ir resm e renk duygusu verilebilirse, esas m etnin ahengini duyuran b ir nesir vere­ bilir. Bunlar, sanatın olduğu gibi, tercüm enin en yüksek şekilleridir, fakat benzerlikler b u ra ­ da bitmez. Uçak yolcularının bilgi edinmesi için Bölüm I. de verdiğimiz tercüm e örneği, m ekanik resm i andırır. Bunun en çok görmeğe alıştığımız örneğini yeni otom obil alanlara ve rilen broşürlerde bulabiliriz. H er ikisinin de bilgiyi açık ve özlü bir şekilde ifadeden b aşka bir gayesi yoktur.

34

TERCÜME SANATI

Fennî eserlerin tercüm eleri, aşikâr olarak, fotoğrafçının işini h atırlatır ve bunda ihtim al, sanatkârın anladığı nisbette, sanat vardır. Fa­ kat gerek tercüm e, gerek fotoğraf, yapanm ve çekenin teknik bilgisine göre değişir. Yağlı bo­ ya resim le yapılm ış b ir sahneyi çelik veya ba­ kır levha üzerine oyarak bize gösteren b ir gravürcü, P lutarchos’un "M eşhur Rom alıların H ayatları” isim li eserini Jacque Amyot’nun Fransızca çevirisinden tercüm e eden Sir Tho­ m as N o rth ’la aynı durum dadır. Mizah yönünden bile b ir benzerlik bulu­ nabilir. B ununla caeruleae puppes Skye terri­ ers, yahut daha iyi tanınan Le peuple, emu, repondit, The parple em u laid ano th er egg, gibi m eşhur tercüm eleri kastetm iyorum ; fak at na­ sıl sanatta k arik atü r varsa tercüm ede de ka­ rik atü r olabilir. Bu sonuncu şüphesiz ki çok daha az görülen b ir şeydir, fakat onun en yük­ sek örneği unutulam az ve bu bölüm de zikre­ dilm eden geçilemez. M ark Twain "Zıplayan K urbağa” adlı ese­ rinde b ir Fransız dergisinde b ir hikâyenin neşrini takibeden beklenm edik sonuçları anla­ tır ve bunları Fransız dilinin özelliklerine at­ feder. B unları o dâhice seçtiği literal tercüm e­ lerin yardım ı ile ortaya atar. Şaheseri zanne­ derim ş u d u r:’ I no see not that, th at forg had nothing of b etter than each frog’ (Je ne vois

TERCÜME SANATI

35

pas que cette grenouille n ’a rien de m ieux que Chaque grenouille), ve buna şu tefsiri de ilâve eder: “Eğer b u tohum a kaçm ış gram er değilse, ben de kendim i hüküm verecek du­ rum da saym am .” Okuyucunun da böyle düşün­ memesine im kân yoktur. Bir m ütercim de aranılacak vasıfların tet­ kiki bu m ülahazaların tabiî b ir neticesini teş­ kil eder. Tercüm e b ir sanatsa, san atk âr nasıl b ir adam dır? Böyle b ir tetkike ihtiy atla girişilmelidir, çünkü umum i kaideler koymak h er hal ve kârda tehlikelidir. Diğer bütün insan grubları gibi, m ütercim ler de b irb irin d en fark­ lıdırlar. Alışık olduğumuz iyi, fena, orta sınıf­ la ra ayrılırlar. Son iki sınıf, belki daha az önem li sayılarak ihm al edilebilirler, fakat sa­ yıca az değildirler. Hiç şüphe y oktur ki m ü­ tercim in m uhtaç olduğu ilk vasıf b ir yabancı dili kolaylıkla okuyabilen fak at onu kâğıt üze­ rinde kendi diline aktarm ağa teşebbüs etm e­ yen b ir kim senin sahibolduğu dilbilgisinden biraz farklı tipte b ir dilbilgisidir. M üterci­ m in tercüm e ettiği yabancı dil üzerinde geniş b ir bilgisi olması şarttır; aynı zam anda bu bil­ gi, teferruat kaybolm ayacak şekilde m uhake­ me ile tatbik edilm elidir. İnsanın kendi yazısı kadar tenkid etmesi güç b ir yazı şekli yoktur. Kaleme alış esnasında verdiği zevk ne k ad ar büyük olursa olsun, sonra te k ra r gözden geçi­ rilince hiç te cazib olm ayan b ir çehreye bürü-

36

TERCÜME SANATI

nebilir. Bir tercüm e, ilk yazanın m eharet ve kudretini aksettirm esi dolayısiyle, h e r kelime sinin doğru olduğunu iddia eder gibi görünü­ yorsa, taham m ül edilemez; tenkid geri teper ve samimi b ir araştırm a ruhu ile esas metine yönetilm elidir. Bu yapılamazsa, kaçınılm ası m üm kün olan yanlışlar sezilemez. Bazı okuyu­ cular h atırlarlar ki la n Hay'in First Hundred Thousand’ı Fransız diline çevrilmiş ve Les Premiers Çent Milles adiyle yayınlanmıştı. îlk bölüm lerden birinde Teğmen Bobby L ittle’a sevdiği akrabaların d an toplanan ilaçlarla dol­ durulm uş ilaç sandığım (the m edicine chest) alm adan harbe gitmemesi tavsiye olunuyordu. Fransızca çevirisinde ise ona "göğüs ilâcını” arkada bırakm am ası söyleniyor. Açıkça görü­ lüyor ki esas m etin daha iyi tetkik edilseydi, okul çocuklarının sınıfta yaptıkları gülünç yanlışlar seviyesine düşen b ir tercüm e h ata­ sından kolayca kaçım labilirdi. B ir m ütercim in tercüm e ettiği dili ne de­ receye k ad ar bilmesi gerektiği konusunda söy­ lenecek çok şey v ardır. Çünkü oldukça iyi b ir bilgi olm adan tercümeye başlanam az. B urada garip b ir olay karşısındayız: bir yabancı dil üzerinde, senelerce tahsil ve okum adan sonra, edinilen derin ve doğru bilgi, m ütercim in ken­ di ana dili üzerinde gayet bariz b ir tesir ya­ pabilir. Bu hem en hem en b ir felâkettir. Gör­ düğüm üz gibi, b ir m ütercim in işi zor b ir iştir.

TERCÜME SANATI

37

Zorluğu azaltabilecek kabiliyet kendi dilini yazm aktaki p ratik edebî kabiliyeti ve kendi dilinin geniş kelime hâzineleri ile sıkı tem a­ sın verdiği akıcı üslubtur. İşte bu kabiliyet ve bilhassa bu arzu edilen akıcılık ve kıvraklık, yabancı b ir sentaksa uzun zam an alışm aktan m üteessir olur. Netice “tercüm e kokan” bir dil olur. M ütercim, esas m etinden kendini kurtaram am ış, aşırı derecede kelimeye sadık kal­ m ak itiyadını edinm iştir. Tercüme doğru ol­ m akla beraber, ikide bir aksar, yabancı dilin alışılm amış diksiyonuna esir düşm üştür. Böy le b ir tercüm e okuyucu için hiç te cazip de­ ğildir. Açıkça görülüyor ki b ir m ütercim in yük­ sek vasıflar sahibi olm asına zaru ret vardır. Fa­ kat yalnız dilbilgisi ve edebi kabiliyet de iyi tercüm e yapm ak için kâfi değildir. Tercüme edilm ekte olan eserin konusuna b ir dereceye kadar sevgi ve sempati, daha yüksek b ir de­ recede vukûf elzemdir. Şiir veya tam am iyle edebî her hangi m ensur b ir parçanın tercü­ mesinde müellifin duygularına karşı sempati tabiî olarak beklenir, çünkü böyle b ir sempa­ ti olmaz, m ütercim bu işi üzerine almaya bir meyil duymaz. Bilgi veren İlmî veya felsefi eserlerin tercüm esinde, konuya vukûf tercü­ meyi çok kolaylaştırır. Sonra da çok kere bil­ gisizlik dolayısiyle görm eden geçilen yanlışlar­ dan sakınm ayı sağlar.

TERCÜME SANATI

Böyle b ir vukûfun değerini açıkça göste­ ren bir m isalle birkaç yıl önce ben karşılaştım . Bir Danim arka gazetesinde, üzerinde düşünül­ mesi istenilen bir paragraf vardı. Norveç dilini bildiğini söyleyen b ir arkadaş benden yardım is­ tedi. Bir cümle şöyle başlıyordu: “Savory (1930) e r ved Undersogelser över to Hjulspindere kom m et tildet R esultat........ ’ Bunun k ar­ şılığı olarak şu cümle veriliyerdu: “Savory (1930) iki çıkrıkla tecrübelerinden bu netice­ ye v a rd ı.. . ” B urada “iki çıkrıkla" lâfı bu cüm­ leyi saçm a b ir hale getiriyordu. Örümcekler hakkında azıcık b ir şey bilseydi, m ütercim “ağ ören iki örüm cekle" sözlerini kullanacaktı. Y ukarıda ana h atların verdiğimiz şartları ta m manasiyle haiz ve hiç kusursuz bir tercü­ m e seviyesine ulaşacak b ir m ütercim şüphesiz ki kolayca bulunam az. B undan da şu anlaşı­ lır ki tercüm e yüksek değer verilm esi gereken b ir san attır ve m ütercim çalışm alarının tam m ükâfatım ı görmelidir. Fakat işte böyle de­ ğildir. Bunun izahı ihtim al bü tü n devirlerde ve b ü tü n m em leketlerde edebî zihniyetin garip tecellisinde bulunabilir: tercüm eye karşı du­ yulan şiddetli arzu. Anlaşılıyor ki tercüm e bu bakım dan öğretm enliğe benzem ektedir. He­ m en herkes öğretm enliğin kolay olduğuna ve gerekirse yapabileceğine inanır. Kendini öğ­

TERCÜME SANATI

39

retm enlerin çalışm alarını tenkide yetkili sa­ yar. Her iki halde de bu inançlar tecrübenin, ışığı altında uzun zam an yaşayam azlar, fakat fena tercüm enin fena öğretim gibi nisbeten kolay bir iş olduğu da doğrudur. Neticede Ro­ malı şair Ovidius'un Epistulae isimli eserine Dryden’ tarafından yazılan Önsözdeki şu sa­ tırlar her çeşit m ütercim hakkında söylenebi­ lir. “Bana öyle geliyor ki b u k ad ar az taham ­ mül edilebilecek tercümeye sahip olmamızın gerçek sebebi, müellifin m anasına çok fazla sadakatten dolayı değil, fakat tercüm e için ge­ rekli bütün kabiliyetleri haiz pek az kişi bulunm asm dandır. Sonra bu kadar çok bilgi istiyen bir işi biz pek az övüyoruz ve teşvik ediyoruz.” Bir m ütercim de bulunm ası gereken vasıf­ lar üzerinde hiç b ir şüphe olamaz. B ir çok ya­ zarlar bize b ir m ütercim in iki dile hâkim ol­ masını söylerler, fakat bu hâkim iyetin h er iki dilde aynı cinsten olm asını da sözlerine ek ler ler, çünkü onun yabancı dilbilgisi tenkidi, kendi ana dilbilgisi ise amelî olm alıdır. Şiiri şiir olarak çevirecekse şiir yazm akta bir az: teknik m ehareti olması gerekir. Bazı kim seler bir şairi ancak b ir şairin tercüm e etmesi la­ zım geldiğini söylerler. Diğerleri de “Bir şair kendi gölgesinden kurtulam az. Bunun için kendi şairane duygularını esas yazarın duygu­ ları yerine koyar.” derler. Sonra dilbilgisi ve

40

TERCÜME SANATI

•edebî kabiliyete m ütercim sem pati, derin gö­ rüş, çalışkanlık ve nam uskârlığı da ilâve et­ m elidir. B ütün b u n lar veya bunların, hiç olmazsa, b irb irin i nakzetm eyen kısım ları kabul edilirse, inkâr edilemiyecek b ir şekilde açıktır ki birin ­ ci sınıf tercüm enin gerektirdiği işi yapmaya ehliyeti olan b ir bilgin, hiç şüpe götürm ez is­ tidadını telif eserler meydana getirmeğe has­ retm eyi tercih edecektir. Öyle ise, netice olarak şu sorulabilir: ni■çin biri çıkıp ta tercüm e yapıyor? Münekkidler bunun hem en hem en im kânsız b ir iş oldu­ ğunu kabul ed er görünüyorlar, sonra çekilen zahm et ve harcanan emeğe karşılık olarak bir m ü k âfatı da yok. Ama istenilm edikleri ve mü­ k â fa tı da olm adığı halde, yine tercüm eler çı­ kıyor. 1953 de Kraliçe Mary öldüğü zam an The Sunday Times gazetesinde Mr. Charles M organ'm, ona ithaf edilen b ir şiiri çıktı. E r­ te si hafta m ektuplar sütununda onun şiirinin Lâtinceye mersiye şeklinde b ir tercüm esi var­ dır. Exeter Üniversitesi rektörü Dr. E. A. B ar­ b e r tarafından yapılm ıştır.

TERCÜME SANATI

41

İşte m eselenin izahı buradadır. Çok defa b ir tercüm eden en çok faydalanan m ütercim olduğu söylenir. Fakat şunu d a ilâve ederek açıklam ak lazım dır ki m ütercim in tek m ükâ­ fatı zihnî idm andan duyduğu hazdır. Öğret­ m enler çocukların cümle yapm aktan hoşlan­ m adıklarını bilirler ve belki buna üzülürler. Okuyucular da aynı şekilde b ilirler ki bütün yetişkinler tercüm e yapm aktan hoşlanırlar. Böyle olmasaydı, tercüm e en n ad ir sanatlar­ dan biri olurdu.

m DEVİRLER BOYUNCA TERCÜME "T raduttore, traditore"

Tercüme hemen hem en telif kad ar eski­ dir ve edebiyatın diğer herhangi b ir dalı ka­ dar şerefli ve karm aşı b ir tarihe m aliktir. A vrupa’da ismi edebiyata geçen ilk m ü­ tercim , âzad edilmiş bir köle olan Y unan'lı Livius A ndronicus’dur. İsa ’dan 240 yıl önce Odysseia’yı manzum olarak Lâtinceye çevir­ m işti. K endisinin tercüm e apan ilk yazar ol­ m am ası çok m üm kündür, fak at eserinin uzun zam an yaşam ası bakım ından çalışm aları ilgi çeker. H oratins onun eserini biliyordu ve on­ dan faydalanm ıştır. Bugün bile eserinden ba­ zı parçalar h âlâ okunm aktadır. Daha sonra, ilk Lâtin yazarları Naeviui ile Ennius Y unan piyeslerinden, bilhassa Euripides’in piyeslerinden, b ir kısmını tercüm e etti­ ler. Yunan şiir vezni olan hexam eter’i R om a’ya geirenler onlardı. Çiçeron çok tercüm e yapı yordu, bu bakım dan Catullus da ondan geri kalmaz. Gerçekten Yunancadan Lâtinceye, da­ ha m ahdut ölçüde Lâtinceden Yunancaya, ter­ cümeler, çevrilmeye lâyık edebiyat ve çevrilen-

TERCÜME SANATI

43

Icrin değerini takdir edebilecek b ir ilim m u­ inli mevcut olduğu m üddetçe devam etti. Birkaç asır atlarsak, Avrupa ilmine yap­ tıkları tesir dolayısiyle, tarihî önemi olan te r­ cümelere geliriz. Sekizinci ve dokuzuncu asır­ larda Arap âleminin doğması ve gelişmesi, hiç şüphesiz, Yunan ilm inin tem elleri üzerinde ol­ muştu. Yunan yazarlarının eserleri Suriye b il­ ginleri tarafından çevrilm iştir. B unlar Bağ­ d a t’a gelerek Aristo, Eflâtun, Galien, Hippokrates ve diğerlerinin eserlerini Arapçaya ter­ cüme ettiler. Bağdat şehri âdeta b ir tercüm e okulu haline geldi. Arap ilm i bu faaliyete çok şeyler borçludur. Bu tercüm elerin önem i zam an ve m ekân sm rlarm ı aştı. Vakti gelince Arap ilm i de ge­ riledi. Onun yerine A vrupa’da zihni çalışmala­ ra k arşı b ir ilgi uyandı. Üç asır sonra bile Arap m etinlerinin Ispanya’da hayatiyetlerini kaybet­ memiş olduklarını görüyoruz. B ağdat’ın yerini Toledo aldı. Bir m ütercim ler heyeti hiç d u r­ m adan Arapçayı Lâtinceye çzevirmekle uğra­ şıyordu. Bu sebeple, onikinci asırda b ir yazar A risto’dan bahsederken gerçekte onun Yunancadan Süryaniceye, Süryaniceden Arapçaya, Arapçadan Lâtinceye yapılan tercüm esini dü­ şünm ektedir. Bu çeşit ameliye doğruluğun b ir garantisi olamaz ve birçok yanlış ve anlaşıl­ m azlıklara sebep olm uştur.

44

TERCÜME .SANATI

Toledo b ir asırdan fazla m üddetle bilgin­ leri çalışmak üzere kütüphanelerine çekti. Bu m aksatla gelenler arasında Euklides’in “ İlke­ le r” in Arapça tercüm esinden Lâtinceye çevi­ ren İngiltere’nin Batlı şehrinden Adelard, 1141 -43 de K ur'anın ilk tercüm esini veren Rob e rt de Retines de vardı. İ. S. 1200 yılında esas Grek m etinlerinin kopyaları Toledo’ya gelme­ ye başladı. Bunları üçüncü b ir dilin aracılığı­ na hacet kalm adan doğrudan doğruya tercüm e etm enin daha doğru olacağı düşüncesi belirdi. Toledo'da yayınlanm am ış olm akla bera­ ber, Josephat'm Liber gestorum Barlaam diye tanılan m eşhur tercüm esi bu devirde yapılm ış­ tır. Esas Grekçe m etinde B u d an ın m asalım sı hal tercüm esi, b ir H ıristiyan hikâyesi şekline sokularak anlatılm ıştı. Bu kitap birçok Avru­ pa dillerine çevrilmiş, geniş b ir okuyucu kitle­ si bulm uştu. Barlaam H ıristiyanlar üzerinde öyle büyük b ir tesir yaptı ki katolik Kilisesi onları, tam am iyle uydurm a olm alarına rağ­ men, aziz olarak tanım ak zorunda kaldı. Bu belki “tercüm enin elde ettiği en garip b ir ne tice”dir. Onikinci asırda tercüm e sanatı öyle b ir yüksekliğe erişti ki o zam andan beri belki ona eşit b ir durum elde edilmiş, fakat üzerine çıkılam am ıştır. Wycliff’in İncilini Tyndale ve Coverdale’in İncilleri takibetti. Fakat bunların

TERCÜME SANATI

45

hiçbiri tercüm e bakım ından M artin L uther'in (1483 - 1564) Almanca İncili ile kıyas edilemez. Bu eserin birçok neticeleri arasında b ir Alman edebiyat dilinin doğması da vardır. Biraz son­ ra "m ütercim lerin şahı" Auxerre piskoposu Jacques Amyot’nun eseri yayımlandı. İngiliz edebiyatının ona en büyük borcu 1559 da yap­ tığı P lutarkhos’un "M eşhur Grekler ve Rom a­ lıların H ayatları" adlı eserin tercüm esi dolayısiyledir. Çünkü b u çevri Sir Thomas N ort’un 1579 da yaptığı İngilizce tercüm esine kaynak vazifesi görmüş, bu suretle Shakespeare'in Coriolanus, Julius Caesar, ve Anthony and C leopatra adlı piyeslerin yazılm asına büyük ölçüde yardım etm iştir. Kraliçe Elizabeth I devri aynı zam anda İngiltere'de ilk büyük tercüm e devri idi. İk in ci Elizabeth devri de ikinci b ir tercüm e çağı olm uştur. Tabiat dünyasında b ir m acera ve fetih ruhu olan devrin m illî ruhu, kütüphane­ lerde görülüyordu. M ütercim ler aynı ih tiras­ larla çalışıyorlar, yeni edebiyat ülkeleri keş­ fediyorlar, insan tefekkürünün yeni hâzinele­ rini yurtlarına getiriyorlardı. Meselâ Philemon Holland başardığı işleri b irer fetih olarak gö­ rüyor ve onları böyle vasıflandırıyordu. O ve onun çağdaşları geçmişteki büyük m illetlerin siyasî ve İçtimaî hareket ve itiyatlarını göster­ meğe uğraşıyorlardı. Esas âlakaları yazarların edebî m aharetinden ziyade, yazdıklarının mâ-

46

TERCÜME SANATI

naşı üzerinde toplanıyordu. Bu yüzden nadiren doğrudan doğruya asıl m etinden tercüm e edi­ yorlardı, Toledo'nun kurduğu bu tem el pren­ sibi hemen büsbütün unutm uşlardı. Plutarkhos'un tercümesi için North, Amyot’nun ter­ cüm esini kullandı, fakat bu bakım dan North, yalnız değildi. Thukydides hiç şüphesiz tarihi­ ni Grekçe yazmıştı. Laurentius Vallon onu Lâtinceye çevirdi. Lâtinceden Claude de Seysel Fransızcaya çevirdi, Fransızcadan Thomas Ni cholls İngilizceye çevirdi. Bu zincirleme ter­ cümeye ancak tek b ir örnektir. Bunun gibi daha birço k ları vardır. Nicholls, L ondra'da yaşayan b ir kuyum cu idi. Elizabeth devri m ü­ tercim lerinin çoğu onun gibi akadem ik iddia­ ları olmayan, fakat kafaları işleyen uyanık kim­ selerdi. Aldıkları neticeler pek doğru ve sıh­ hatli olm am akla beraber, Elizabeth devri ha­ yatının kendisi kadar, neşeli ve hareketli idi­ ler. H er sahaya el atıyorlar, büyük işler b aşa­ rıyorlardı. Sir Thomas N orth belki onların en meş­ hurlarındandır. Adını etm iş olduğumuz Phile­ mon H olland (1552- 1637) b ir doktor, aynı za­ m anda Coventry'de b ir okulun m üdürü idi. K lâsik edebiyatı iyi bilen, çalışkan b ir yazardı. Tercüm eleri asılları ile boy ölçüşebilir. Kaenophon, Livius, Suetenius ve Plinius'dan ter­ cüm eler yapm ıştır.

TERCÜME SANATI

47

Unutmamalıyız ki George Chapm an'm Hom eros’u 1598 ile 1616 arasında yayım lanm ıştır, binanaleyh bu devre aittir. Fakat bugün ancak K eats'in daha m eşhur olan sonesinin kaynağı olarak biliniyor. John Florio (1553- 1625) Montaigne'in Denemeler’in in b ir çevirisini 1603 de ortaya koydu. E seri N orth'm Plutarkhos ter­ cümesiyle hiç olmazsa eşit seviyededir. Sha­ kespeare bunu da ötekisi gibi beğeniyordu. Bu sebeple Fırtına isimli piyesinde bazı kısım la­ rını kullanarak benim sedi. S onra bu tercüm e Ingiliz yazarlarına ilk defa deneme (essai)’nin edebî b ir şekil olârak m ahiyet ve im kânlarını gösterdi. Nihayet Thomas Shelton, 1612 de Don Quixote tercüm esini ortaya koydu. Onyedinci asır bir bü tü n olarak başka diyarların edebiyatını tetkik ve tercüm ede bu­ na benzer b ir kudret ve zenginlik asla göste­ rem edi. H obbes'in Thukydides’i ve daha sonra H om eros'u hiçbir zam an beğenilmedi. S ir Ro­ ger I'E strange'm Çiçeron, Juvenalis, ve Seneca’dan tercüm eleri kolay okunabilirlerse de asıllarm dan çok farklı oldukları için şöhretle­ rini m uhafaza edemediler. Aynı sadakatsizlik ve sıhhatsizlik itham ı John D ryden’m Juvena­ lis (1693) ve Vergilius (1697) çevirilerine karşı da yönetilebilir, fakat b u n a rağm en Dryden, devrinin önemli m ütercim lerinden biri sayıl­ m alıdır.

48

TERCÜME SANATI

Bunun sebebi, seleflerinin aksine olarak, tercüm e işi üzerinde çok d ik k atli durması, tenkitçi b ir zihniyetle hareket etmesi, belkide daha doğru söylemek gerekirse, vardığı neti­ celeri şiirlerindeki önsözlerin birçok yerlerin­ de yazı ile ifade etm esidir. Tercüm enin bir sa­ n at olduğunu, m ütercim in riayet etm esi gere­ ken belirli prensipleri ve b ir tem el teorisi bu­ lunduğunu ilk defa anlayan ve anlatan odur. Onun, meselâ aynen tercüm e usulü olan(metaphrase) ile tefsir yolu ile tercüm e olan (pa­ raphrase)! dikkatle ayırm ası, esas yazanın söz­ lerine karşı titiz davranışının b ir belirtisidir. Şunu da ilâve etmeliyiz ki tercüm e üze­ rinde düşünm e ve yazma meselesinde Dryden dan önce Lord Roscomm on (1633-85) gelir. Onun m anzum “ Şiir tercüm esi üzerine dene­ m e” sinde bugün m ütercim lerin düşünebile­ ceği şeylerin birçoğu vardır. Tercüm eler onsekizinci asırda aynı dere­ cede boldu. Burada ilk zikre değer olanlar Alexander Pope (1688 - 1744) ve William Owper (1731 - 1800)’in H om eros’u İngilizce’ye m anzum olarak tercümeye teşebbüsleridir. Pope’ın Ilias’ı 1715 ve 1720 de, Odysseia’sı 1725 ve 1726 da, Cowper’in Odysseia’sı ise 1791 de yayımlandı. Cowper, hatırlanacağı üzere, aslı­ na m üm kün olduğu kadar sadık kalmış oldu­ ğunu iddia ediyordu. F akat Pope’ın hiç de boy-

TERCÜME SANATI

49

le bir endişesi yoktu. Bu sebeple b ir m ünek­ kit: “ Güzel bir şiir, Mr. Pope, am a buna H o­ m eros diyemezsiniz'' demişti. Bu tercüm eler birbirleriyle ve J. H. V oss'un Almanca tercüm anlarıyie mukayese edildikleri zaman önem­ leri artar. Voss'un Ddysseia’sı 1781 de, Ilias’ı ise 1793 de yayımlandı. Yine bu asrın sonları­ na doğru A. W. Schlegel pek başarılı olarak Shakespeare’i Almancaya çevirdi. Onsekizinci asrın son on yılı içinde tercü ­ me sanatı üzerine nadir kitapçıklardan biri ya­ yımladı. Yazan (Alexander Fraser Tyther) Lord W oodhouselee idi. Tercüme Prensipleri Üzerine Deneme adını taşıyan kitabı, 1792 de basıldı. W oodhouselee Edinburgh’da doğmuş­ tu ve Edinburgh Üniversitesinde tarih profesö­ rü idi. 1790 da o şehrin İlim Cemiyeti huzu­ runda tercüm e konusu üzerinde b ir tebliğ oku­ du. Denemesi bu tebliğin genişletilmiş şeklidir. Bir talihsizlik eseri olarak Aberdeen’deki Marischal K oleji’nin M üdürü Dr. Camphell de bir m üddet önce Notlu İncil Tercüm esi isimli bir eser yayımlamış, buna tercüm e hakkında tesbit etm iş olduğu teorileri açıklayan bir ön söz de eklemişti. Aynı fikirler, biraz daha iş­ lenmiş şekilde, isimsiz olarak yayım lanan “De­ nem e” de görülünce ortaya b ir anlaşmazlık çıktı. F akat Woodhouselee, yazarın kendisi ol­ duğunu ilân ederek Dr. C am phell’i intihal ba­ his konusu olm adığına ikna etti. İşin doğrusu

50

TERCÜME SANATI

şu idi: iki bilgin aynı zam anda aynı prensip­ leri ararken aynı neticelere varm ışlardır. Bugüne kadar alâka ve değerinin büyük b ir kısm ını m uhafaza etm iş olan Woodhouselee’nin kitabı b ir tercüm enin yapılması ve hak­ kında hüküm verilmesi için üç temel pı ensip koyuyordu: 1. Bir tercüm e, aslındaki fikirleri, tam ve eksiksiz, olduğu gibi vermelidir. 2. Yazının üslûp ve tarzı aslininki ile ay­ ını vasıfta olmalıdır. 3. Bir tercüm e, telif kadar, kolay okunabilmelidir. W oodhouselee bunları ve aklına gelen di­ ğer fikirleri Yunanca, Lâtince, Fransızca, İ s ­ panyolca ve İtalyancadan b ir sürü binekler ve­ rerek izaha çalıştı. Bu suretle kitabı kendi b a­ şına ayrı bir kategori teşkil eder. Onun tenkit fikirleri bugünkü görüşlere uymayabilir. Ama bilgisinin genişliğine diyecek yoktur. Yüzyıl sonra Valéry L arbaud, Sous l'Invocation de Saint Jérôme adlı kitabında şunları yazıyor­ du: “ Eserim in birgün Lord W oodhouselee’nin eseriyle kıyaslanacağından em in olsaydım, göz­ lerim i hiç üzülmeden bu dünyaya kapardım .’’ Ondokuzuncu asır m ütercim leri arasında birçok büyük isim ler vardır. Bunların içinde ilk akla gelen Thomas Cariyle olm alıdır. 1824

TERCÜME SANATI

51

de Goethe'den Wilhelm Meister'i tercüm e etti. Bu eser, İngiliz okuyucularına Alman yazar­ ları arasında hiç olm azsa b ir dâhi bulundu­ ğunu ve Alman edebiyatının okunm ağa değer olduğunu isbat etm iştir. Devrin diğer b ir özel­ liği Byron, Shelley ve Longfellow'un aynı za­ m anda tercüm eler yayım lam alarıdır. Şiirin şa­ irler tarafından tercüm esine örnek olan bun­ lar, hele Longfellow’da, şiir kabiliyetinin, b u m aksatla kullanıldığı zaman ne k ad ar değerli, olabileceğini gösterm işlerdir. Bütün bunların çok üstünde b ir eser za­ m anla bütün devirlerin en m eşhur tercüm esi oldu. Edw ard Fitzgerald (1809 - 1883) birçok kitapların müellifi iken ansızın Ispanyol ede­ biyatının cazibesine tu tuldu ve 1854 de Calderon’un altı piyesini tercüm e ederek yayım ­ ladı. Sonra Farsçaya döndü. Dâhiyane b ir meharetle rubai veznini İngilizceye uydurdu. 1859 da yayım lanan Ömer H ayyam ’ın Rubaiyat’ı Fitzgerald tarafın d an üç defa gözden geçiril­ di. Bugün hâlâ sevilmekte ve beğenilm ektedir. Dr. Fitzmaurice-Kelly onun hakkında “Mucize denecek cür’etli b ir m eharetle yarı unutulm uş bir İra n şairini k aram sa r bir İngiliz dâhisi kı­ lığına soktu” dem ektir. Fitzgerald, tercüm e ederken kelim esi ke­ limesine tercüm eyi değil, okuyucu üzerinde estetik tesiri m uhafazayı hedef tutuyordu.

d2

TERCÜME SANATI

Ömer Hayyam 'daki büyük başarısı onun Aiskhylos ve Sophokles tercüm elerini gölgede bı­ rakm ıştır. Hemen hem en aynı zamanda. 1861 de, M athew Arnold’un H om eros Tercümesine Dair denemesi yayımlandı. Altmış sayfadan fazla tu tan bu oldukça büyük denemede Homeros, üzerinde durulan tek konu değildir. Okuyucu için cazip olan birinci nokta şiir tercüm esinin b ir şair tarafından yazılmış izahıdır. Bu da pek büyük bir değer taşır. Başından sonuna ka­ d a r yazısında Arnold’un kendi şiir kabiliyeti, avm zam anda İngiliz şiiri üzerindeki geniş bil­ gisi açıkça görülm ektedir. Bu sebeple eğer biz “şiirin şiire” çevrilmesi esasını kabul edersek A rnold’un bütün fikirlerinin bizim için alâka­ sını tanım am ız gerekir. Şöhret yapm ış hiçbir İngiliz şairi, h attâ Drydeıı bile, tercüm e sana­ tı üzerindeki görüşlerini onun kadar tam ve açık olarak, ifade etm em iştir. Arnold'un tezi şöyle özetlenebilir: B ir ter­ cüme, aslının ilk işitenlere nasıl tesir ettiği tasavvur ediyorsa, bize de aynı şekilde tesir etm elidir. Bu dem ektir ki o da, tıpkı Fitzgerald gibi, estetik netice elde etm ek için, lâfzı doğruluğu feda , etm ek istem ektedir. Home­ ros'un Y unanlılara nasıl tesir ettiğini bugün hiç kim senin bilmediğini kabul eder ve bu

TERCÜME SANATI

53

güçlüğü yenmek için p ratik bir test teklif eder: Tercüme ona göre, Yunanca bilen ve avın za­ m anda şiir zevki olanlara aslının duyurduğu şeyleri duyurm alıdır. Arnold'un nazariyesi, ay­ dınlatıcı örnekleriyle beraber, İncelenmeğe de­ ğer. Denemesi. Kardinal N ew m an'm kardeşi profesör F. W. Newman'in Homeros tercüm e­ si üzerinde şiddetli bir tenkit olduğu için bize pek hoş gelmiyor. N ew m ann'm tercüm e hali­ kındaki fikirleri Arnold'un fikirleri ile taban tabana zıddı. Newman lâfzı doğruluk ve ter­ cümenin tercüm e olduğu vc orijinal b ir eser olmadığı intibalım devamlı olarak verilmesini istiyordu. Bu sebeple gerek Arnold’un “ dene­ m esi”, gerek Newman'm cevabı nahoş b ir po­ lemik havası yaratm aktadır. Bu aynı zam anda gayet faydasızdır. Çünkü ayrı ayrı m izaçta iki sanatkâr işlerini nasıl yapm ak gerektiğini bir­ birine öğretemez. İki şairin, hele onlardan bi­ ri bir tiyatro eseri, öteki de d estan lar yazmış­ sa, en iyi lirik şiirin nasıl yazılacağını birb i­ rine söylem elerini insan tasavvur bile edemez. Okurken Newman'in hiçbir şeyi doğru yapm a­ dığı intibaı hâsıl olursa, Arnold'un fikirlerinin değerinden kolayca şüpheye düşülebilir. Yirminci asrın savaşla veya savaşın zarar­ larını telâfi ile geçmeyen seneleri zarfında ter­ cüm eler her m em lekette bilginlerin kalemle-

54

TERCÜME SANATI

rinden geniş ve gür ırm aklar gibi akm ıştır. B aşlangıçta bu tercüm elerin vasıfları devrin haklı olarak isteyebileceği k ad ar yüksek de­ ğildi; cansız, çok defa p ara için yapılmış şey­ lerdi. Sanki b ir sürü ikinci sınıf yazar alelâde tercüm enin kolayca başarıldığını ve tenkidçi olm ayan okuyucuların çoğunu tatm in edebile­ ceğini keşfetm işlerdi ve bu esef edilecek o la yı istism ar ediyorlardı. Böyle iken bile, dille­ ri fazla yaygın olm ayan m em leketlerde b ir ede­ biyat doğmuş veya doğm akta olduğunu ve ede­ biyat sevenlerin bundan habersiz kalm ak teh­ likesinde olduklarını anlayan b u m ütercim le­ re bazı şeyler borçluyuz. En bâriz b ir m isal alalım. Rusya yerli rom anclar bakım ından b ü ­ yük bir a'naneye sahiptir ve Rusya dışında an­ cak birkaç kişi Tolstoy'un ve Dostoyevski'nin eserini asıllarından okuyabilm işlerdir. Ancak tercüm e sayesindedir ki Çehov'un, S trindberg’in, İbsen'in piyesleri m odern tiyatroda aşikar tesirler yapm ışlardır. B ütün bunlara rağm en yine boşluklar var­ dı, 1919 da yazan Ritchie ile Moore tercüm e­ lere güvenenlerin çağdaş Fransız edebiyatı hakkında pek iyi b ir fikir sahibi olamıyacaklarm ı söylemeğe m ecbur olm uşlardı. F akat du­ rum devam lı olarak düzelm iştir. B odm er 1934 de "Am erikan ve İngiliz yayınevleri m üm essil­ lerinin, yeni yazarların tercüm e haklarım al­

TERCÜME SANATI

55

m ak için bütü n Avrupa’yı dolaştıklarını” ya­ zıyordu. İkinci Dünya savaşından sonra tercüm e hakkında iki olay ortaya çıktı. B unlardan biri artık Ritchie ile M oore’un şikâyetlerinin varid olm ayışıdır. Gazetelerin veya dergilerin edebî sahifelerini üstünkörü incelem ek bile büyük,, ilm i her çeşit tercüm enin yayım landığını bize gösterir. Çağdaş yabancı edebiyat hakkında ■malûmat edinm ek arzusunun gittikçe arttığı inkâr edilemez. Diğeri ise klâsik edebiyata k a r­ şı duyulan alâkanın kuvvetlenm esidir. İşçi P ar­ tisinin iktidarı devrinde o rta öğretim kurul­ larından yeni nesiller çıktıkça Lâtince okuya­ bilenlerin sayısı gittikçe azalm akta ve V irjil’in tercüm eleri kapışılm aktadır. Bu alâka garip olduğu k a d a r devrim izin en şaşırtıcı tarafla­ rından biridir. Bunun sebebini ilkin İngiliz Radyosunun yayınlarında arıyabiliriz. Onun "Üçüncü Program ”ı birçok dinleyicilere önce hayal bile edem edikleri güzellikleri olan edebî eserleri tanıttı. Sonra Pelikan Serisinde çıkan hayran olunacak tercüm elerde arayabiliriz. B unlar o kadar ucuzdur ki yükselen fiyat he­ lezonunu b ir iki halka geriye çevirmiş görü­ nüyorlar. O kadar da m ükem m eldir ki başka herhangi b ir devrin tercüm eleriyle boy ölçü­ şebilirler.

IV

TERCÜMENİN PRENSİPLERİ “Hakiki tercüme bir tenasühtür.” Williamowitz

Her ne yaparsa yapsın, b ir sanatkâra dai­ ma nasıl çalışması gerektiği hakkında öğüt ve­ renler bulunur, yahut eserini nasıl meydana getirdiğini kendisine anlatm aya aynı derecede hazır m ünekkidler vardır. Bu sebeple, eğer bundan önceki bölüm lerde tercüm enin b ir sa­ n at olduğu kesin olarak tesbit edilmişse, m ü­ tercim ler de kendilerine ders ve öğüt verilme­ sini, tashih ve tefsire tâbi tutulm ayı beklemeli­ dirler. Bunları yapm aktan hoşlanan insanlar üçe ayrılabilir: bilenler, bilmeyenler yanlış bi­ lenler. Fakat her şeye rağmen, bu üç tipten hiç biri, h attâ sonuncu ve en tehlikelisi bile, bazı aydınlatıcı prensiplere inanm asa, bütün bu gibi kimselerin vasfı olan kuvvetli güvenle, sesini devamlı olarak yükseitemez. Bu pren­ siplere dikkat etmeliyiz. Acaba onların ortaya attığı bir sürü sözlerden bu prensipler çıkarı­ labilir mi? Tanınacak şekilde ifade edilebilir ve doğrulukları isbat edilebilir mi?

TERCÜME SANATI

57

Bu soruların cevabı şudur: tercüme pren ­ siplerinin özlü şekilde ifadesi im kânsızdır. Şu veya bu şekilde ifadesi tasavvur edildiğinden daha güçtür. Sonra bu güçlük m ütercim lerin kendi yazılarından çıkm aktadır. Herkes ta ra ­ fından kabul edilmiş tercüm e prensiplerinin m evcut olm adığını söylemek daha doğru olur. Çünkü bunları form üle etmeğe yetkili olanla­ rın kendileri aralarında asla anlaşam am ışlar­ dır. Aksine birbirini o kadar çok ve uzun za­ m an tekzip etm işlerdir ki bizi edebiyatın baş­ ka alanlarında ender rastlanan b ir düşünce keşmekeşi içinde bırakm ışlardır. M üstakbel m ütercim lere yapılacak tavsi­ yelerin m ahiyetini açıklam ak için onları b ir­ birine zıd çiftler halinde ifade etm ek uygun -olur: 1

Bir tercüme verm elidir.

aslının

kelimelerini

2 — Bir tercüm e aslının fikirlerini ver­ melidir. 3 — Bir tercüm e okunurken orijinal bir eser hissini vermelidir. 4 — Bir tercüm e okunurken tercüm e cl duğu belli olmalıdır. 5 — Tercüme aslının üslûbunu aksettir­ melidir.

58

TERCÜME SANATI

6

Tercüme m ütercim in üslûbunu ver­ melidir.

7 — Tercüme aslının yazıldığı devirdeyazılmış gibi okunabilm elidir. 8 — Tercüme m ütercim in yaşadığı de­ virde yazılmış gibi okunabilm elidir. 9 — Tercümede olabilir.

ilâveler

ve

atlam alar

10 — Tercümede asıl metne b ir şey ilâve edilemez ve ondan atlam alar o la ­ maz. 11 — Nazım, nesir olarak çevrilmelidir. 12 — Nazım, nazım olarak çevrilmelidir. B unlardan bazıları açıkça diğerlerinin tâ ­ dile uğram ış veya tâli şekilleri olm akla b era­ ber, m üstakbel m ütercim e oldukça sıkıntı ve şaşkınlık verecek kad ar çok ve çeşitlidirler. B unlardan son iki şıkkı Bölüm V II de incele­ yeceğiz, fakat bundan önce diğerlerini anla­ maya çalışalım. B unların mevcut oluşu bileşaşılacak b ir olaydır ve izahını yapm ak lazım­ dır. Bunu yapabilirsek tercüm e işi ihtim al çok aydınlanacaktır. Y ukarıda verdiğimiz listenin başındaki iki şıkkın, kelime kelime veya m etne sadık ter­ cüme ile serbest ve ideom atik tercüm e arasın­

TERCÜME SANATI

59

daki farka b ir ifade şekli verdiği kolayca gö­ rülebilir. M ümkün olduğu kadar sadık tercü­ meye ta ra fta r olanlar daim a m evcut olm uştur. B u taraftarlık m etne sadakatin b ir m üterci­ m in ilk vazifesi olduğu kavram ına dayanır. Bir m ütercim hiç b ir zam an asla sadakatsizlik it­ ham ına m aruz kalmak istemez; fakat bundan kurtulabilm ek için sadakatsizliğin ne dem ek •olduğunu ve neden ibaret bulunduğunu açıkça bilmesi lazım dır. Sadakat lafzî, kelimesi keli­ mesine tercüm e demek değildir; bu en iptidaî tercüm e şeklidir ve ancak en günlük, en ba­ yağı işlere uygundur. Sadakat bu m ânaya alın­ sa bile b ir dildeki b ir kelimenin daim a diğer b ir dildeki aynı kelime ile tercüm e edileme­ yeceği gerçeği kaçınılmaz olarak o rtad a kalır. Çoğumuz daim a pius Aeneas diye anlatılan b ir adam hakkında hiç olmazsa bazı şeyler okum uşuzdur. Bu "piu s’' sıfatının "pious” kelime­ siyle İngilizceye çevrilemeyeceğinden em in ol­ duğumuz gibi, hiç b ir İngilizce kelimenin de b ir m etinde onun tam karşılığını veremeyece­ ğini duym uşuzdur. Sadakati m üdafam n sebebi m ütercim in hiç bir zam an kendisinin b ir m ütercim oldu­ ğunu unutam ayışıdır. M ütercim b ilir ki ken­ disi asıl müellif değildir, elindeki eser hiç bir zam an kendisinin olm am ıştır; daha doğrusu o b ir tercüm andır, vazifesi müellifin zihni ile okuyucunun zihni arasında b ir köprü, b ir ge­

60

TERCÜME SAKATI

çit kurm aktır. Kendisi aradan silinmeli, Rom s reva Berlin'in Londra veya Paris'le doğrudan doğruya konuşm asına m üsade etm elidir. Bu­ nu yaptığından emin olursa, başarısı ile övün­ meğe hak kazanmış dem ektir. William Cow­ per, Homeros üzerine yazarken "Benim başlı­ ca övündüğüm olay asıl m etne gayet sadık kalışım dır.” diyordu. Fakat bu prensipi kabul eden b ir m üter­ cim çok geçmeden güçlüklerle karşılaşır. B un­ ları Rosseti şu sözlerle gayet iyi anlatm ıştır: "M ütercim lik bir feragat işidir. M ütercimin iradesi elinde olsaydı, çok defa kendinin ve devrinin özel bir ifade güzelliğinden faydala­ nırdı, m üellifinin cümle kuruluşu müsade et­ seydi, çok defa b ir ritm i, ritm i müsade etseydi başka b ir cümle kuruluşu kullanırdı. Şimdi m ânayı musikiye, biraz sonra musikiyi m âna­ ya feda etm ek ister. Fakat hayır, bunların herbirini aynen çevirmesi lazımdır. Bazan eserde b ir kusur canını sıkar, bunu yok etmek, dev­ rinin yapm adığını şair için yapm ak ister. Fa­ kat hayır, senedde bu yazılı değildir.” Bu cüm leleri okuduktan sonra çoğumu­ zun kelime kelime tercüm enin mükemmel şe­ kilde yapılam ayacak kadar güç olduğuna hiç şüphesi kalm ayacaktır. B ı da bizi serbestlik yollarına sürükleyecektir. İşte bu sebeple Postgate sadakat prensipininin "tercüm enin diğer

terü

SİSB -Şa n a ti

61

ölçüsü” olarak “um um un m uvafakatile” kon­ duğunu, fakat "evrensel olarak tatbik edilme­ diğini” söylem iştir. Serbest tercüm eyi destek­ lemek için yazılanların çoğu bu intibaı verir. M ütercim m etne sıkı sadakatin gerektirdiği em ekten kaçm ıştır ve Rosseni'nin istediği fe­ ragat disiplininden m ahrum dur. Bunun üzeri­ ne kendi hareketini haklı gösterm ek ve kendi vicdanını tatm in etm ek için bir "prensip” bul­ mak veya uydurm ak zorunda kalm ıştır. Netice olarak, bize çok defa asılda b ir de­ yim varsa, tercümeye onu alm anın çok doğru olduğu, İngilizceye tercüm enin ilk şartının iyi İngilizceye olması gerektiği, yahut tercüm enin asıl m etin gibi okunması, asıl m etnin bütün vasıflarını gösterm esi lazım olduğu söyleniyor. B ütün bu tavsiyeler bizi şu um um i kanaate götürür: bir tercüm e kolay ve zevkle okunabilm elidir, kolay ve zevkle okunam ıyorsa hiç­ bir zam an okunm ayacaktır, okunm ayacak ter­ cüm enin ise hiç yapılmam ası daha iyi olur. Tehlikeler m ütercim in kendisine m üsade ettiği serbestliğin derecesine göre değişir. Sı­ nır, belki, bir yabancıdan almış olduğumuz güç okunan bir posta kartının okunm ası için dil bilen dostlarım ıza baş vurduğum uz zam an onların söyledikleri şu birkaç kelimede bu lu ­ nabilir. Gülümseyerek vesikayı zeki b ir eda ile ;gözden geçirirler. Sonra "pek çıkaram ıyorum ,

62

TERCÜM E

SA N A TI

am a aşağı yukarı şu m anaya geliyor....” d e r ­ ler. Şüphesiz b u hepimizin başından geçm iştir ve biliyoruz ki yapılacak tek şey k a rtı b ir pertavsızlık tetkik etm ek, b ir lügat yardımiyle ke­ lime kelime okum aktır. Dostumuzun serbest tercüm esi çok defa b ir işe yaramaz. Hem serbest, hem kabule şayan b ir ter­ cüm enin vasıfları hakkında daha dikkatli b ir inceleme üç m ühim noktayı ortaya çıkarır. İl­ kin, b ir tercüm enin orijinal bir metin gibi okunm ası gerektiği hakkında çok kısa ve ke­ sin ifadenin makul olduğu görülür. Orijinal b ir m etin orijinal b ir m etin gibi okunur: bu sebeple tercüm esinin de öyle okunm ası elb e t­ te doğru olur. Sağ duyu bunun böyle olduğu­ nu bize söyler. Bu kavram ın m antıkî neticesi şudur ki yalnız tercüm eden onun Fransızcadan m ı, Yunancadan mı, Arapça ve Ruscadan mı çevrilmiş olduğunu anlam ak okuyucu için im kânsız olur. B unun m ühim olup olm am ası tam am iyle okuyucuya ve onun tercüm eyi ne m aksadla kullandığına bağlıdır. Bu noktaya te k ra r döneceğiz. İkinci olarak, müellifle m ütercim arasın­ da b ir fark olduğu, m ütercim in daim a m üelli­ fe borcunu unutm am ası gerektiği kabul edilir­ ken, tercüm enin de m ütercim in orijinal b ir çalışması ve düşüncesi m ahsulü olduğu aynı şekilde unutulm am alıdır. Müellifin elindeki

TER CÜ M E SA N A TI

63

tercüm enin tanınacak derecede sahibi olan m ütercim e aynı şekilde borcu vardır. Bu sa­ hiplik, ona daha fazla sual sorm adan, asim cümle yapılarında istediği değişiklikleri yap­ m aya m üsaade eder. Yalnız bu değişikliklerin nereye k ad ar gideceği meselesi hakkında şüp­ he vardır. Bu şüphe m ütercim lerin arzulariyle değil, fakat dilinin m ahiyetine göre ortadan kalkar: Bu serbestlik tercümeyi, şive, ifade ve 'cümle kuruluşları bakım ından tercüm e dilinin b ir örneği yapm aya kâfi gelebilir, fakat b u n ­ d a n fazla olm am alıdır. Üçüncü olarak şu olay d a vardır: m üelli­ fin aksine, m ütercim çok defa kendinden önce aynı işi yapmış birkaç belki de b ir çok, yazar­ lard an b iridir. Goethe'nin veya M aupassant’m m ütercim i çalışırken b ilir ki kendisi şim di k ar­ şılaştığı problem ler serisine hal çareleri bul­ m aya çalışanların sonuncusudur. Bu ortaya nazik b ir mesele çıkar. Müellifinin fikrini tam olarak ifade eden b ir cümle bulduğuna kani olup da sonradan bu cüm lenin kendisinden ön­ ce gelen m ütercim lerin b iri veya b irk açı ta ra ­ fın d a n kullanılm ış olduğuna göre, m ütercim ne yapm alıdır? Bu hususta otoriteler başka, başka görüşler ileri sürm üşlerdir. Bazıları b ir tercüm e, b ir defa yapıldıktan sonra, önce ya­ pılm ış tercümelerle karşılaştırılarak düzeltil­ m esini doğru bulm azlar. Bazıları ise daha ileri /giderek b ir tesadüf eseri olan benzerlikleri yok

64

TERCÜM E

SA N A TI

etm ek için böyle b ir karşılaştırm anın yapıl­ m ası gerektiğini iddia ederler. Bu titizlikle ta t­ bik edilirse, saçm adır. Aeneis’in ikinci k ita b ı­ nın başlangıcında şu sözler vardır: Conticuere omnes. Bunu m ütercim in biri "Hepsi sustu." şeklinde, b ir diğeri "Hepsi sessizdi" diye çe­ virm işti. Yeni bir m ütercim "Hepsi dillerini yuttular." diye mi çevirsin? Daha kabule şayan görünen bir fikir Postgate tarafından ileri sürülm üştür. Bu öteki gö­ rüşle taban tabana zıddır. B ir m ütercim elin­ den geleni yaptıktan sonra kendi cüm lelerinin evvelce başkaları tarafından kullanılmış oldu ğunu görürse, kendini onları hiç b ir şekilde de­ ğiştirm eğe m ecbur saymamalıdır. Aksine bu,, "onları oldukları gibi bırakm ak için bir sebepdir.” Bir tercüm ede o dile has olan bazı deyim­ sel ifadeler bulunabilir ve m ütercim bunları kullanmayı uygun görebilir, fakat bundan do­ layı tercüm enin okuyucusu tarafından um u­ lan üslûpta olm asına lüzum yoktur. Üslûp her' yazıda bulunm ası elzem bir vasıftır. Yazarın şahsiyetinin ve o andaki duygularının bir neticesindir. Müellifin mizacını b ir dereceye ka­ dar ifşa etmeksizin hiçbir ibare yazılamaz. Fa­ kat müellif için doğru olan bu söz m ütercim için de doğrudur. Tabii olsun, sun’î olsun, mü­ ellifin üslûbu b ir kelimenin seçiminde rol oy-

TER CÜ M E SA N A TI

65»

nar. Evelce gördüğümüz gibi, m ütercim çok defa birkaç şık arasında b ir seçim yapm ak zorundadır. Şahsiyetinin bu seçimde tesiri ol­ duğu şüpesizdir ve onun belli belirsiz şekilde de olsa, m utlaka kendi üslûbunu aksettirir. Okuyucu ne bekler ve tenkitçi ne ister? Asla sadık b ir tercüm eyi tercih etm enin sebeplerinden biri aslının üslûbuna daha yak­ laşm ası ihtim alidir. Daha doğru olması gere­ kir, resim olsun, şiir olsun, herhangi b ir kopye hakkında hüküm çok defa doğruluğuna gö­ re verilir. Bununla beraber şu da b ir gerçektir ki asim tesirini yaratm ağa çalışırken fazla sa­ dakat hatadır. Müellifin cüm lelerinin tesirini başka b ir dile nakletm ek için bazan onların kuruluşunu bile değiştirm ek lâzım olabilir. DrE. V. Rieu’nün, Odysseia tercüm esinin önsö­ zünde dediği gibi, "H om eros’da, b ü tün büyük yazarlar da olduğu gibi, m âna ve üslûp birbiriyle ayrılmaz şekilde karışm ıştır... Eğer H o m eros'u doğrudan doğruya İngilizce kelimele­ re geçirirsek ne mâna, ne de üslûp k alır,” İşte doğru, kesin, sadık tercüm e ta ra fta r­ larının inkâr edemeyecekleri kaçınılmaz ger­ çek budur. M ütercimin ulaşm ak istediği ideal Ritchie ve Moore tarafından o kad ar iyi anla­ tılm ıştır ki sözlerini iktibas etmeden geçem iyeceğim: "Farzedelim ki R uskin’in k arak teris­ tik b ir sahifesinin sadakatli b ir tercümesini-

■ 66

TERCÜM E

SANATI

■yazmağa m uvaffak olduk. Sonra bunu tenkidetm eleri için iki iyi tahsil görmüş Fransız dos­ tum uza verdik. B unlardan biri İngilizceyi he; men hem en hiç bilmiyor, ötekisi ise dilimizi çok iyi biliyor. Birincisi "Güzel b ir tasvir! Kim yazm ış b u n u ?”, İkincisi ise "P asajı hatırlam ı­ yorum , am a bu m utlaka Ruskinden olacak.” derse, üslûp bakım ından tercümem izin ideali­ mizden pek uzak olmadığına güvenebiliriz, i. Fransızcayı, Fransızca gibi yazmalı, aynı za­ m anda aslının tad ve çeşnisini muhafaza et­ m eliyiz.” B unlar dikkati çeken sözlerdir, in san kar­ şılaşılan duru m u n ancak pek nadiren vaki ola­ bileceğini düşünebilir. Bununla berab er başa­ rının mihengi olarak değeri büyüktür. Gerek yazarın şahsiyeti, gerek yazdığı ta­ rih çağı üslûbu üzerine tesir eder; tercüm e za­ m ana olduğu gibi m ekâna da köp rü vazifesi görür. C haucerin um um i olarak İngilizce yaz­ dığı söylenir, am a birçok okuyucular "Canterbury Hikâyelerini” anlayamazlar. Onların ter­ cümesini veya çağdaş İngilizceye çevirisini okum aktan hoşlanırlar. Chaucer’den sonra Başpiskopos C ranm er Dua K itabım olağanüs­ tü güzel bir ligilizce ile yazm ıştır. Buna rağ­ men bugün birçok papazlar onun kelimelerini değiştirmek istiyorlar... Umumi olarak tercü7 meye gelince, mesele şu şekilde ortaya konu-

TERCÜM E

SA N A TI

67

labilir. Cervantes, Don K işot’u 1605 de yayım­ ladı; hikâye, o devirde Cervantes b ir Ingiliz olsaydı onun yazacağı çağdaş dille m i çevrilmeli yoksa bu günün İngilizcesi ile mi? Kaide olarak, cevap üzerinde pek az tereddüt olabi­ lir. Çok hallerde okuyucu ıkendi alıştığı dilin kullanılm asını istem ekte haklıdır. Tercüm enin gayesi okuyucuların zihinlerinde, aslının oku­ yucuların zihinlerinde uyandırdığı heyecan ve duyguların aynını uyandırm aksa, cevap aşi­ kârdır. F akat asıl yazar m uhtevadan ziyade üslûp bakım ından okunuyorsa, b ir istisna yap­ m ak im kânı olduğuna dikkati çekmek zaru­ reti vardır. Çiçeron’un nutuklarını bilhassa onun talâkat ve hitabetini tak d ir fırsatını b u l­ m ak için okuyabiliriz. Bugün en iyi İngilizce konuşan adam C hurchill’dir, fakat C hurshill’in üslûbu Çiçeron’un üslûbu değildir. Çiçeron’un b ir nutk u sanki Churchill tarafından söylen­ m iş b ir nutuk gibi m i çevrilm elidir? Hayır. Son iki antitezi esas yerleri olan bölüm VII de görüşm ek üzere b ir yana bırakalım . Yazdıklarım ızın b ir özetini vermeğe çalışalım. Söylediğimiz gibi, görüşlerde bu kadar geniş b ir ayrılığın olması bile açıklanm ası gereken b ir olaydır. Bu açıklam a kısmen insan zihninin nor­ m al olarak değişikliği sevmesinde bulunabilir. Yalnız bu olay bazı okuyucuların sadık, diğer-

:

68

TERCÜM E

SA N A TI

lerinin serbest tercüm eyi tercih etm elerinin sebebini vermeğe kâfidir, fakat onun bütün çeşitlerini açıklam aya kâfi gelmez. En m uhtem el sebep okuyucunun görüşü­ nü m ünekkidin ihmal etmesidir. Tercüm elerin okuyucuları yalnız şahsi tercihler bakım ından : ayrılm azlar, aynı zam anda ki bu çok m anidar­ dır tercüm eleri okum alarının sebepleri bakı­ m ından da ayrılırlar. Tercümenin ilkel hedefi, yine tek rar edelim, faydacı b ir hedeftir. Baş­ ka bir deyimle, asıl eserin yazıldığı dile ait bilgisizliği yenm ektir; fakat birçok tercüm e­ ler aslın dilini m ütercim kadar iyi bilen kim. seler tarafından okunur. B unlar tenkid etm ek istedikleri zam an akıllarından bu olayı çıkar­ mazlar. Onlar unutulur ki aslın dilini hiç bil­ meyen ve ihtim al öyle kalacak olan b ir oku­ yucuya kendi tenkidleri m ânâsız görünür ve böyle b ir okuyucu tercümeyi güzel ve tatm in edici bulabilir. H attâ o asim dilini öğrenmeğe bile heves edebilir. Öyle ise, tercüm eler kim ­ ler için yapılır? Bunlar en aşağı d ört gruba ayrılabilir. B aşta aslın dilini hiç bilmeyen okuyucu gelir. Ya tecessüs, dolayısiyle yahut da aslın­ dan b ir satırını bile okuyamayacağı bir edebi­ yata m erak sardığı için okur. İkincisi, asim -dilini öğrenm ekte olan öğrencidir. Tercüme­ m in yardım ı ile onun edebiyatını kısm en öğ-

TERCÜM E

SA N A TI

69

renm ek ister. Üçüncüsü, dili eskiden bilen fakat başka vazife ve m eşguliyetler yüzünden eski bilgisini büsbütün kaybetm iş olan oku­ yucudur. D ördüncüsü ise, onu hâlâ bilen bil­ gindir. Bu dört tip okuyucu, şüphesiz ki tercü­ meyi açıkça başka başka m aksatlarla k u lla n m aktadırlar. B undan da şu netice çıkarılır: m ademki farklı m aksatlar um um i olarak fark­ lı usuller ve farklı aletler yardım ı ile b aşarı­ lır, o halde aynı tercüm e hepsi için aynı de­ recede uygun değildir. Başka türlü ifade etmek lâzım gelirse, okuyucu - tahlili mefhum u gös­ terecektir ki her b ir tercüm e şeklinin kendi fonksiyonu vardır. Hangi tip okuyucu için ya­ pılm ışsa onun tarafından kullanıldığı tak d ir­ de bu fonksiyonu tam olarak yerine getirm iş olur. Bunu açıklıyalım. Yeni bir cilt tercümeyi ellerine aldıkları zam an bu dört tip okuyucu­ nun dudaklarından dökülen sözleri insan ko­ laylıkla tahayyül edebilir. Birincisi kendi ken­ dine şöyle der: "Bu kitap ne hakkında a c a b a ? ' Niçin başkaları bundan o k ad ar çok bahsedi­ yor, yazar alâka uyandıracak b ir şey söylüyor m u?” İkincisi ise: "Bu tercüm e yazarın konu üzerinde söylediklerini benim daha çabuk an­ lam am a yardım edecektir; daha çabuk oku­ m akla fikirlerini bir b ü tü n olarak daha iyi.:

70

TERCÜM E SA N A TI

kavrayacağım ” der. Üçüncü de "B ir zam anlar pek de uzun b ir zam an önce değil - bu kitabı kendi başım a okuyabiliyordum . Tercüme şim­ di bana hepsini h atırlatıyor; ah, o gü n ler;” ■der. D ördüncüsü “Bakalım , şu kitabı adam ­ cağız nasıl çevirmiş; ben onu çok severim. İn­ şallah güzelliğini berbat etm em iştir.” diye söylenir. Bu d ö rt çeşit okuyucuya bizim dört ayrı •çeşit tercüm em iz tabiî ve tam olarak uygun •düşer. Yabancı dil bilmeyen serbest tercüm eden m em nundur; çünkü m erakını tatm in eder ve onu düşünm e zahm etine katlanm adan ¡kolay­ ca okur. Öğrenci en fazla aslına sadık tercü­ m eden istifade eder. Çünkü bu öğrenm ekte •olduğu dilin farklı cümle kuruluşlarının m a nâlarını anlam aya yardım eder, az alışılmış kelimelerin doğru kullanılışını gösterir. Üçün­ cü, tercüm e kokan b ir tercümeyi tercih eder. Çünkü bu ona eski öğrencilik yıllarını h atır­ latır, şuurunun altında asıl m etni okuyorm uş :gibi b ir intiba hasıl olur. Aslının m anâ ve üs­ lûbunu bilen dördüncüsü ise belki yer, yer rastladığı güzel çevrilerden hoşlanâbilir, fakat itira f etm elidir ki çok defa sözleri acı tenkidle rd e n ibarettir. B ütün bu çeşit okuyuculara her yerde bol, bol rastlanır. Ben gibi yirm i yıl b ir umum i kü-

TERCÜM E SA N A TI

7V

tuphanem n Yönetim K urulunda hizm et e tm iş . n kim se bilir ki “o rta b ir okuyucu” kendi bölgesinde bulunm ayan m efruz b ir şahıstır ve buyuk bir şöhreti olan herhangi b ir eserin kü­ tüphane raflarına konan h er tercüm esinin m ut­ laka bazı h ay ran lan bulunacaktır. Bundan başka, birçok okuyucular birden fazla tercü­ meyi okuyacaklardır. İki tercüm e b ir tercü-m eden dört misli daha iyidir. Geniş edebiyat, alanında hepsi için yer vardır. *

V

KLÂSİKLERİN TERCÜMESİ "Yunan eserlerinin tercümelerini okumak faydasızdır. Mütercimler bize ancak onların müphem bir karşılığını verebilirler.” Virginia Woolf.

Şimdiye kadar tercüm e konusu üzerinde bütün yazdıklarımız klâsik dillerle ve onları okurken karşılaşılan güçlüklerle ilgilidir. Ba­ zen tercüm e kelimesinin Grekçe ve Lâtinceyi İngilizceye çevirmek demek olduğu sanılıyor. Bunun sebebi edebiyata atılacak olanların eği­ tim inde bu dillerin önemidir. Fakat şunu iyice anlam alıdır: tercüm e yalnız b ir dil meselesi sayıldığı m üddetçe Lâtince ve Grekçeden ter­ cümede karşılaşılan hiçbir problem y oktur ki herhangi bir dilden yapılan tercüm elerde de karşılaşılm asın. Fakat Grekçeden tercüm e yalnız bir dil­ den bir dile çevirme işi değildir, ondan fazla bir iştir. Çünkü Grekçe dünyanın üstün edebî dillerinden birid ir. Grekçede diğer hiçbir dilde bulunmıyan bir özellik vardır. Grekçenin, bil­ ginlerin görüşüne göre, üstünlüğünün sırrı ne-

TERCÜ M E SA N A TI

73

dir? Büyüleyici b ir güzelliği olduğunu söyle­ mek doğrudur, am a pek fazla b ir şey ifade etmez, çünkü büyüleyici güzellik elle tutulur gözle görülür b ir vasıf değildir. M uhtevasın­ dan ayrı olarak okuyucular tarafından takdir edilen ve konusunun üstüne çıkan b ir dil gü­ zelliğini ta rif etmek pek güçtür. Virginia Woolf bunu “bizi kendisine en fazla bağlayan d il” olarak ifade ediyor, çünkü bu dil âhenkli, ta t­ lı, manâlı ve Özlüdür. Ahengi kısm en bütün biribirine uymayan seslerden kaçınm anın neticesidir. Alfabede sa­ yıca pek fazla olan sessiz harfler, konuşm ada azalır ve hele b ir kelim enin sonunda bulun­ mazlar. Sessiz harfle biten Grekçe kelim elerin hem en hepsi v yahut p veyahut Ç ile biterler. Bir Grekçe cümleye bunun verdiği hafiflik %, z ve o gibi parlak sesli harflerin sıkışık te­ k errü rü ve sert, cansız ı ve o seslerinin azlığı ile daha da arta r ve desteklenir. Bir cüm lenin veya b ir bendin ritm i he­ m en hemen tamamiyle vokallerinin b iribiri üzerine tesir ve değişm elerindendir ve Grekçede değişme çifte seslerin (diphtong) çokluğu ile tem in edilir. B unlar yalnız manâya tesir etm ekle kalmaz; aynı zam anda vurguların şid­ detlerini değiştirir ve herhangi b ir pasajı teş­ kil eden cüm leler silsilesine çeşitli b ir modülasyon verir.

74

TERCÜM E

SA N A TI

B undan anlaşılır ki Grekçe kelimelerin, ayrı ayrı ve kendi başlarına, başka dillerin kelim elerinde bulunm ayan, b ir m usikisi var­ dır. Virginia Woolf misal olarak 0sc'X«55«, 0cs'v«7OÇ, «v0oç, «"Sr/j'p ve EkTj'vv/yi veriyor. Gerçeikten bu seçmenin Lâtince veya Fransızcada, İtalyanca veya İspanyolcada daha iyisi­ ni yapm ak zordur. K senophon’un m eşhur Onbinlerin Ricatinde, yorgun askerler nihayet K aradenizin sularım görünce koşarak “Thalassa! Thalassa!” diye bağırdılar. B unlar tari­ hî kelimeler oldu. 1908 de Profesör David’in adam ları A ntartika’da Drygalski buz şeddini aşmağa uğraşırken Ross Denizini görünce, yine "T halassa!” diye bağırdılar. Bu kelim enin ken­ disi doyurucu, m anâlı ve coşturucudur. Başka durum larda insanlar “La mer!" veya “Die See!” diye bağırabilirlerdi, fakat bu heceler okuyucuların zihinlerine nesiller boyunca ça­ kılıp kalabilir miydi? B unlar bağırm aya veya bağrılsa bile kayde değer miydi? Buna rağmen, insanlar b ir dili hoş sesler çıkarm ak için kullanm azlar, fakat düşüncele­ rine işitilir bir ifade verm ek için kullanırlar. Grekçe en küçük im a ve en kuvvetli ifade in­ celiklerini verebilecek k u d retted ir. Bunu ya­ pabilir, çünkü onun b ü tü n isim ve fiil çekim­ leri başka hiçbir dilde bulunm ayan b ir tam lıktadır. Sanki bu da yetm iyorm uş gibi, ekle­

TERCÜM E

SA N A TI

75

rin ve edatların kullanılışı, öğrenen için şaşır­ tıcı olm akla beraber, dile daha da büyük bir zarafet verir. İşte bu sebeptendir ki Grekçe "'insan dilinin en asil şekli" veya “insan d ü ­ şüncesini ifade vasıtası olarak eşsiz" b ir dil olarak vasıflandırılm ıştır. Nesillerden beri, bilginler Grek diline kar­ şı hayranlık duydular. Bu hayranlıklarını öğ­ rencilerine de duyurm ak istediler. Bu asrın başına kadar her tahsil gören kim se norm al olarak b ir az Grekçe bilirdi. Okuyucular Ravenshoe’daki kısa b ir konuşmayı h atırlarlar: “Ben b ir centilm en değilim; ben b ir ko­ rucunun oğluyum.” Arabacı “Sen galiba Grek­ çe okuyabilirsin, değil m i?" dedi. Charles oku­ yabildiğini itiraf etmek zorunda kaldı. Araba­ cı “Elbette,” dedi, “b ü tün orm an korucuları­ nın oğullarına Grekçe öğrenmeye zorluyorlar ki orm anda ruhsatsız av avlıyanlar onunla bilinmiyen b ir dilin argosu ile konuşabilsinler!" Bugün Grekçe bilm ek ancak özel b ir tah­ sil görm enin neticesidir ve h er yıl gittikçe azalan b ir hünerdir. Grekçe bilm ediklerine esef etmeksizin faydalı ve h a ttâ önemli hayat sürebilen İngiliz vatandaşlarının nisbetinde bir çoğalma olmakla beraber, birçokları d a vardır k i eski Grek edebiyatı hakkında, b ir p arça olsun, bilgi sahibi olm ayı özlüyorlar. İş­ te bun lar için tercüm elerin değeri tak d ir edi­

76

TERCÜM E

SA N A TI

lemeyecek kad ar fazladır. B unlar Grek ruhuy­ la tem asa gelmek için en iyi vasıtalardır. Grek ruhu dünyada hem en h er edebiyata tesir et­ m iştir. Bu ilk düşünceler bizi Higham ve Bourne tarafından "H elenleştirenler” ve "Modernleştirenler” diye Grekçe m ütercim lerin iki um u­ m i ve kesin bölüme ayrılm asını anlamamıza yardım eder. Belki bunlar sadık veya serbest diye vasıflandırdığım ız çeşitlerin b ir ikinci bö­ lüm ü veya özel b ir hali olabilirler ve şüphe­ siz Higham ile Bourne yalnız Grek şiirleri hak­ kında yazıyorlardı. Fakat böyle bile olsa yine dikkati çekerler. H elenştiricinin gayesi, tercüm esini ve oku­ yucusunu, daim a m anâyı olduğu gibi harfi h arfine m uhafaza ederek ve yapılabildiği ka­ d a r k arak teristik deyimleri de alarak, m üm ­ kün olduğu nisbette Grekçe aslına yaklaştır­ m aktır. M odernleştirici ise aksi fikirdedir. Grekçenin İngilizce tam ¡karşılığını vermek is­ ter. Bu belki onun benzeridir, am a Grekçeden ziyade İngilizcedir. Pek basit b ir misal bize farkı gösterecektir. İncildeki tohum ekici h i­ kâyesinden alm an bu cümlenin Grekçesi (Luka V İİİ, 8) şu şekildedir: Kat stspoy s-sasv Tr;v yTjv aya07;v. İncilin Resmi Çevrisinde "And other fell on good ground” (Ve diğeri iyi to p rak üzerine^

TERCÜ M E SA N A TI

77

düştü) diye tercüm e edilm iştir. Bu "m odern­ leştirici” b ir tercüm edir. İyi, sade İngilizcedir. Bir "helenleştirici” ise cdya0r/v sıfatından son­ ra y7jv ism inin k arak teristik şekilde gelişini verilmemiş sayardı. Luka, ’z~ı tvjv aya0'7¡v y/¡7 yazmamış, sıfata biraz fazla bir kuvvet ver­ mek için "on ground w hich was good” (iyi olan toprağa), yahut buna benzer b ir şey yaz­ m ıştı. Helenleştirici b ir m ütercim farkı ifade­ ye çalışırdı. M uvaffak olup olmayacağı ayrı b ir meseledir. H er zaman olduğu gibi, meselenin iki ta ­ rafını da destekleyenler çoktur. Meselâ, Rob ert Browning, Agamemnon tercüm esinin ön­ sözünde "Eğer b ir m ütercim in hizmetine lü­ zum görseydim, dilimizi zorlamadan, her ne pahasına olursa olsun, sadık b ir tercüm e is­ terdim ." Demekte ve bu fikrini şu sözleriyle desteklem ektedir. "Bu kad ar m eşhur b ir ese­ rin her cümlesini m üm kün olduğu kad ar Grekçeye yakın b ir şekilde çevirmek için yapılacak kaba, saba teşebbüsleri bile hoş görürdüm .” Browning asim şöhretini k a ra r verm ekte âmil sayarken, Robert Bridges yazarın üslûbunun tercüm eyi okuyan için önemi olduğuna inanı­ yordu. Ona göre, okuyucuya M ilton’u veya Tennyson’un veya Sw inburne’ü h atırlatan b ir Ho­ m eros tercüm esi yapm ak yanlıştır. Çünkü Ho­ m eros’un tercüm esi yalnız H om eros'u h atırlat­ m alıdır.

78

TERCÜ M E SA N A TI

Bu düşünüş tarzlarının ikisi de oldukça doğru görünüyor, fakat bunun aksi görüşü sa­ vunanların düşünüşleri de doğru gibidir. On­ lara göre İngilizceyi Grekçe’nin veya herhangi başka b ir dilin kalıbına zorla sokmağa çalış­ m ak için haklı b ir sebep olamaz, çünkü Grekçeye has deyim leri sezemiyeceklerdir. "We know thee, who Thou art," (Biz senin kim ol­ duğunu biliyoruz) gibi cüm leler, bu okuyucu­ lara Grekçe cümle kuruluşunu hatırlatm ayacaktır, ancak garip görünecektir. Gerek Ed­ w ard Fitzgerald, gerekse Samuel B utler ter­ cüm enin her ne pahasına olursa olsun, kolay okunan cinsten olm asını isterler. B unlardan ilki canlı b ir serçeyi doldurulm uş b ir kartala tercih ettiğini söyler. İkincisi ise, gayet sade olarak, ne kad ar iyi yapılırsa yapılsın kelime kelim e tercüm enin tercüm e olmadığını iddia eder. B u zıt fikirler diğer her hangi b ir yazar­ dan d ah a çok H om eros’un tercüm esi hakkında kuvvetle ifade edilm işlerdir. B unun böyle ol­ m ası da tabii ve kaçınılmaz b ir olaydır. Bun­ dan da anlaşılır ki m ütercim lerden Homeros'un m eşhur şiirlerinin hem m âna ve m uhteva­ sını, hem de H om eros’un üslûbunu vermeleri beklenm ektedir. Çok güç olm akla berab er bu işe girmeğe hazır olanlar ve İngilizceyi H om eros’un Grek-

TERCÜM E

SA N A TI

79

çesiyle boy ölçüştürm eğe çalışanlar hiç eksik olm am ıştır. B aşarılarının derecesi ne olursa olsun bunlar daim a okuyucu bulm uşlardır. Dr. F. A. W right "H er nesil Homeros, Sapho ve H o ratiu s’un etrafındaki yığına yeni cesedler ilâve edildiğini görüyor." diyor. Ona göre bu üç şairde öyle bir sihir v ard ır ki b ü tün m ütercim leri tehlikeli bir sahile çekiyor, ora­ da ölüp kum lar üzerine beyaz kem iklerini bı­ rakıyorlar. "Bunda o kadar büyük b ir hakikat payı var ki King’s College m üdürünün "Eği­ tim in gayesi H om eros’u Grekçeden okum ak yetkisini kazandırm aktır.” sözüne inanacağı geliyor. Tercüme öğrencisi Homeros problem leri üzerinde düşünürken iyi b ir olayla karşılaşır. Çünkü o M athew Arnold’un edebî denem eleri arasında m eşhur "H om eros’u Tercüm e" adlı denem esini okum ak fırsatını bulacaktır. Bu denemeden III. Bölümde bahsetm iştik. Tam bir helenist olan Londra Üniversitesi Lâtince Profesörü F. W. Newman’in yaptığı b ir tercü ­ me dolayısiyle yazılmıştı. Kendi söylediğine göre Newman "elinden geldiği kad ar aslının her özelliğini, ne kadar garip gelirse gelsin, büyük b ir dikkatle, m uhafaza etmeğe çalış­ m ıştı. O okuyucularına okudukları tercüm enin bir taklid olduğunu hiçbir zam an un u ttu rm ak istem iyenlerden biriydi. Arnold bunun şiddet­ le aleyhindeydi. Çünkü tercüm ede sadâkati o

80

TERCÜM E

SA N A TI

k arakteristik ve m utad olmayan b ir mihenge vurm ak ister. Ona göre sadık b ir tercüme, Grekçe bilen ve aynı zam anda şiirden anlayan bir kimseye aslının duyurduğu hisleri duyurabilm elidir. Bu yapılacaksa, m ütercim Homero s’un başlıca d ört vasfını, yani, akıcılık, söz­ lerindeki ve fikirlerindeki sadelik, açıklık ve düşüncelerindeki asilliği tam am iyle benimsemiş olm alıdır. Hiç şüphe yok iki bunları tavsiye et­ mek başarm aktan daha kolaydır. H om eros’un m ütercim in karşısına çıkar­ dığı başka b ir mesele vezin m eselesidir. Ho­ m eros’un hekzameteri, W right’a göre, “hafif­ lik ve kuvvette b ir harikadır,” halbuki İngiliz hekzam etri b ir "hilkat garibesi” sayılabilir. Bu çok sert b ir tenkiddir, çünkü bu vezinle iyi şiirler yazılmıştır. Arnold da bu fikirde de­ ğildir. E pik şiirin tercüm esinde hekzameteri hararetle destekler. Görülüyor k i Odysseia’daki en sevdiği pasajlardan biri Sekizinci K ita­ bın sonudur. Çünkü onu fikirlerini aydınlat­ m ak için birkaç defa m isal olarak kullanm ış­ tır. Son satırları kendisi nesir olarak şöyle çeviriyor.

There were kindled a thousand fires in the plain; and by each one there sat fifty men in the light of the blazing fire. And ten horses, munching white barley andry, ond standing by the chariots, waited for the bright - throned morning.

TERCÜM E SA N A TI

8F

(Ovada binlercs ateş yakılmıştı; herbirinin başında, alev alev yanan ateşin ışığında, elli kişi oturuyordu. A tlar ağızlarında beyaz, arpa ve çavdar çiğneyerek arabaların yanında ayakta duruyorlar, p arlak tahtlı sabahı bek­ liyorlardı.) Bunu yahut Grekçe aslım Alexander Pope’un tercümesiyle mukayese etm ek hem entere­ san, hem öğreticidir: A thousand piles the dusky hortos gild, And shoot a shady lustre o ’er the field. Full fifty guards each flaming pile atten d W hose um bered arm s, by fits thick flashes send; Loud neigh the coursers o’er their heaps of corn, And ardent w arriors w ait the rising morn. Y ukarıdaki satırlar Pope’un m ısraları hak­ kında söylenilen “Onlara H om eros diyemem“’ sözünü haklı çıkarm ağa kâfidir. Lord Tennyson’un tercüm esi ise şöyledir: So m any a fire between the ships an d stream Of X anthus blazed before the towers of Troy, A thousand on the plain; and close by each

TERCÜM E

SA N A TI

Sat fifty in blaze of burning fire; And eating hoary grain and pulse the steeds Fixt by their cars, w aited the golden dawn. M athew Arnold Ingiliz hekzam eterine olan iinancini şu şekilde isbat ediyor: In the plain there w ere kindled a thou­ sand fires; by each one There sat fifty men in the ruddy light of the fire; By their chariots stood the steeds, and cham ped th e w hite barley While their m asters sat by the fire and w aited fo r th e m orning. H om eros tercüm esine nisbetle, G rek ti­ y a tro eserlerinin tercüm esine b u rad a fazla yer verm ek lâzım değildir. M odernleştirm e ilkesi­ n in hiç tartışm asız kabul edileceği b ir yer v ar­ sa, o d a Grek piyeslerinin çevrilmesindedir. Sebebini uzun uzadıya araştırm aya lüzum yok­ tu r. Grek dram ı, bazı nadir p asajlar m üstes­ n a, hiçbir zam an H om eros’un eriştiği ü stün mükem m elliğe erişem em iştir. E sef edilecek fa­ kat şüphesiz doğru olan b ir olaydır ki Grek olm ayan b ir kimse b ir Grek piyesinin m etne çok sadık b ir tercüm esini okurken hiç gülünm esi gerekmiyen yerde kahkahalarla gülebilir.

TERCÜ M E SA N A TI

8J

Bir m ütercim Oidipus veya K urbağalar'ı çe­ virm e işini böyle alay ve eğlence olm ak için üzerine almaz. Herkesçe kabul edilebilecek b ir m odernleştirm e ile bundan kaçınabilir ve sa­ dık b ir m ütercim kalabilir. Gerek Yunanca nesrin, gerek Lâtince nesrin esas ve tip ik ta­ rafı hitabetin onların gelişmesi üzerindeki te­ siridir. Genç A tm alılar halk arasında ve to p ­ lantılarda konuşm ak hüner ve yetkisini kazan­ m aya uğraşıyorlardı. Yüksek sesle konuşm ak her tahsil ve terbiye görm üş insanın b aşara­ bilm esi gereken b ir sanat olm uştu. R om alılar da aynı ideallere bağlı idiler. Şimdi Lâtin di­ line geçelim. İlm in beşiği olarak A tinanın şöhreti yavaş, yavaş sönerken Romanınki parlam aya başlı­ yor, geniş b ir sahadan bilginler Rom ada top­ lanıyorlardı. Sulla Atinadan dönerken yanın­ da b ir Grek kütüphanesi getirdi. Romalı öğ­ renciler Grekçe okuyup yazmayı öğrendiler. Sezar'ın plânlarını yaptığı ve neticede Augustu s'u n kurduğu büyük kütüphanede başlıca, iki bölüm vardı; Lâtince ve Grekçe. Sonunda Atinada olduğu gibi Rom ada d a hitabet gelişti. H itabete en uygun ü slû p vasıf­ ları arandı ve b u n lar elegantia, com positio ve diginitas olarak belirtildi. B unlardan birin ­ cisi kelim elerin doğru seçilmesinden doğan ifade açıklığını gösteriyor, İkincisi seçilen ke-

B4

TER C Ü M E SA N A TI

lim elerin en iyi şekilde tertibini gerektiriyor­ du. Üçüncüsü ise düşünce ve duygu doğrulu­ ğu ile ilgili idi. H itabete karşı duyulan bu hay­ ranlık Çiçeron ve Sezar'ın kullandığı dilin ni­ haî karakterinin tekâm ülünde diğer herhangi b ir âm ilden daha büyük b ir tesir yaptı. Lâtin­ ce Grekçeden farklı idi, birçok bakım lardan ondan aşağı olduğu da inkâr edilemez. Gra­ m erinde sadelik, tek heceli kelimelerin nisbeten az oluşu, m ahdut vokalleri, vurgu yekne­ saklığı ile Grekçenin ahengini verem iyor ve onun inceliğini gösterem iyordu, Grekçenin tipik vasfı olan bileşik kelim eler onda yoktu; kelim eler daha katı ve serttirler. Bu vasıflar ona birçok şekillerde kendini gösteren b ir kuv­ vet verdi. Grekçeyi göklere çıkaranlar, Lâtince için de onun başka hiçbir dilde kolayca bulunam ıyacak bir sarihlik ve kudret gösterdiğini söylediler. "Latince ne söylemek istediğini tam olarak bilen ve onu güçlerinin yettiği kadar kuvvetle söyleyen insanların dilidir." Böyle b ir vasıf herhangi b ir dilde elbette hayran oluna­ cak b ir şeydir ve b u Lâtinceye asırlarca yaşa­ m a gücünü verm iştir. En yüksek vasıflı Grekçe yalnız kısa bir m üddet yazıldı. Demosten'in dili E pikür'ün ve Polybios'un dilinden o k ad ar uzaklaşm ıştır ki gerileme ve bozulma alâm etleri inkâr edilemiyecek derecede aşikârdır. Lâtince aynı bozul­ m aya hiç uğram adı fakat gelişmesine devam­

T E R C Ü M E SA N A TI

la Lıvıus'un zengin nesrinde C atullus’un şiirin­ den Ovidius, H oratius ve Virgil’in şiirlerinin m ükemmelliğine erişti. Lâtincenin p ratik de­ ğeri o k ad ar büyüktü ki edebi b ir dil o larak O rta Çağlara k ad ar kullanılm akta devam etti. K endinden istenen her şeyi karşılıyabilen b ir dildi. Meselâ, böyle b ir şeyi kısa ve doğru ola­ ra k ifade edebilen b ir dil hukuk için idealdi. Son devirlere kadar biyoloji bilginleri bitki ve hayvanlar üzerine, doğru ve özlü olm ası için, m üşahedelerini Lâtince yazarlardı. Çok cephe li bir dil oluşunun delili b ü tü n dünyada dua dili olarak kullanılışıdır. Papaz J. O. Hannay kendi hal tercüm esinde piskoposların özel ve­ silelerle hazırladıkları duaların bayağılığından şikâyet ediyor ve “Lâtinceden başka b ir dille dua yazılamaz" diyor. Piskoposların, eğer unutm adılarsa, d u aları ilkin Lâtince yazıp son­ ra onları tercüm e ettirm elerini istiyor. H an­ nay'in Y aratana hitap için uygun bulduğu dili övmesi pek yersiz görünm üyor Aşağıdaki du­ ayı okuyanlar, Lâtinceyi pek az bilseler bile, Lâtin nesrinin mahiyeti hakkında bazı şeyler öğrenebilirler. İngilizceye çevrisinin alışık ol­ duğumuz kelimeleri aynı yüksek seviyeye eri­ şirler. Rahip H annay'in tezi de budur.

Tenebras nostras illumina, quaesumus, o Domine et nos per immensam misericordiom tuam ab omni-

«6

TE R C Ü M E SANATI

bus hujusce noctis insidüs atque periaulis immunes praesta, propter car tatem filii tui unigeniti, Jesu Christi, Servatoris nostri. Şüphesiz ki b ü tü n Lâtin nesri böyle değil­ d ir. İngilizce karşılığı da aynı çeşit olamaz. Sezarın yazılarının çoğumuzun tanıdığı tercü­ m eleri ile Ksenorhon’un tercüm esi arasın­ daki muvazilik pek aşikârdır. İkisi de ak­ siyon adamiyle edip hüviyetini şahısların­ da m ezcetm işler ve alelade yurttaşlarından çok fazla şeyler yapm ışlar ve yaptıklarını alelâde vatandaşlarına anlatabilm işlerdir. Bun­ dan başka ikisi de konularını seçme işin­ de pek talihli olm uşlardır. Anabasis yahut Onbin Kişinin Ricati ve De Bello Gallico veya Gallia Savaşı, ikisinin mizacına uygun mesele­ lerle ilgiliydi. B ütün bu olayların b ir neticesi olarak kelim elerinin ruhunu başka b ir dilin kelimelerine nakletm ek her zam an olduğun­ dan daha az Bir m isal arark en Romalılar Britanyaya ilk ayak bastıkları zaman cesaretiyle onları zor b ir durum dan k u rtaran Onuncu Lejyonun isim­ siz bayraktarım övmek için Sezarın yazdığı şu satırları alalım:

Atque nostris militibus cunctantibus, maxime propter altitudinem maris, qui decimae legionis raquilam ferebat, coniestatus deos, ut ea res

TE R C Ü M E SA N A TI

87

legioni feliciter eveniret ‘Desilitie'r inquit ‘milites, nişi vultis aquilam hostibus prodere: ego certe meum rei publicae atque imperatori officium praestitero’, Hos cum voce magna dixisse t, se ex navi proiecit atque in hos­ tes aquilam ferre coepit. Tum nostrı cohortati inter se, ne tantum dedecus admitteretur, universi ex navi desiluerunt. 'Askerlerimiz, bilhassa denizin fazla derin­ liğinden dolayı, halâ tereddüt ederlerken. Onuncu Lejyonun sancaktarı, hareketinin lej­ yona uğur getirm esi için tan rılara dua ettik ­ ten sonra: "Askerler!" diye bağırdı. "Bayrağı­ nızın düşm an eline düşmesini istem iyorsanız, atlayın! Hiç olmazsa ben vatanım a, kom uta­ nım a karşı vazifemi yapmış olacağım !" Bunu yüksek sesle söyledikten sonra gem iden atladı. Bayrağı düşm ana doğ ru götürm eğe başladı. 0 zam an askerlerim iz böyle büyük bir şerefsiz­ liğe uğram am ak için birbirini teşci ederek hep birden denize atladılar.' Lâtinceden tercüm enin kolay olduğu sanılm am ası için bu bölüm ü Lâtin şiir tercüm e­ siyle bitirm ek iyi olur. Y ukarıda adları geçen üç Lâtin şairi, Ovidius, Vergilius ve H oratius’d an sonuncusuna X. Bölümde büyük b ir yer verilm iştir. Üç sebepten dolayı Ovidius un ye­

T E R C Ü M E SA N A TI

rine Vergilius'u seçiyoruz. İlkin o, Tennyson'um dediği gibi : ‘İnsan dudaklarının şekil verdiği E n asil vezni kullanan' şairdir ve yalnız bu ona rüchan hakkı vermeğe kâfidir. Sonra şiirini İngiliz okuyucuların ço­ ğu b ilir Hele Aeneis herhangi b ir şiirinden fazla tanınm ıştır. Üçüncü olarak, daha pek az b ir zam an önce, Aeneis'ın hikâyesi C. Day-Le­ wis tarafından çevrilmiş ve radyoda yayımlan­ m ıştır. D estanın bu en son tercüm esinde, m üter­ cim şiirin ihtiva ettiği ve VI. Bölümde ortaya atılan bütü n problem lerle karşılaşm ıştır. DayLewis bunları gıpta edilecek b ir em niyetle çöz­ meğe m uvaffak olm uştur. H akikatte o şunu söylem ektedir: “Kabul edelim ki V irjilin ne dem ek istediğini anlam ak pek zor değildir, fakat onun söyleyiş tarzını tercüm ede tam ola­ rak vermek hem en hem en im kânsızdır” Bu im kânsızlıktan kaçmayı ve Aeneis'in hikâyesi­ ni, tabii anlatış vasıtası olan nesirle vermeyi epik şiir için değersiz sayar ve doğru bulmaz. Önsözünü "M ütercim müellifin tarz ve ruhunu yakalayacaksa, ikisi arasında b ir nevi ru h ya­ kınlığı olm alıdır” diyerek bitirir. Bu yakınlığı pek yerinde olarak ‘m ütercim in tılsım ı' olarak ^vasıflandırır. F akat bu tılsım ın nasıl buluna-

89

T E R C Ü M E SANATI

cağı hakkında b ir fik ir vermez, yalnız b ir talih eseri olarak bulunabileceğini söyler. B urada en yüksek seviyede tercüm e için yeni b ir kavram ortaya atılm ıştır. Aslın diline vukufa, ana dili yazm a kabiliyetine, konuyu hâkim iyete ilâveten m üellif ile m ütercim a ra ­ sında b ir ruhî yakınlık ve akrabalık aranacak­ tır. B u gerçekten cazib b ir faraziyedir ve da­ ha uzun b ir tetkike değer. B undan şu anlaşı­ lır k i belirli b ir eser için m ütercim gerçekten Bay X, Bay Y’den daha uygun olabilir, çünkü o n u edebî kabiliyetinden veya bilgisinden do­ layı değil, esas itibariyle şahsiyetinden dolayı seçmemiz gerekir. Okuyucu bu prensiplerin, Laocoon'un va­ tan d aşları T roia'lıları ta h ta atın m uhtem el teh­ likelerine karşı uyaran sahneye tatbikinden hoşlanabilirler. H atırlanacağı üzere Laocoon jiokaleden:

magna ccınitante caterva girt with a throng of Ilium’s sons (Conington)

hundreds straggling behind him (Day - Lewis) “Yüzlerce kişi ardından koşarak” ve şöyle bağırarak gelmişti:

90

T E R C Ü M E SA N A TI

et procul; o miseri, quae tanta insania, cives ? creditis avectis hostes? aut illa putatis dona carere dolis Danaum? sıc notus Ulites? aut hoc inclusi ligno oscultantur Achivi, aut haec in nostros fabricata est machina muros inspertura domos venturaque de super urbi; aut aliquis latet error; equo ne credite, Teucri, quidquid id est, tiıneo Danaos et dona ferentes.’ Kelime kelimesine tercüm esi aşağı yuka­ rı şöyledir : Uzaktan “zavallı y u rttaşlarım ,” diye bağı­ rıyordu, “çıldırdınız mı siz? D üşm anlann git­ tiğini m i sanıyorsunuz? Yunanlıların b ir he­ diyesi hilesiz olabilir mi? Ulysses'i b u kadar mı tanıyorsunuz? Ya Y unanlılar b u tah ta şe­ yin içine kapanm ış, gizleniyorlar, yahut bu m akine surlarım ıza karşı, evlerimizi gözetle­ mek ve şehre yukarıdan girm ek için, yapılm ış­ tır. B urada m utlaka gizli b ir oyun var; ata inanmayın, Troialılar, h er ne olursa olsun, ben Y unanlılardan ve hediyelerinden korkarım ’ ”

T E R C Ü M E SA N A TI

91

Conington’ın (1861) m anzum çevresi şöyüedir : “W retched countrym en,' he cries, ‘W hat m onstous m adness blinds your eyes? Think you your enemies removed? Come presents w ithout wrong From Danaans? have you thus approved Ulysses known so long? Perchance-who knows? - the bulk we see Conceals a Grecian enemy, Or ‘tis a pile to o' erlook the tow n, And p o u r from high invaders down, Or fraud lunks somewhere to destroy: M istrust, m istrust it, m en of Troy! W hate’er it be, a Greek I fear, Though presents in his hand he bear." Üçüncü olarak, C. Day - Lewis şöyle çe­ viriyor : Citizens, are you all stark m ad? Do you really believe our foes are gone? Dou you imagine Any Greek gift is guileless? Is th at your idea of Ulysses? This thing of wood conceals Greek soldiers, or else it is A m echanism designed against our walls - to pry into

92

TE R C Ü M E SA N A TI

Our houses and to b ear down on th e city; sure, some tric k Is there. No you m u st never feel safe w ith the horse, Trojans, W hatveer it is, I d istru st the Greks, even w hen they are generous”' Aeneis’den bu kısa pasaj yalnız Lâtin nes­ rinin tercüm esi ile Lâtin şiirinin tercüm esini m ukayese etm ek için değil, aynı zam anda ay­ nı m etni ayrı ayrı m ütercim lerin nasıl çevir­ diklerini gösterm ek için verilm iştir. Aynı ola­ yın başka b ir cephesi h er hangi b ir kitabı çe­ virmeğe ve ona çok zaman ve düşünce ver­ meğe sürükleyen sebeptir. Grek tiyatrosu hak­ kında çok az yazdım, tarihçi H orodotes ve Thukhydides hakkında ise b ir şey yazmadım. Grek piyeslerini tercüm ede gösterdiği deha dolayısiyle profesör Gilbert M urray'i te b rik etm eden bu bölüm ü kapam ak haksızlık olur. Aynı şekilde Odysseia, ve Ilia s’ın m ensur çev­ rilerinde Profesör S. H. B utcher ile Dr. And­ rew Lang’m hiç şüphe götürm eyen zaferlerini h atırlatm ak yerinde olur. F akat Lâtince ve Grekçe klâsiklerin m ütercim leri o kadar çok­ tu r ki, böyle küçük b ir kitapta, hepsinin de­ ğerini taktire kalkışm ak abestir. Onların sa­ yısız okuyucularının m innetini kaydetmek, bi­ zim okum am ız ve zevk almamız için em ek çek­ memiş olsaydılar n eler kaybedeceğimizi durup« düşünm ek daha akıllıca b ir hareket olur.

VI ŞİİR TERCÜMESİ "Her tercüme bana sadece çözülmez bir meseleyi çözmeye teşebbüs gibi görünüyor.” Humboldt Şiir tercüm esi ve onunla birlikte nazım şeklinin tercüm esi, ilgili olduğum uz sanatın ayrı, bağımsız ve son derece önemli b ir bölü­ m ü teşkil eder. Tercüm enin, pek çok uzm anla­ rın üzerinde anlaşm aya vardıkları tek tarafı budur. Böyle olm akla beraber, onlar ancak şu noktada aynı fikirdedirler : şiirin tam m ânasiyle tercüm esi im kânsızdır, am a bu im kân­ sızlığı yenm ek için en iyi usullerin ne olduğu ve yenm eğe teşebbüs edenlerin çalışm alarını tenkid ve değerlendirm e hususunda ayrı ayrı fi­ k irlere sahiptirler. İlkin şu im kânsızlık mese­ lesini ele alalım . Şiir nedir? ‘‘Ş iir kelim eleri duygularımız­ d a b ir illüzyon, b ir hayal uyandıracak şekilde kullanm ak sanatıdır.” Aynı zam anda, “şiir h a ­ tırlanabilir sözdür.” Kolayca tanınabilen fa­ k a t iradeyle hasıl edilmeyen bazı özellikler va-

94

T E R C Ü M E SA N A TI

sıtasıyla hayal u yandırır ve “hatırlan ab ilirlik ” kazanır. Şiirde ritim , veznin ritm i vardır; he­ yecan, duyguya dayanan heyecan vardır. Git­ tikçe artan mecazlar, istiareler ve b ir dereceye k ad ar alışılm ış kelime dizisine uymazlık v ar­ dır. Bir şairden başkasının sezemeyeceği birşeyin veya durum un özelliklerini hayal etm e ve görme kudreti vardır. B ütün b u n lar doğrudur, am a okuyucu­ nun gözüne aynı derecede doğru olarak çarpan b ir şey de bunların hiç birinin herhangi b ir di­ lin imtiyazı olm amasıdır. Heyecan, ritim ve sezgiyle yazm ak k u d reti h er soydan insanın daim a sahip olduğu b ir şeydir. B ir Ingiliz b ir Alman, b ir Grek aynı ilham karşısında aynı şe­ kilde bu k u d reti gösteremez mi? Görünüşe gö­ re cevap m enfidir. Bu bizi tercüm enin sözde imkânsızlığı ile karşı karşıya getirir. Bu im kânsızlık hakkında Anatole France'ın şunları söylemiş olduğu ri­ vayet e d ilir: “Tam am, dostum , b u gerçeğin kabulü san atta başarıya lüzum lu b ir başlan­ gıçtır.” Bu oxm oron (aksi tabirle anlatm a) b i­ ze şu suali sordurur: "Öyle ise şu kolayca söyleniveren 'm ükem m el tercüm e im kânsızdır' sözünden ne kasdediliyor?” Bundan kasdedilen m âna ancak şu olabilir : tercüm e yaparken m ütercim in okuyucuya verm ek istediği b ir şey kaybolur ve b u kaybedilen şey tercüm enin te­ orik m ükem m elliğini bozar.

T E R C Ü M E SA N A TI

95

Şüphesiz bu önceden aslında kaybolduğu sezilebilecek b ir şeyin m evcud olduğunu farzetm ek dem ektir. Böyle b ir şey de olmayabilir:

’Baa, baa, mouton noir’ Avez-vous de la laine?' ’Oui, monsieur, oui monsieur, Trois poches pleines. Une pour le maître et Une pour la demoiselle Et une pour le petit garçon Qui vit dans nötre ruelle/ Bu satırları ben yarım asır önce ezberle­ m iştim . Aslında bilgi, incelik, h a ttâ m âna bile olm adığı için şim di m ükem m el b ir tercüm e ör­ neği olarak bana faydalı oluyorlar. Belki bu örnek biraz gülünçtür, am a şu fikri iyice b elirtir : tercüm ede kayıp, ancak asim kelim elerinde aşik âr m ânasından fazla b ir şey olduğu zam an olur. Bu fazla şey m âna ile ses arasındaki ahenk veya ince b ir seci, ti­ pik b ir istiare, b ir yansım a veya diğer b ir me­ caz olabilir. B unlar olm adığı zam an b ir şiirde kasdî b ir sadelik bulunabilir ki herhangi b ir süsten daha m üessir olabilir ve tercüm e ya­ pıldığı zam an hiçbir tesir kaybetm eden ifade edilebilir.

T E R C Ü M E SAKATI

96

A little sleep, a little slumber, A little folding of tlıe hands to sleep; So shall thy poverty coıne as a rohber And thy want as an armed man, Yahut :

Un peu de sommeil, un peu dàssou pissement Un peu croiser les mains pour dormir; Et la pauvreté te surprendra comme un voleur Et la disette, comme un homme en armes. (Proverbes vi, 10) Bu tercüm elerin hiçbiri b asit aslının ifade edebildiği m anadan hiçbir şey kaybetm em iştir. İkisinin kalitesi hakkında hiçbir şüphe olamaz. Mamafih, b ü tün şiirler böyle basit değildir­ ler. Şiiri nesirden ayırd eden gelişme ve ihtilâtla n n tercüm e edilmez vasıflar olduğunu anla­ m ak için büyük b ir zekâ lâzım değildir. Şiir yazarken şair kelim elerini nesir yazarken âdet ve lüzum olduğundan çok daha fazla seslerine dikkat ederek seçer ve tercüm e ederken sesler çok defa pek fazla değişir. Horse and hound ile le cheval et le chien yahut equus et canis ve­ ya at ve köpek aynı sesi vermezler. H içbir kuv­ vet ve sistem yoktur ki b ir dildeki üç kelime­ ye diğer b ir dilde aynı sesleri verebilsin. Virjil:

TE R C Ü M E SA N A TI

97"

Quadrupedante patrem sonitu quatit un;; gula campum kelim elerini yazarken ritm inden, ve dört nala koşan b ir atın ayak seslerini a n ­ dıran vurgularından dolayı o zam andan beri m eşhur olan b ir m ısra yazıyordu, fak at hiçbir m ütercim bunu m uhafaza ve taklid edemez.. Lâtince bilmeyen okuyucu için yapılacak bü­ tü n şey h er kelim enin ayrı ayrı m anasını izah; etm ek, onun VII. Bölümde sorulacak suallerin birincisine, Cyanî, ne söylüyor? sualine) cevap' vermesine yardım etm ek; şiirin m usikisinin ya­ vaş yavaş zihnine tek rard an gelen b ir alışkan­ lıkla, nüfuz etm esine müsade etm ektir. Eğer bu kelime, kelim e tercüm e bir satır için yapılabilirse, şüphesiz birden fazlası için' de yapılabilir. Netice kağıt üzerine dökülünce,., şiirin nesre çevrilişinden başka b ir şey değildir. Bu da bizi IV Bölüm de listesini yaptığım ız şık­ ların son ikisine g e tir ir : 11 — Nazım nesir olarak çevrilmelidir. 12 —- Nazım, nazım olarak çevrilm elidir.. Bu birbirine zıd fikirler üzerinde b ira z ; düşünelim. Profesör Postgrate, "Tercüm eler ve M üter­ cim ler” adlı kitabının en önemli bendlerinden birinde ana prensip olarak nesrin nesirle, naz­ mın nazımla çevrilmesi gerektiğini söylüyor. Hiç kim senin ilk ifadenin doğruluğundan şü p -

T E R C Ü M E SA N A TI

he etm ediğini, fakat pdk çok kim selerin İkincisi hakkında tartışm aya hazır olduğunu ilâve edi­ yor. Meselâ M athew Arnold m ensur b ir şiir ter­ cüm esinin son derece şairane olabileceği kana.atini ifade ederken Cariyle, Leigh H unt ve M/atley ise veznin estetik tesiri olm adan tam şiir olamayacağı fik rin i ileri sürüyorlar. Lord W oodhouselee lirik şiiri m en su r olarak çevir­ m enin en saçm a işlerden b iri olduğu ve b ir şiirin ancak bir şair tarafından çevrilmesi ge­ rektiğini söylüyor. H albuki Hilaire Belloc ke­ sin olarak “nazım hem en daim a nesir olarak çevrilirse daha iyi o lu r.” dem ektedir. P ostgate’in su götürm eyen m antıkim (nes .ri nesirle, nazm ı nazımla çevirmeli) unutm aya­ ra k ilkin m anzum tercüm e lehine m evcut se­ bepleri incelersek iyi ederiz. Bu sebepler veya rfikirler Sir John D enham 'm Aeneis’in ikinci ki­ tabına yazdığı çok iktibas edilen sözünde özet­ lenm iştir : “ İş yalınız dili dile çevirmek, değil, »şiiri şiire çevirm ektir. Şiirin ru h u öyle b ir ince ru h tu r ki b ir dilden diğerine aktarırken hemen uçar. N akilde yeni b ir ru h kıtılmazsa, ortada caput mortuum'dan başka b ir şey kalmaz." Bu toptan hükm e onu götüren safhaları keşfet­ meye çalışmalıyız. Birincisi şüphesiz m anzum tercüm enin .aslın şekline daha çok benzemesidir. Manzum »tercüme hiç olmazsa mecaz ve kinaye gibi söz

TER C Ü M E SANATI

99 1

sanatlarını gösterm ek ve asılda bulunan ve b ir takım m ütercim lerin muhafaza etm ek istediği çeşitli kelim e sırasını kabul etm ek fırsatını verir. Umumi olarak nazm ın heyecan uyandır­ m a bakım ından kudreti nesrin kudretinden bü­ yüktür. Bu sebeple bir şiirin m ensur b ir tercü­ mesini istem ek m ütercim in önüne b ir engel çı­ karm ak, daha işe başlam adan önce yapacağı te­ sirin b ir kısm ını feda etm esini istem ektir. Aşa­ ğıdaki misal basit olm akla beraber, bu sözle­ rin doğruluğunu isbat eder. Catullus'un şu şiiri:

O di et amo, quare id faciam fortasse requiris, nescio, sed fieri sentio et excrucior. nesir olarak şöyle çevrilebilir : “N efret ediyo­ rum ve seviyorum. Niçin bunu yapıyorum , belki sorarsın. Bilmiyorum, fakat böyle olduğunu hissediyorum ve ıztırap çekiyorum ." Bu mız­ mızca şikâyeti aslındaki keskin acı ile ve Bayan K rause’nin tercüm esiyle m ukayese e d in iz :

I hate yet love. You ask how this can be, Ionly knom it's truth and agony. Bu m ukayese açıkça gösteriyor ki m an­ zum tercüm e aslının m anâsı ile birlikte uslûbve tarza yakın ve onu andıran b ir şey verm ekte­ dir.

aoo

T E R C Ü M E SA N A TI

Archer ve Leonard gibi tecrübeli m ütercim ­ ler bize manzum tercüm eden m ensur tercü­ m eden daha doğru, daha sıhhatli olabildikle­ rini söylüyorlar. Bu sebeple "nazm ın nazım” ■olarak tercüm esi prensibi su götürmez şekil­ de tesbit edilmiş gibi görünüyor. Eğer bu böyle ise ve nazım, nazm ın en uy,gun vasıtası ise m ensur tercüm elerin niçin ya­ pıldığım araştırm ak yerinde olur. Niçin bazı serilerde — bunun b ir misali m eşhur ve çok lü.zumlu Loeb serisidir — yayımlanm ış m ensur tercüm eler manzum tercüm elerden daha fazla•dır. Bunun b ir cevabı birkaç satırlık Yunanca, Lâtince veya Fransızca b ir şiiri İngilizceye man:zum olarak çevirmeyi deneyen b ir m ütercim ta ­ rafından hem en bulunur. Onun yapacağı ilk iş, belki ne söyliyeceğini bilm ek için şiiri nesre çe­ virmek, sonra da nesri nazma dökm ek olacak­ tır. Fakat, nazım, daha doğrusu tatm in edici na­ zım, norm al olarak dudaklara gelivermez veya kendiliğinden kalem den akmaz. M ütercim en iyi kelim eleri bulm ak, en iyi neticeyi elde etmek için düşünce ve zam an harcam ak zorundadır. Manzum b ir tercüm enin m ensur b ir tecümeden •daha fazla emek ve m aharet istediğini amelî ola­ rak ispat etm ek m üm kündür. Ne k ad ar fazla di­ ye sorulacak olursa, şu cevaplar verilebilir. İl­ kin, m uhtelif insanların m eharetleri mukayese edilemez. İkinci olarak, S ir George Young ken­ d i Sophokles tercüm esi hakkında şunları yaz­

T E R C Ü M E SA N A TI

ıo r .

m ıştır : “K ırk sene önce zevk için ona başlam ış­ tım ve ıztırap içinde başarabildim .” B undan başka, yukarıda ifade edilen fikre zıd olm akla beraber, um um i olarak kabul edilir ki m ensur tercüm e asim cümle tertip ve k u ru ­ luşlarına daha yaklaşabilir. En çok istenen de: bu m udur? Bu gibi şüpheler ve fikir ayrılıkları ancak.. II. Bölümde bahsettiğim iz ve okuyucuyu tahlil, dediğimiz usul ile giderilebilir. Bugün ta rtıştı­ ğımız konu şiir tercüm esidir; bundan dolayı ilk sorulacak sual şudur; Şiir niçin okunur? Bu so­ ru nun cevabım her okuyucu ancak kendisi ve­ rebilir. Ben bir lirik şiiri, verdiği heyecan için ve böyle b ir tesir y aratan norm al nesrin tam . zıddı olduğu için okuyabilirim. Zam anında oku­ nan kısa b ir şiir bazan b ir yolculukta b ir din­ lenme tesiri, bazan da “benzerine” iğnesi tesiri yapabilir. Kaybolmuş Cenneti okuyorsam, Milton'un Ptolem aios'un tekvin üzerine fikirlerini, öğrenm ek istediğim için değildir. Eğer M ilton benim bunu yapmamı isteseydi. Dr. H. Jeffrays • gibi. Tekvin üzerine b ir b ro şü r yazar, b ir destan yazmazdı. Y ahut ben H oratius'un Integer vitae scelerusque purus diye başlayan o d u n u okuya­ bilirim . Bunu eski Italyada kaçak k u rtların ha­ reketleriyle ilgilendiğim için okumam, H oratius da benden bunu beklem em iştir. Destanı Mil-ton'un şiirinin ihtişam ından heyecan d u y d u -

102

TE R C Ü M E SA N A TI

.ğum için okurum ; o d u ise son iki m ısraım n eş­ siz m usikisinden zevk aldığım için okurum :

dulce ridentem Lalagen amabo, dulce loquentem. Kısaca şiir okum aktan m aksat, şiirin verdi•ği hazdır. F akat daha az talihli olan başka okuyucu­ lar, uzun veya kısa, b ir şiiri eğitimsel gayelerle okum ak zorundadırlar. Bu safha um um i olarak büyük şiir, küçük şiir, b erb at şiir, onlar için hep birdir. Kendileri şair olan veya olmaya heves eden başkaları da vardır k i bu n lar şairin ru h u ­ n u anlam ak ve sırlarını keşfetm ek için okurlar. Bu tahlil seçim işini kolaylaştırır. Şiirin ihtişam ını ve kelim elerin m usikisini duym ak isteyen okuyucu m ensur b ir tercüm e ile hiçbir zaman yetinmez. H albuki öğrenci başka b ir şey istemez Şiirin nesre çevrilmesini tavsiye eden yazarlar tercüm enin özel b ir ödevini, ya­ ni m ısralarm nasıl çevrildiğini göstermeyi dü­ şündükleri için böyle yaparlar. Okuyucu bunu öğrendiği zaman, aslın kelimeleri onu tatm in eder. F akat bazı kim selerin, b ir dili öğrenm ekte yardım ı olur veya olmaz gibi düşüncelerle ilgile­ ri yoktur. Aslını okum aya hiçbir zam an teşeb­ büs etmeyeceklerse, onun yerini tutacak b ir şey

T E R C Ü M E SA N A TI

103»

isterler. Bunun üzerine, daim a cöm ert olan m ü­ tercim onları tatm in edecek b ir çeviri vermeye çalışır. Daha başlangıçta hayalî b ir soru ile karşı­ laşır ve ona cevap vermek zorunda kalır. Ingi­ liz şiiri, Fransız ve Alman şiiri gibi, kafiyelidir.. Latin ve Grek şiiri kafiyeli değildir. Bunun ne­ ticesi Fransızca veya Almanca b ir şiiri çevirir­ ken m ütercim kafiyeli b ir çevri yapm ağa ça­ lışacaktır :

Die Luft ist kühl und es dunkelt Und ruhig fliesst der Rhein, Die Gipfel des Berges funkelt In Abendsonnenschein — Şu şekli alır :

Chilly the air and darkling, Soft the Rhine flows, The peak of the mountain, sparkling; In sunset, glows. Bu aynı zam anda norm al olarak, İngilizce­ de yapılan b ir şeydir ve asla daha yakın b ir çev­ ri verir, fakat b ir Grek veya Lâtin şiirini çevi­ rirken kafiyeli b ir tercüm e aslı gibi olmaz. Yalnız şu anlam da olabilir ki belki İngiliz oku­ yucuları arasında vurgu ve ritm e bağlı kafiye­ siz aslın okuyucuları arasında uyandırdığı ay­ nı duyguyu uyandırır.

-104

T E R C Ü M E SA N A TI

Kafiye lehine ileri sürülen yukarıdaki se­ bepler çoğaltılabilir. İlkte, klâsik tiyatro eser­ lerinde hem diyalog, hem koro v ardır. Koro­ nun söylediklerini diyalogtan ayırdetm ek için, -onu m utlaka kafiyeli yapmak lâzımdır. Diya­ log da kafiyeli olursa, b u ayırd etme işi o ka­ dar kolay yapılamaz. Sonra, diyalog ve koroda kullanılan farklı vezinler kafiyenin ilâvesiyle daha iyi b ir şekilde b elirtilir ve kafiye başka her şeyden d ah a fazla asıl şiirin beyitler veya kıtalar halinde tertibini gösterebilir. Bütün b u n lar nazarî sebeplerdir. Bütün dillerde bitm ez tükenmez sayıda kelim eler ol­ sa ve kelimelerin büyük b ir kısm ının tam kar­ şılıkları bulunsa ve kendileri istenilen m anâ­ ya çekilebilse bu sebepler gerçekten kuvvetli olabilirlerdi. Fakat böyle birbirine tam eşit iki dil yoktur. Amelî tercübe karşısında bütün na­ zarî sebepler suya düşer. Çünkü tecrübe bize gösterir k i kafiye b ir Allahın belâsıdır. Bu ne­ den böyledir? Kafiye yazarın om uzlarına bir yük yükler. Bu yükün ağırlığı en fazla tercüm e sanatının •esaslı vasfı olan kelime seçme işinde duyulur. Kafiyeli b ir tek lirik şiir tercüm esi yoktur ki bunun b ir delilini gösterm esin. Onda ya esas m üellifin yazdığı bir şey çevrilmemiştir, yahut yazmadığı b ir kısım ilâve edilm iştir. 1955 Hazi­ ranında Times gazetesinde “Tercüm e Lirikler"

T E R C Ü M E SA N A TI

105

konusunda yazan Oliver E w ards bunun tam a­ m ıyla m odern b ir m isalini verm iştir "H en Benillion" adlı b ir Welsh şiirini çevirirken Karga sahilde hâlâ yem ara r m ısraını yazm ıştır. Eseri üzerinde konuşurken karga hakkında "biraz serbest hareket" ettiğini itirâf etm iştir. Aslında karga yuvasını yapıyor­ d u ve İngilizcede ona b ir kafiye bulam am ıştı. işte, kısaca, tercüm ede kafiye problem i. K usurları ve m ahzurları o kadar çok ve o ka­ d a r sıktır ki tercüm e konusunda yazı yazan m üellifler bunları tab ii karşılıyorlar ve onları âdi tercüm e kusurları olm aktan ziyade ilâve veya çıkarm a sayıyorlar. Meselâ Lord Woodhouselee kitabının üçüncü bölüm ünü "B ir mü­ tercim in asıldaki fikirlere ilâve etmesine veya o n ları çıkarm asına m üsaade etmeli m idir?" so­ ru su n a tahsis etm iştir. İnsanın böyle b ir tek­ life karşı ilk tepkisi kuvvetli b ir "hayır" de­ m ek oluyor ve b u sadece b ir doğruluk arzusun­ dan değildir. Niçin b ir m ütercim müellifin yaz­ dığı b ir şeyi çevirmez? Bu h er halde ya tenbellikten, yahut yazılanı anlam adığını gizlemek istediğindendir. Yine niçin b ir m ütercim m üelli­ fe hiç söylemediği sözleri söyletmek küstahlı­ ğında bulunur? Bu sorulara verilebilecek tek cevap şudur : M ütercim kafiye zarureti yüzün­ den bunu yapm ak zorunda kalm ıştır.

106

TE R C Ü M E SANATI

F akat bazı yazarlar bu cinayetleri b ir "taz­ min ve telâfi" prensipi k u rarak gizlemek veya bağışlatm ak isterler. B ir m ütercim bir şeyi çe­ virm em ek ve atlam ak zorunda kalırsa, onun yerine başka b ir şey koyduğu takdirde m azur görülebilir. Sanki o b ir tüccardır. B ir m etâdan belirli b ir m ik tar teslim etmeye söz vermiş, sö­ zünü yerine getiremeyince beklenmedik b ir ik­ ram iye vererek zararı telâfi ve tazm in etm ek istem iştir. Lord W oodhouselee kitabını yazdığı zam an b u o k ad ar çok yapılıyordu ki adetâ ta­ biî sayılıyordu. K itabının b ir bölüm ü v ard ır ki orada "Şiir m ütercim ine m üsade edilen ser­ bestlik" m ünakaşa edilm ektedir. Bununla be­ raber, aşikâr olarak böyle b ir şey tehlikelidir ve sui istim al edilmeye m ahkûm dur. Bugünkü, kan aat bunun hoş görülm em esi m erkezindedir. Kafiye artık zaruri olm aktan çıkm ıştır. Zaten geleneksel bu team ülün kaybolmaya yüz tu t­ m ası şiir tercüm esinde kolayca m übalağa edi­ lemeyecek neticeler doğurm uştur. Çağdaş ne­ sir şiir veya şairane nesir yazarları ne kafiye be­ lâsına, ne de geçen nesillerin üzerinde ısra r et­ tikleri vurgu ve sairenin doğru olm asına önem veriyorlar. B u süratle başka dilde yazılmış b ir şiirin gerek m ânasını, gerek hareket ve üslûbu­ n u tercüm ede verm ek fırsatını kazanıyorlar. C. Day Lewis’in radyoda yayınlanan Aeneis ter­ cümesi hayran olunacak b ir örnektir.

TER CÜ M E SA N A TI

107

Şiir tercüm esinin şimdiye kadar belirtil­ meyen bir başka tarafı v ard ır 'ki o da nisbi uzunluk m eselesidir. Tercümede sadakat ser­ bestlik lehine feda edilemez. Tercüme b ir tef­ sir olm aya yüz tutar. Tefsirin norm al tarafla­ rın d an biri asıldan dah a uzun olm asıdır. N esir­ de bu pek önem li değildir; kelim elerin sayısı şiirin ta b ii bir kısm ı olan nazım da ise önemi daha büyüktür. B ir m ütercim bu olayı ihm al etm em elidir. Aeneis’in birinci kitabında 756 m ısra vardır, onun Billson tarafın d an yapılan tercüm esi de 756 satırdır. Jam es R hoades'in 947 satır, Dryden'ınki ise 1056 satırdır. Bu son rakam hem en hem en yüzde elli b ir artış gös­ te rir. Bizatihi bu olay neticenin mahiyeti ve vasfı üzerinde aşik âr b ir te sir y apar, ihtim al tercüm ede eşi görülm em iş bir büyüm e ve ge­ nişlemeye örnek olarak Tate ve B rady'nin 34 üncü M ezmurun tercüm esi gösterilebilir. Dua K itabında "Tanrıya daima şükranım ı sunaca­ ğım ’’ kelimeleri okunm aktadır. Lâtince Incil tercüm esinde yalnız sem per (daima) kelimesi vardır. 290 sayılı Ilâhi'de bu kelime şu şekli al­ m ıştır : H ayatın bütün safhalarında K ederli ve sevinçli zam anlarda yani b ir kelime yerine yedi kelime kullanılm ış­ tır.

108

T E R C Ü M E SA N A TI

Sonra b ir şiir tercüm esinin m utlaka asla sadık olm ası lâzım gelmediği kabul edilirse, aslı kafiyesiz olduğu halde kafiyeli olabilirse, bazı yerlerin çıkarılm ası veya ilâveler yapılm a­ sı m azur ve hoş görülürse, um um i kanaat b u işin imkânsız, idealin erişilmez olduğu m erke­ zinde ise tercüm e b ir şiirin m ahiyeti hakkında nasıl m akul b ir neticeye varılabilir? Öyle ise tercüm e şiir orijin al b ir şiirden tam am iyle baş­ ka b ir şeydir. Yalnız orijinal şiirin m ânasını ve­ rir fakat yeni b ir m ahsul, yeni b ir zihni cehdin neticesidir. Şüphesiz b ir bakım a aslı gibidir; belki de şiirin aslının okunm ası ve anlaşılm ası için essas dilin öğrenilm esine en büyük b ir teş­ vik m ahiyetindedir. Fakat b ir şiir yapılan, imaL edilen b ir şeydir, eğer İngilizce kelim elerden yapılm ışsa, Lâtince veya İspanyolca kelim eler­ den yapılmış b ir şiirden farklıdır. Tıpkı tu ğ la­ dan yapılmış b ir evin ta şta n yapılmış b ir evden farklı olduğu gibi. Tercüm enin İngilizce kelim elerden yapıl­ mış b ir şiir olabilm esi başlı başına önemli b ir olaydır, çünkü bu bizi tercüm enin sözde im­ kânsızlığına fazla değer verm em ek lâzım gel­ diğini anlatır. Umumun hükm ünü kabul ede­ rek gerçekten güç olanı yapm am ak çok cazip­ tir, fakat başarı ile yapıldığı takdirde çok tat­ m in edicidir. Sonra bu bizi başka b ir düşünce­ ye götürür.

TE R C Ü M E SA N A TI

109

Biz şimdiye kadar yalnız İngilizceye tercü­ me üzerinde durduk : ihtim al İngilizcenin bazı vasıfları vardır ki onu diğer dillerden daha az veya daha çok bu m aksada uygun yapar. İngilizcenin geniş, Lâtince ve Fransızcadan daha çeşitli ve daha şümullü b ir kelime hâzinesi vardır. Çok kere aynı fikir basit b ir İngilizce kelime ile veya d ah a az basit, başka dilden İngilizceye geçmiş b ir kelime ile ifade edilebilir. Meselâ sıhhî kelimesi İngilizcede şu kelim elerle karşılanabilir : healthy (Anglo Sıkson), sanitary (Lâtince kökten), yahut hygienic (Grekçe kökten). Fakat b u m ütercim in işini b ir bakım a ko­ laylaştırdığı gibi b ir bakım a da zorlaştırır. Çünkü büyük büyük b ir kelime hâzinesi daha büyük b ir ifade im kânı sağlar, fak at m ütercim i türlü şıklar arasında en iyisini seçmeğe m ecbur b ırak arak işini zorlaştırır. Bu şekilde büyük b ir kelime hâzinesinin faydası çok azalmış olur. Yine, İngilizcede ism in hallerini gösteren ekler yoktur. Bu sebeple kelim eler daim a arzu edilen tesiri hasıl edecek şekilde sıraya konul­ mazlar. Kelimelerin cümle içindeki yerleri gra­ m erin ödevlerinden b ir kısm ını yapm ak zorun­ dadır. Kelimelerin cümle içindeki yerleri, sıra­ ları bozulursa, m anâ altü st olabilir. “And ali the air a solema stillaess holds”. G ray’in mer-

110

T E R C Ü M E SA N A TI

siyesinde güzel b ir m ısradır; fak at içinde air kelimesinin mi, yoksa stillness kelimesinin m i fail veya meful olduğuna dair b ir ip ucu yok­ tur. Lâtince, Gerekçe veya Almanca'da böyle bir şüphe ortaya çıkamaz. Bu da gösterir ki İngilizce tercüm e için ideal b ir dil değildir. İngilizce klâsik vezinlerin k alıp ların a ko­ lay dökülebilen yum uşak b ir dil de değildir. Tennyson'un bilhassa yaptığı şu deneyi h atır­ layalım :

When was a harsher sound ever heard’ye Muses, in England? When did a frog coarser croak upon our Helicon? İngilizcede fazla sessiz h arf vardır. Bu olay onu sert, katı b ir dil yapar. Çok olan tek heceli kelimeleri ise, uygun olan yerlerde iyi tesirler, y aratırsa da, yabancı m uhitlere kendi­ lerini pek kolay uyduram azlar. ■ Bu düşünceler akla oldukça garip b ir so­ ru getiriyor. Grekçe bilmeyen b ir okuyucu Hom eros'un vasıflarını bilm ek isterse, Homeros'un İngilizceye tercüm esini mi, yoksa başka her hangi b ir tercüm esini mi okum alıdır? Bu onun seçtiği dili ne k ad ar bildiğine bağlıdır. Aşikâr cevabını önlem ek için soruyu başka b ir şekil­ de sorabiliriz. Hangi millet, H om eros'un yal­

TE R C Ü M E SA N A TI

111

nız kendi diline çevrisini okuyarak, Homeros'un sihrini sezebilmek fırsatına m aliktir? Bundan sonraki bölüm de Alman dilinin tercüm e bakım ından üstünlüklerini konuşa­ cağız. Şimdi yalınız H om eros'un tercüm esin­ de karşılaşan güçlükleri hatırlam ak kâfidir. M athew Arnold'un kanaatine rağmen, eğer Hom eros başarılı b ir suretle İngilizceye çevrile­ mezse, belki Almanca b ir çevrisi daha tatm in edici olabilir Gerçekten Odysseia 1793 de Johann Voss tarafın d an hekzam eter vezniyle Almancaya çevrildi. Arnold'un mukayeseye en elverişli ola­ ra k seçtiği Sekizinci K itabın sonundaki parça, Voss’un tercüm esinde şu kelimelerle çevril­ m iştir :

Also zwischen des xanthos Flut und den Schiffen Achaias leuchteten weit vor Ilios her die Feuer der Troer. Tausende solche Feuer brannten im Felde; aber an jedens sassen fünfzig der Männer im Glanz des lodernden Feuers. Doch die Rosse standen, mit Spelt und Gerste genahret, der schön thronenden Eos harrend, bei ihren Wagen. B urada iki şey açıktır. Birincisi, daim a ka­ bul edildiği üzere, Alman dili hekzam eterin rit­

112

TE R C Ü M E SANATI

mine elverişlidir. İkincisi, Almanca çevride İn­ gilizce tercüm elerinde olmayan b ir şey Grekçe bilmeyen Alman okuyucuyu H om eros’a, Grek­ çe bilmeyen b ir İngilizceden daha fazla yaklaş­ tırır. Şiir tercüm esini düşünürken zahiri im kân­ sızlığa fazla önem vermeye karşı büyük b ir me­ yil duyuluyor. Çünkü şairane yazıların daim a b ir cephesi vardır ki bu ne söz, ne musikî, ne unutulm az ifade değildir. Daha ziyade şairin d ü ­ şüncelerini tahrik eden ve bize göstermeye ça­ lıştığı, bizimle paylaştığı hayaldir. Şair b ir şey görmüş, işitm iş veya tecrübe etm iştir. Şiirini okum am ış olsaydık bizim de ondan haberim iz olm ayacaktı. Bu tecrübeler başka b ir dilde ba­ sit ve m etne çok sadık b ir tercüm e ile ifade edi­ lebilirler. Bu fikri açıklayabilm ek için, başka dillere kusursuz olarak çevirebilecek Ingiliz şiirlerin­ den örnekler vermek iyi olacaktır. O dillerin okuyucuları şairin hayalinin tam kudretini, şa­ irin realiteyi kendine has anlayış tarzım anla­ yabileceklerdir. Sohrab ve R üstem ’in son pasajı oldukça büyük ölçüde m üstesna b ir Örnektir, in san açıkça anlayabilir ki, meselâ Fransızcada, bu pa­ saj aslında olduğundan daha az tipik olm aya­ caktır. F akat daha kısa b ir örnekte tesir daha toplu, d ah a canlı olabilir. Flecker’in h arik u l’ade

TER CÜ M E SA N A TI

115

A ship, an isle, a sickle moon, With few, but with how splendid stars.... (Bir gemi, b ir ada, b ir o rak ay, Az fakat ne k a d a r p arlak yıldızlarla) tercüm ede fazla b ir şey kaybetm ez ve hafızaya yerleşen vasfını m uhafaza edebilir. Aynı şey M athew Arnold’un “moon - blanched grass” (ayın beyazlattığı çavır) için de doğrudur. M ehtap ışığında evinin önündeki çime ba­ k an b ir insan zihninde onu görebilir. Şiirin bu fonksiyonu, yani daha keskin b ir anlayış verme fonksiyonu, tercümeye değer kazandırır.

FRANSIZCA VE ALMANCA TERCÜMELER “Açık olm ayan Fransızca değildir.” Ritchie ve Moore. Bir İngilizin yabancı olarak bildiği diller arasın d a Fransızcanm kendine lıas b ir yeri vardır. Fransızlarla İngilizler arasında uzun za­ m andan beri, tâ İngiliz Sarayında kendi dille­ rin i konuşan Fransızların yaşadığı günlerden Entente Cordiale’e ve m üteakip iki Alman h ar­ bindeki ittifaka kadar, devam eden m ünasebet­ ler, dil itiyadları da dahil olduğu halde ken­ dilerini sayısız şekillerde gösteren b ir yakın dostlukla neticelenm iştir. “Yabancı m em leket­ lere gitm ek” sözü pek çok İngilizin akim a Al­ m anya ve İspanya’dan pek fazla Fransayı geti­ rir. Millî b ir b uh ran sırasında dilcilere ihtiyaç olduğu zam an yalnız Fransızca bilenler o kadar ço k tu r ki m ârifetlerinin piyasa kıym eti hemen hem en sıfırdır. Hizmet teklifleri ihtim al “F ran­ sızca mı? Onu yabancı dil mi sanıyorsun yok­ s a ? ” gibi sözlerle reddedilir. G ünlük h ayatta yüz İngiliz küçük b ir sürprizle karşılaştıkları zam an “Mon Dieu” derse, b ir İngiliz bile “Mein G ott” demez, halen T tj Kat. ©söı diyen binde b ir kişi bile çıkmaz.

TER C Ü M E SA N A TI

115

Aynı zam anda Fransız dilinin, İngiliz d ili n e kelim e veren diğer dillerde görülm eyen b ir özelliği bulunduğu da aşikârdır. Bu yüzden “ca­ fé", “bureau”, veya “bonbom ie” gibi alışılmış kelim eleri söyler veya yazarken, filoloji ile il­ gisi olm ayan o rta halli b ir İngiliz onların da­ im a Fransızca olduğunu düşünür, halbuki radius’un Lâtince, diam eter'in Yunanca olduğunu aklından bile geçirmez. Rom anın askeri kudreti İm paratorluğun sınırlarını Avrupada gittikçe artan b ir hızla ge­ nişlettikçe, Lâtin dili de onunla birlikte yayıldı. İstilâ ve işgal edilen to p rak lar üzerinde yaşa­ yanların dillerine tesir etti. Onların dillerinin tesiri altında kaldı. Şimdi sezmesi güç olan se­ beplerden dolayı, Kuzey G allia’da konuşulan Lâtinceden daha çabuk ve daha tam olarak de­ ğişti. Neticede birçok Roma diyelekleri arasın ­ da Frankların konuştuğu ve bilhassa P aris’de kullanılan diyelek ayrı b ir dil, yani Fransızca, sayılmaya başladı. İsa’dan önce 800 yıllarında bu dilin olduk­ ça iyi b ir edebiyatı vardı. B ir dile doğum ta ri­ hi verilebilirse, 9 uncu asır Fransızcanın do­ ğum tarihi sayılabilir. Bu dil, b ir insan yavrusu gibi, ilk çağların­ da hızla gelişti, gıdasını annesi Lâtinceden alı­ yordu. Ama ikiyüz sene so n ra da delikanlılık çağının ruhî buhranları ortaya çıktı. Yeni ke-

116

TE R C Ü M E SA N A TI

lim elerin dile girm esine karşı nisbî bir mukavvem et baş gösterdi. Bu sebeple onbirinci ve onikinci asırlardaki "eski Fransızca" ile onsekizinci ve ondokuzuncu asırların "yeni F ran ­ sızca” arasındaki fark aynı devirlerde konuşu­ lan ve yazılan İngilizce arasındaki fark tan çok daha az barizdir. Bu sebeple Fransız dilinde âşikâr b ir Lâ­ tince nüvesi vardır ve birçok Fransızca kelime­ ler Lâtince m enşelerine sıkı m ünasebetlerini m uhafaza etm işlerdir. Fransızca öğrenen b ir İngiliz Lâtinceden gelen kelimelere yabancı de­ ğildir. Bu ona İngilizce ile Fransızca arasında b ir benzerlik olduğu üm idini verebilir, çünkü böyle b ir benzerlik Fransızca öğrenmeyi çok kolaylaştırır. F akat onun bu üm idi çok sürmez; çünkü Fransızcayı d oğru tercüm ede karşılaşı­ lan birçok güçlüklerin asıl sebebi b u m üşterek m enşe’dir. Gerçekten Fransızcanm İngilizceye tercüm esi, hele tercüm ede en yüksek b ir doğru­ luk ve edebî vasıf istenirse, en güç dillerden b i­ r i olduğu tezini m üdafaa ve geliştirm ek katiyen güç olmaz. Fransızcayı tercüm enin güçlükleri İngilizce ile Fransızcanm ayrı ayrı tekâm ül etmiş olm a­ larındandır. Fransızca sızm alara m ukavem et ederek, nisbeten m ahdut kelime hâzinesinden azami surette faydalanıyor, her kelimenin açık, sarih b ir m anâ kazanm asına m üsade ediyordu.

T E R C İM E SANATI

117

İngilizce ise türlü kaynaklardan gelen kelimele­ ri alıyor, başkalarını türetiyor, esas itibariyle pek m ütecanis olm ayan m uhtelit b ir dil olu­ yordu. Geniş b ir kelime hâzinesi ve daha b ü ­ yük nisbette m üradifleri vardı. Bundan iki ne­ tice ortaya çıktı : Fransızca klâsik Lâtince ka­ dar açık, kesin b ir dildir. İngilizce aynı derece de usta yazarlar ve konuşanlar tarafından kul­ lanıldığı zam an aynı açıklık ve kesinliği kolay, kolay başaram az. Başka b ir tabirle, b ir İngilizin en iyi İngilizce yazması b ir Fransızın en iyi Fransızca yazm asından daha zordur. Ger­ çekten de iyi İngilizce yazanların nisbeti daha düşüktür. İkinci netice, Fransızca ile İngilizce arasında gram er, deyim ve cümle k u ruluşu ba­ kım ından olan pek belli farktır. Hemen hem en rastgele seçilen şu basit ibarelere bakalım :

Tout le monde Comment ça va? Cela ne marche pas Qu'est ce que c'est que ça? Bütün bunlarda, sayısız diğerlerinde oldu­ ğu gibi, harfi m âna ancak hakiki m ananın b ir tefsiri sayılabilir. Öyle ise Fransız dilinin b u vasıflarının ter­ cüm e ameliyesi üzerindeki tesiri nedir? Birincisi hiç şüphesiz iki dilin arasındaki zahirî ve korkunç derecede aldatıcı benzerlik­

1 18

TE R C Ü M E SANATI

tir. Birçok İngilizce kelim eler dile Fransızcadan girm işler ve b ir sürü kelim e de gerek İngiliz­ ceye, gerek Fransızcaya aynı Lâtince ve Grek­ çe kaynaklardan gelmişlerdir. Bu yüzden her iki dilde bulunan kelim elerden büyük b ir kısm ı aynı veya tanınacak derecede aynı, şekildedir­ ler. Bir m ütercim b u kelimelerin aynı m ânaları m uhafaza ettiklerini farzedip hiç İngilizceye benzemeyen kelim elerin çoğunu homme, cheval, chien gibi kelim eleri tercüm e edecek kadar Fransızca biliyorsa, herhangi b ir pasajın m uh­ tevası hakkından şöyle böyle b ir fikir sahibi olabilir. Fakat bu doğru olmaz ve asıl yazarın söylemek istediklerinden çok farklı olabilir. H akikaten Fransızca b ir İngiliz için alda­ tıcı benzerlik örnekleriyle doludur. M ütercim olacak kim se çok geçmeden Fransızca "brave” in İngilizce “brave”, "honnête” in "honest”, “jo li” nin "jolly” m anasına gelmediğini öğre­ necektir. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Bir m üddet sonra m ütercim şuna inanacaktır : eğer Fransızca b ir kelime, İngilizce b ir kelim e­ ye benziyorsa m utlaka başka b ir m anâya gelir. Fransızcadan alman hemen herhangi bir m ensur parça Fransızca tercüm enin vasıflarını bize gösterir. B urada seçilen parça Félicien M arbeau’nun L’homme du Roi isim li rom anı­ nın başından alınm ıştır :

T E R C Ü M E SA N A TI

Lorsqu’on passe maintenant rue des Arcades et qu’on la voit si animée, si bruyante, on a peine à imaginer qu’en 1921 encore, c’était une des rues les plus paisibles du quartier Nord. Le tramway 22 qui aujourd’hui la traver­ se n’existait pas, ni l’autobus rouge de ligne Gare Centrale Place des Palais. Les deux grand immeubles à apartements n’étaient pas encore construits. En fait de magasins, il n’y avait que la boulangerie, qui existe toujours, et un antiquaire maintenant remplacé par la librairie Anglaise. Bunun İngilizceye tercüm esi şudur :

It would be difficult for anyone going along the Arcade today and finding such a busy, noisy street to believe that even in 1921 it was one of the quietest roads in the north quarter. Tram 22, which now goes down it, did not exist; nor did the red bus from the Central Station to Palace Square. The two great blocks of flats were not bu­ ilt. As for shops, there was only the baker’s, which is still there, and an antique shop, now replaced by the English book seller’s.

120

T E R C Ü M E SA N A TI

Bu iki parçanın mukayesesi gösterir ki ko­ lay okunur bir İngilizce p aragraf ortaya koy­ m ak için m ütercim hem en h er cüm lede tam kuruluşu değiştirm ek zorunda kalm ıştır. P arça­ nın m ânasını mükem m el b ir surette m uhafaza etm iş ve aynı ani değişiklik intibaını verm iştir. Fakat kelimeleri şu gerçeği tam olarak göste­ rir ki Fransızcanın h arfi harfine tercüm esi ede­ b î İngilizceye hiç benzemez. Nesir için b u doğru olursa, Fransız şiiri için çok daha doğrudur. Fransız şiiri Avrupa edebiyatının en tercüm e edilemez şekillerin­ den biridir. Fransız şiirinde birkaç m ısra çe­ virm ek bulunabilecek en güç b ir İlmî testtir. E n tatm in edici neticeler Prof. J. G. Weightm a n în şu fikrini destekler: “B ir Fransız şiiri­ nin hiçbir tercüm esi yoktur ki aslında yarı kuvvetini nakledebilsin.” Söylediğimiz gibi, Fransızca açık ve sarih­ tir. B undan anlaşılır ki m ütercim in karşılaştı­ ğı mesele hem İngilizcede aynı derecede açık ve sarih olmak, hem de aslının m ânasını m u­ hafaza etm ektir. Bunu yapm ak Fraıısızcaya tam b ir vukuf ve orta seviyede b ir İngilizin bilgisinden çok üstün bir İngilizce bilgisi ister. Ritchie ile M oore’un işaret ettiği gibi, hem de ne yayınevlerinin, ne de m ünekkiderin tam m ükâfatını vermeyecekleri b ir zam an ve emek ister.

TER C Ü M E SA N A TI

121

B ir çok İngilizlerin oldukça iyi bildiği bu Alman ve Fransız dilleri arasındaki fark lar o k ad ar çok, o k ad ar geniş, o k a d a r derindir ki iki dil âd e ta dilbilim meseleleri üzerine yazı yazanların fikirlerini aydınlatm ak için ihtiyaç­ ları olan örnekleri tem in etm ek üzere özel b ir m aksadla hazırlam ışlardır. Fransızca, demin -gördüğümüz gibi, güç, İngilizceden pek farklı b ir dildir; aynı zam anda son derece ahenklidir. Paris Radyosunda konuşan b ir Fransız k ad ın ı­ nın sesi b ir kem an sesinden daha güzeldir. Öte yandan, Almanca İngilizcenin yakın ak rab ası­ dır. Bu sebeple öğrenmesi daha kolaydır. Ke­ lime veya cümle kuruluşu problem iyle karşılaş­ m adan Almanca okum ak Fransızca okum aktan daha kolaydır. Az çok b ir Almanın yazacağı gi­ bi Almanca yazmak b ir Fransız gibi Fransızca yazm aktan kolaydır. Sonra, Almanca gırtlak­ tan çıkar, çok defa k ab a b ir dildir; Fransızca­ 'da b ir kem an sesinin güzelliği varsa, Almanca kulağa piyano sesi kadar bile hoş gelmez. Alman dilinin mahiyeti hakkında şüpelıe■siz pek çok kim senin bildiği bu olaylar um ul­ m ayan b ir netice veren basit b ir şekilde ay­ dınlatılabilir. V. Bölümde Lâtin dilinin vasıf­ ları Cannon H annay’ın onun dualarda kullanıl­ m ası hakkında söyledikleri hatırlatılarak gös­ terilm işti ve örnek olarak Akşam Duasının 3. K itabından b ir parça alınm ıştı. İşte aynı "Ka-

122

TER C Ü M E SA N A TI

ranlıkları aydınlat.” duasının Fransızca ve Al­ m anca çevrileri :

Illumine nos ténèbres, ô Seigneur; et par ta grande miséricorde garantis nous de tous les dangers et de tous les accidents de cette nuit, pour l’am­ our de ton Fils unique, notre Sauveur Jésus Christ. Wir bitten dich, o Herr, erleuchte un­ sere Finsternis, und beschütze uns durch grosse Gute unter allen Gefahrendiesser Nacht, um der Liebe deines ennzigen Sohnes, unseres Heilandes, Jesu Christi, willen. B unlar dikkatle okunm ağa değer. Almanca İngilizce k ad ar Lâtinceye yakındır ve onun ka­ dar aksam adan okunur. Fransızca ilkin Lâtin­ ceye çok fazla yaklaşm ış görünür. Illum ine ye­ rine illum ina, m iséricorde yerine misericordiam ve bu yüzden başka kökten geldiğini veİngilizceden başka b ir mahiyet taşıdığını belli eder. Bu k ab u l edilebilir, çünkü Fransız dilinin kelim eleri hakkında ancak aşikar olan bir neti­ cedir. Fakat ondan sonraki ibarede yazar bütün "kazalara” karşı "garanti” istediği zam an iki dil arasındaki genişleyen uçurum m utlaka bir sigorta poliçesi için m üracaatı andırır, itiraf etmeliyiz ki bu b ir talihsizliktir yalnız bizim bu ­ günkü m aksadım ıza elverişlidir.

TE R C Ü M E SA N A TI

123

Aldığımız örnekler açık olarak gösteriyor ki İngilizce bir kelimeye benzeyen Fransızca 'bir kelim enin m anası ancak pek n ad ir olarak aynıdır, çok defa bam başkadır. Almancada ise çok defa aynı kelim edir. İngiliz ve Alman dil­ leri arasında "aldatıcı benzerlik" pek görül­ mez. İşte tercüm ede daha az hataya düşülm esi­ nin birinci sebebi budur. O rta derecede b ir Almanca m ütercim inin gösterdiği daha büyük nisbette doğruluğun ikinci sebebi Almanca cüm lelerin daha katı olan cüm le kuruluşlarından ileri gelm ektedir. Umumi olarak Alman nesrinin b ir sahifesinde b ir çok cüm leler arasında İngilizce veya Fran­ sızca b ir sahifede bulunandan çok daha az çeşlilik vardır. İngilizce veya Fransızcada cümle­ le r norm al olarak gerek kuruluş tarzları, gerek uzunlukları bakım ından farklıdırlar. Almancadaki bu nisbî değişmezlik Almancayı Fransızcaya çevirmek için belirli p rensipler koyma­ yı ve sonra bunları uygulayarak tercüm eyi ba­ şarm ayı kolaylaştırır. Misal olarak pek basit b ir kaideyi alalım. Bu kaideye çeşitli fiil kip­ lerini ve zam anlarını tercüm e ederken riayet olunur. H erkesin bildiği b ir olaydır ki "Almancadaki h e r kelim enin İngilizcede b ir karşılığı olm alıdır," Eğer nihai şekil "it shall have been said" gibi b ir şeyse, o zam an d ört kelime "shall", "have", "been” Almanca aslında da ¿iç veya beş değil, d ö rt kelime olduğu için böy-

124

T E R C Ü M E SA N A TI

le yazılmışlardır. Bu basit kaide Fransızca b ir cümleye uygularsa, netice M ark Tvvain'in yaz­ dığı ve II. Bölümde verilen komik sözlere ben­ zer. Bu sebeple, b ir Alman teknik okum a ki­ tabındaki şu ifadeyi haklı görmek m üm kün­ dür. "Almancadan İngilizceye tercüm e çok de­ fa ilmi b ir form üle bağlanabilir." Böyle b ir ifade üslûbun ancak ikinci derecede önemi olan teknik yazılarda (İlmîyi bu m anâda alırsak) hakikate yakındır. Edebî eserlerde bile onu o r­ taya çıkaran ilkeler uygulanabilir. İşte b u n lar um um i olarak dilcilerin Alman­ ca tercüm e işinde başka diller hakkında yazar­ ken bulduklarından daha az söyleyecek, dah a az şaşırtacak şey bulm alarının başlıca sebebi­ dir. Kısacası, Almancayı İngilizceye çevirirken Lâtince ve Fransızcada karşılaşılan güçlükler ve meselelerle nadiren karşılaşılır. Bu n o k talan aydınlatm ak için Almanca edebî b ir m etin bul­ malıyız. Kısa b ir tek m etin kâfi değilse de yine biz örnek olarak Goethe’nin S trazburg’a ait ilk in tib alan n ı anlatan Aus Meinem Leben adlı ese­ rinden b ir parçayı alacağız :

Und so sah ich denn... die ansehnliche Stadt die \veitumherliegenden, mit herrlichen dichten Blumen besetzten und durchflochtenen Auen, diesen auffalenden Reichtum der Vegetation,.

TER C Ü M E SA N A TI

125

der, dem Laufe des Rheins folgend, die Ufer, Inseln and Werder bezeichnet. Reichtum der Vegetation, der, dem Laufe des Rheins folgend, die Ufer, In­ seln und Werder bezeichnet. Nicht weniger mit mannigfaltigem Grün geschmückt ist der von Süden herab sich ziehende flache Grund, welchen die Iller bewässert; selbst westwärts nach dem Gebirge zu finden sich man­ che Niederungen, die einen ebenso reisenden Anblick von Wald und Wies­ enwuchs gewahren, sowie der nörd­ liche, mehr hügelige Teit von unend­ lichen kleinen Bachen durchschritten ist die überall ein schnelles Wachstum begünstigen. B u şöyle çev rileb ilir:

And then I saw the considerable town, the fields decked and mingled with magnificent flowers, a striking luxuri­ ance of plant life which, following the course of the Rhine, marks its banks, Islands and islets. The plain, running up from the South and watered by the Hier, is decorated with a no less varied green; westwards, towards the moun­ tains, it forms the lowlands that give such a delightful vista, of forset and

126

T E R C Ü M E SA N A TI

meadow; while to the nortbe the bro­ ken hills are intersected by countless little streams, encouraging rapid grow­ th everywhere. Bununla beraber, Almancadan tercüm eyi can sıkıcı saym ak veya tercüm e sanatı ta rtış­ m alarında oynayacak rolü olmadığını düşün­ m ek doğru değildir. Grekçe bilm eyenlerin Hom eros’u Almancadan okum aları gerektiği ka­ naatini V. Bölümde ifade etm iştik, fakat b u kanaatim iz ancak Alman dilinin hekzam eter veznile şiir yazmağa uygun olduğu esasına da­ yanıyordu. Bir gerçek daha varsa, Almancanın öyle vasıflan v ard ır ki iyi kullandığı tak d ird e, başka dillerden ona çok defa en tatm in edici tercüm eler veya daha özel olarak, başka dillere olduğundan daha büyük sadâkat ve b aşarı ile tercüm eler yapılabilir. Shakespeare'in oyunlarından, hepsi değil­ se de, çoğu Fransızcaya çevrilm iştir. F ransada onlar çoşkunlukla değil, ilgiyle karşılandı. Sha­ kespeare Almancaya da çevrildi. Tercüm eler o k ad ar başarılı oldu ki b ir zam anlar, belki doğ­ ru olarak, Shakespeare’in Almanyada kendi m em leketinden daha çok beğenildiği ve Alman sahnesinde daha sık oynandığı söylenirdi. B ir İngiliz yazan hakkında bu iki a y n fikir için dile ait sebeplerden başka sebepler bulunabilir, fa­ kat dilin kendisinin bunda payı olduğuna pek şüphe edilemez.

T E R C Ü M E SA K A TI

127

Almancamn bu cephesini en fazla aydın­ latan örneklerden b iri Strodtm ann'ın Tennyson'dan çevirdiği The Princess tercüm esinde görülebilir. İlk k ıta m ütercim in vezni, kafiye tertibini, h a ttâ iki veya bir heceli kafiyeleri bi Je Almancada verebildiğini göstermeye kâfidir.

The splendour falls on castle walls And snowy summits old in story; The long light shakes across the lakes, And the wild cataract leaps in glory. Blow, bugle, blow, set the wild echoes flying, Blow, bugle; answer echoes, dying, dying, dying. Es fallt der Strahl auf Berg und Thal Und Schneeige Gipfel, reich an Sagen: Viel’ Lichter wehn auf blauen Seen Bergab die Wasserstürrze Jagen. Blas, Hufthom, blas, in wiederhall erschallend, Blas, Horn; antwortet Echos, hallend, hallend, hallend.

V III

INCİL’İN TERCÜMESİ “Alışkanlığın gücü o kadar büyüktür ki bozuk olduğu kabul edilen kısımlar bile çok kimsenin hoşuna gider, çünkü onlar nüshalarının doğru olmasından ziyade güzel olmasını isterler.” Jerome Bu tetkiklerim iz arasında Incil tercüm e­ lerinin önemli, hem en hemen eşsiz b ir yeri ol­ m ası icap eder. Bunun için iki sebep vardır. ilk ve daha esaslı olanı şudur : İncilin ko­ nusu, özellikle Eski Ahdinki, insanın varlığıyle ilgilidir; ona menşei, m aksadı, gayesi hakkında bilgi verir. Sayısız nesiller boyunca insanlara hayatlarının gayesini İncilin sahifelerinde ara­ m aları, hayatlarına hâkim olm ası gereken kai­ deleri aynı kaynaktan alm aları öğretildi. Bu b il­ giyi genç yaşlarda edinenlerin çoğu In cil dok­ trinleri heyecan hayatlarının derinliklerine iş­ lemiş olarak yetiştiler. Incil gerçek m anâda bütün diğer kitaplardan farklı b ir kitap oldu. Dokunulmaz b ir hale geldi, in san lar onun sa­ hifelerinde teselli, ilham , kuvvet aradılar ve bu. nim etleri kendilerine m antık yoluyla değil, he-

TER C Ü M E SA N A TI

129

yecan yoluyla sunulm uş buldular. Onların is­ tediği de buydu. Bu sebeple dinî davranışları sarsılm az b ir îm âna dayanır ve hiçbir değişik­ liğe uğram az. Temeli heyecan olan inanışlarla isbatı m üm kün gerçekler olan akideler arasın­ daki farkı belirtm ekten başka birşey yapm ak istemeyen b ir m ütefekkirin soğuk m antıki çok. defa olduğu gibi - ihtim al haksız ve yersiz ola­ ra k bir m uhalefet ve k ü fü r fırtınası ile karşı­ laşır. Tercüm eler arasında Incil m etninin işgal ettiği mevkiin ikinci sebebi şüphesiz Resmî Çeviri m etninin erişilmez vasfıdır. Bu Çeviri o kadar çok, o k adar um um i olarak o kadar uzun zam an övüldü ki bu noktada bu olayı h a tır­ latm aktan b aşk a b ir şey yapm aya lüzum yok­ tur. Ama bundan şu netice çıkar ki İngilizce konuşan m illetler, onunla yetiştikleri için, n o r­ m al ve tabii o larak eğer on lar da diğer insan­ ların çoğu gibi norm al, tabii iseler ve rasyonel değilseler onun emsalsiz kelime ve ibarelerinin değiştirilm esine kızarlar. Başka m ütercim ler­ den hiç biri böyle b ir durum la karşılaşm az. Çünkü İncili tercümeye başladıkları zam an ese­ rin m uhteşem b ir tercüm esi zaten önlerindedir. B u Çevri o kadar sevilmiş, okuyucuların gön­ lünde öyle yer etm iştir ki on lar ancak, şurada, burada, yalnız teferru ata ait meselelerde bazı düzeltm eler yapılabileceklerini bilirler.

-2 3 0

T E R C Ü M E SANATI

Tercüme öğrencisi bakım ından İncilin özel­ liği onun uzun zam andanberi tercüm e olarak bilinm esidir. En eski elyazma nüsh aları ya kay­ bolm uş veya daha keşfedilm em iştir. Milâdın ilk asrı sonunda Eski Ahdin İbranice b ir m etninin . kullanılm akta olduğuna dair deliller vardır. İhtim al bundan Origen (Üçüncü Asır) Septua, gint diye tanınan Yunanca tercüm eyi yapm ış­ tır. Hieronym os (Dördüncü Asır) Vulgata diye anılan tercümeyi m eydana getirdi. Hieronymos, devrinin en büyük bilgini idi. İncilin tam am ını Lâtinceye b aşarı ile ilk tercü: me eden o dur. Gayesi seleflerinin üslûbunu, doğru göründüğü zam an m uhafaza etm ek, an■cak m etindeki bozukluklar lüzûm gösterdiği yerlerde değişiklikler yapm aktı. Tercümesi uzun zam andan beri İncilin en güzel üç çevrisin• den b iri sayılıyor. L uther’in Almanca İncili ve İngilizce Resmî Çevrisi ile m ukayese ediliyor. Reformasyona kadar İngilterede kullanılm ak­ ta devam etm iştir. incilin İngilizceye ilk çevrisini John Wyelif -(1320-84) yaptı. Onun b undaki payı Yeni Ah­ de inhisar etm iş olabilir. Wyelif İncilinin en az iki çevrisi vardı. Birincisi 1382 de H ereford’da basılm ıştı. Bunun John Purvey tarafından göz­ den geçirilen ikinci basım ı 1390 da yapıldı. Fa­ k a t şu da unutulm am alıdır ki Lâtince okuya: m ayanlar için ana dillerinde yazılmış b ir İncil ■olması fikrini ilk savunan adam Wyelif’dir.

T E B C Ü M E SA N A TI

131

Bir asır sonra onu W illiam Tyndale (14841536) takip etti. 1523 yıllarında Londrada ya­ şarken Yeni Ahdi tercüm eye başladı. Fakat çok geçmeden Almanyaya hicret etm ek zorunda kaldı. Orada ilkin. Kolonyada, sonra W orm s’de, Yeni Ahdin basım ını tam am ladı (1526). Ter­ cüme E rasm us’un Yunanca m etninden yapıl­ m ıştı ve tam am iyle Tyndale’in kendi eseri idi. Bunu 1530 da İbraniceye çevrilen P entateuch (Eski Ahdin ilk beş kitabı) takibetti. Tyndale inançları uğruna hayatını verdiği zaman Eski Ahdi henüz bitirm em işti. Bu sı­ rad a ilk tam İngilizce İncil Kolonyada Miles Coverdale tarafından 1535 de ortaya konuldu. Bunu m eydana getirirken Tyndale’in eserinden olduğu kadar V ulgata’d an da faydalanm ıştı. Beş altı sene süren İncili tercüm e etm ek m o­ dasının onun tarafından başlatıldığı söylene­ bilir. Tyndale Eski Ahdin bazı kısım larının elle yazılmış tercüm elerini bırakm ıştı. Öğren­ cilerinden biri olan John Rogers bunları aldı, Tyndale’in tercüm esine ekledi. M üşterek eser Coverdale’in gerekli kısım ları kullanılarak ta ­ m am landı. Eserin b ü tü n ü Anvers’de Thom as M athew m üstear ismi altın d a 1537 de yayım­ landı. İki yıl sonra Richard Taverner tarafın­ dan te k ra r bastırıldı. 1538 de Cromwell h er kilisede halkın fay­ dalanm ası için İncil bulundurulm asını em retti.

TE R C Ü M E SANATI

Talebi karşılam ak üzere Coverdale tarafından M athew İncili b ir daha gözden geçirildi. Bu su­ retle Büyük İncil diye anılan nüsha meydana geldi. Bugünkü Dua K itabında görülen mezmutiarı ilıiiva ettiği için bu nüshayı İngilterede . hem en herkes bilir. M eşhur Cenevre İncili 1560 da yayımlandı. P rotestanlık akidesini yaymağa k a ra r vermiş olan William W hittingham , John Knox ve diğer­ lerinin eseridir. Tekvin III, 7 de "ve İncir yap­ raklarını birbirine diktiler ve kendilerine pan­ tolon yaptılar.” şeklinde çevirmesi "Pantolon İncili” diye tanınm asına sebep olm uştur. Bütün b u İnciler hakkında, Tyndale’den, itibaren, lehde ve aleyhde söylenenler m etnin edebi seviyesine göre değil, daha ziyade “n o tlar” daki doktrinin mahiyetine göre değişm ektedir. Başpiskopos Parker, Cenevre İncilinin sofuca notlarını beğenm ediği ve Cenevre İncili de ken­ disini tatm in etm ediği için Piskoposlardan ku­ rulm uş b ir heyete b ir b aşk a çevri hazırlattı. Pek uygun olarak Piskoposlar İncili diye anı­ lan bu çevri 1568 de yayımlandı. Yeni b ir ter­ cüm eden ziyade Cenevre İncilinin yeniden ya­ zılmış nüshasıdır ve kırk üç sene Anglikan ' Kilisenin resm î İncili olarak kalm ıştır. Hemen hem en aynı zam anlarda Katolik 'Kilisesi de ayrı b ir İncil ortaya koym ak lüzu­ m lunu.duydu. Netice Douai İncili adıyla anılır.

TE R C Ü M E SANATI

Yeni Ahit Rheims de 1582 de, Eski Ahit 1609 da yayımlandı. Umumi olarak pek başarılı b ir tercüm e sayılmaz. 14 Ocak 1603 de Kral I. James pisko­ posları ve diğer papazları Ham ton Sara­ yında bir toplantıya çağırdı. Ertesi gün Oxfordda Corpus Christi Koleji m üdürü Dr. John Reynolds şu teklifi yaptı : “Mevcut olan­ lar aslına uygun olm adıklarına göre M ajesteleri İncilin yeniden tercüm esine m üsade ederler' m i?” Kral bunu uygun buldu ve şunları söyle­ di : “İtiraf ederim ki İngilizceye iyi tercüm e edilmiş b ir İncil henüz görmedim; fakat bana kalırsa hepsinin içinde Cenevre İncili en kötü­ südür.” İşte b u şekilde İncilin Resmî Çevrisi (Authorised Version) doğdu. Ertesi yılın Tem muzunda k ırk yedi bilgin seçildi. Üç yıl sonra işe başladılar. T ercüm e1 1611 de K rallık M atbaasında basıldı. Pisko­ poslar İncili esas tutulm uş, yukarıda adı geçen diğer tercüm elerden olduğu kadar Grekçe ve İbranice m etinlerden serbestçe faydalanılm ıştı. Kral James riayet edilmesi gereken kaideleri tesbit etm iş, m ütercim ler okuyucularına harfî b ir tercüm e yerine aslının ruh ve m ânasını verm ek prensibini kabul etm işlerdi. Hele eser­ lerinin ahengine ve tatlı okunm asına büyük iti­ na gösterm işlerdi. Bu bakım dan b aşarıları bu­ güne kadar başka hiç kimse tarafından eldeedilm em iştir.

134

TE R C Ü M E SA N A TI

Ebedi bir eser olarak Resmî Çevirinin yeri­ mi İngiliz dili yazılıp okunulduğu m üddetçe di­ ğer hiçbir eser alam ayacaktır. Dünya edebiya­ tında başka herhangi b ir tercüm e hakkında böyle b ir iddia ileri sürülemez. B ütün selefleri gibi, Resmî Çevri de bazı tenkidlere uğradı. Tenkidlerin İlmî bakım dan doğru oldukları yerlerde bunların dikkata alın­ m ası gerekir. B unu takibeden iki asır zarfında b ir çok kitap ların tercüm eleri yapılm ışsa da ancak 1870 de W inch ester piskoposu b ir pa­ p azlar m eclisinde söylediği b ir n u tu k ta şimdi “Gözden Geçirilmiş Çevri" (Revised Version) diye tanılan İncili hazırlam ak üzere b ir kom i­ tenin kurulm asını teklif etti. Yeni Ahit 1881 de, Eski Ahit 1884 de, Aposkrypha 1895 de yayım­ landı. Gözden geçirilmiş Çevri pek beğenilmedi. Yeni Ahdin daha düzelmiş olduğu şüphesiz ise'de aynı şeyin, um um i olarak, Eski Ahit hakkın­ da söylenemeyeceği m uhakkaktır. Gözden geçirilmiş Çevrinin (Revised Versi­ on) ortaya konm ası olayı önemsiz olmayan b ir soruyu akla getirir. 1530 ile 1870 arasında n i­ çin bu k a d a r çok İncil tercüm esi yayım lanm ış­ tır ve yine niçin 1900 ile 1950 arasında bu ka­ dar çok İncil tercüm esi basılm ıştır. Bu sorunun cevabı 1603 de Londra Pisko­ posu R ichard B ancroft'un sözleriyle verilebilir. «Ona göre : "H er adam ın keyfine göre hareket

T E R C Ü M E SA N A TI

edilse, tercüm elerin sonu gelmezdi.” Bununla^ beraber, m ütercim ler um um i olarak sırf ter­ cüme yapm anın zevki için tercüm e yapm azlar; ekseri zaman tercüm elerinin okunm asını ister­ ler, takdir beklerler. Hiç b ir İncil m ütercim i, “Resmi Çevri” den daha büyük b ir edebî şahe­ ser yaratm ayı üm id edemez. B undan dolayı,! m odern m ütercim lerin ne başarm ak istedikleri­ ni kısaca gözden geçirmek önem lidir. Böyle b ir işe başlam adan önce evrensel,, esaslı ve tam am ıyla tabiî bir meyli hatırlayalım . Bütün insanlar m ukaddes kitaplarının biraz arkaik, isterseniz biraz eskimiş deyiniz, gün­ lük dilden hafifçe farklı, üslup ve imaj bakı­ m ından biraz esrarlı b ir dille yazılmasını te r­ cih e d e rle r.. B ütün bu insanlar "M abedin tülü ikiye ayrıldı.” sözünü onun yeni karşılığı olan "Tapm akta perde yarısına k ad ar yırtıldı.” sö­ zünden daha severek okurlar. Aşikâr olarak Resmî Çevri bu arzuyu t a t m in etm ektedir. F akat öyle görünüyor k i bir­ çok kim seler İncilin ancak günüm üzün sade,, açık diliyle yazılırsa, m anâsına anlaşılabilece­ ğine, tak d ir edilebileceğine ve harfi m anâsıyla okuyucunun karakterine sinebileceğine sam im i olarak inanıyorlar. Bu fikri kabul eden m üter­ cim ler oldukça iyi b ir İngilizce ile Resmî Çev­ riye yakın sayılabilecek b ir tercüm e yapm ak­ tan fazlasını da istem iyorlar. Düşünceleri d a-

136

T E R C Ü M E SA N A TI

ha kolay okunabilir b ir İncil m eydana getirm ek ve bu suretle okuyucularım sayısını artırm ak •olmalıdır. Bu da övülecek b ir gayedir. Başkalarının da ilmi b ir m aksadla çalış­ tıklarına şüphe yoktur. İlim ve araştırm a İncil .m etninin en eski kaynakları hakkındaki bilgile­ rim izi artırm ıştır. Eski Çevrilerde düzeltilebile­ cek yanlışların bulunduğu gittikçe daha fazla aşikâr olm aktadır. Artık anlaşılm az p asajların kalm am ası gerekir, bir zam an iki tü rlü okunan paşajların tercih edilmesi gereken şıkları belli olm uştur. Bu gibi kusurları bugün ilim azalt­ maya veya büsb ü tü n yok etmeye m uktedirdir. Hem asıl yazarların gerçekten okum am ızı is­ tediklerine çok yakın ve doğru, hem de bugün­ kü İngilizce yazıldığı için kolay okunan b ir çev­ ri verm ek m üm kündür. Yeni tashihlerin tesirlerini doğru olarak takdir edebilmek için başka yerde kullandığı­ mız okuyucuları tahlil prensipini tatb ik etm ek ve şu soruyu sorm ak faydalı olur. İnsan İncili niçin okur? O kuyucular şu gruplara ayrıla­ b ilir : (I) Papazlar ve İlahiyat öğrencileri. Bunların temel kitap vazifesini gören İncille daim a meslekî alâ­ kaları vardır. (II) İbadetleri esnasında İncili oku­ yan dindar kadın ve erkekler.

T E R C Ü M E SA N A TI

(III)

(IV)

137

Sırf kendilerini tatm in için arasıra b ir kaç satır b ir sahife ve bölüm okuyan okuyucular. Klilislerde ibadet esnasında kendi­ lerine yüksek sesle İncil okunan cem âatlerin b ü tü n üyeleri.

Birinci grup b u tartışm alara pek girmez. Çünkü profesörlerin konuları hakkında m üm ­ kün olduğu kadar çok şey bilm eleri ve b ü tü n bilginler gibi ilm in ilerleyişine ay ak uydurm a­ ları beklenir. Fakat şu gerçeklerde ortada dur­ m aktadır. İlkin, ilmi doğruluk gayreti ve çalış­ m aları, doğru ana İbranice ve Grekçe m etin­ ler olmadığı için, çok defa boşa gitm ektedir. Elindeki kaynaklar “asıl m etinler” değil, kop­ yadırlar, h attâ kopyaların, kopyalarıdır. Hep­ si de farklı, türlü derecelerde bozukturlar. Ye­ ni m ütercim birkaç bozuk kaynaktan birini seç­ m ek, birbirinden ayrılan yerlerde ya tercih ettiğini alm ak, yahut hepsini yanlış sayarak kendi tashihlerini yapm ak zorundadır. İkinci olarak, bugünkü dünyada, ilme ne kadar değer verildiği, hele işçi Partisinin ikti­ darda olduğu b ir mem lekette, onun yeri ne ol­ duğu sorulabilir. İnsan piskoposların ve başpikoposların vaaz kürsülerinden en son tercüm e­ lerin güzelliklerini yüksek sesle ilân ettiğini ve kendi bölgelerinde um um i olarak kullanılma-

138

TE R C Ü M E SA N A TI

larını tavsiye ettiklerini işitmiyor. Bununla b e­ rab er m adem ki piskoposlar m antıkî olarak esas itibariyla İlmî b ir mesleki temsil ediyorlar. Böy­ le yapsalar bilginlerin görüşlerini haklı çıkarır ve İncil m etninde ilmi doğruluğun büyük önemi olduğu fikrini desteklerdi. Dördüncü grup pek önemli değildir. Çün­ kü ellerinde kendilerine okunanlar üzerine fi­ kirlerini ifade etm ek veya ne okunm ası gerek­ tiği hakkında arzularını söylemek fırsatı yük­ tür. 1954 de m eşhur b ir okulun kilisesinde b ir deney yapıldı. Çocuklara son çevrilerden biri okunduğu zam an m ühim b ir şey ortaya çıktı. Çocukları iyi tanıyanlar bilirler ki onların içgü­ düleri esas itibariyle doğru, fikirleri büyükle­ rinki kadar değerlidir. Onlardan sekiz m üm es­ sil, arkadaşları adına, okul dergisinin sü tu n la­ rında görüşlerini b elirttiler. Yazıları m akûl ve içinde her tü rlü değişikliğe karşı gösterilen mutad düşüncesiz m uhalefet görülm üyordu. Yal­ nız itiraf etm elidir ki okul m ü d ü rü Yeni Çev­ riyi pazar günleri okutm am akla onlara yardım etm işti. Pazar günleri Resmî Çeviri yeniden okunm aya başladığı zaman herkes son derece memnundu. Bu küçük deneyin en ilgi çeken tarafı okul papazının derginin ondan sonraki nüshasında çıkan m ektubuydu. O torite mevkiindeki bu adam bu m ektubunda yeni çevrile­ rin tercih edilmesi lehinde kandırıcı tek b ir s e bep gösterem iyordu.

TE R C Ü M E SANATI

139

B undan sonra ikinci ve üçüncü gruplar kalıyor. Bunlar sayıca en fazla ve bu sebeple okuyucuların dimağ ve gönüllerine nüfuz et­ mek isteyen m ütercim için pek önem lidirler. Gerek dindar okuyucular, gerekse arada sıra­ da okuyanlar için en esaslı olay hemen hepsi­ nin kolay tesir altında kalınan çocukluk yılla­ rı zarfında Resmî Çevriyi tatm ış ve sevmiş olm alarıdır. Bunun pek büyük önemi vardır. H erkesin bildiği “annelerinin dizinin dibinde”, “ anne kucağında” gibi tabirlerin hatırlattığı şeyler bütün İncil okum alarına tesir eder. Ço­ cukların m uhafazakârlığı m alûm dur. B ütün in­ sanların değişiklikten hoşlanm adıkları da bi­ linir. M uhalefetlerinin m antıksız, sevmeyişlerinin haksız, bütün davranışlarının aksilikten ibaret olduğu önemli değildir, çünkü durum la­ rı um um idir ve beşeri ilerlem ede her tü rlü faa­ liyette hakiki b ir âmildir. Bu okuyucular yeni çevrilerden en az fay­ dalanm ası ihtim ali olanlardır. Yeni çevrileri büyük bir m erakla inceden inceye tedkik eder­ ler. Çok sayıda satın aldıkları da doğrudur. Fakat içlerinden Resmî Çevriyi bırakıp yeni çevrilere dönenlerin sayısı hiç denecek kadar azdır.

IX EĞİTİMDE TERCÜME "Bana bak, Horatius’dan tercümeme yardım edemezsin, değil mi? Horatius için mesele yokmuş, kelimeleri iste­ diği gibi sıraya koymuş. Fakat onları bizim ayıklayıp sıraya koymamız lâ­ zım. O zaman bile mâna çıkmıyor. Ha­ ni şu iddiasında haklı ve ısrarlı olan adam var. Biliyorsun kimi kasdettiğimi. Fakat "adam” daha ilk satırda "i” halinde. Bu da İngilizceye hiç uymu­ yor.” Colin, "Horatius İngilizce yaz­ mağa çalışmıyordu.” dedi. Angela Thirkell Ingilterede eğitim in gelişmesinde tercüm e sanatının önem li rol oynadığını anlam ak için uzun uzadıya bu gelişmeyi incelemeye lüzum yoktur. Önem değişmiş çeşitli devirlerde çeşitli dillere özel b ir önem verilm iştir. K endisinin tahsil görm üş sayılmasını isteyen hiç kimse yoktur ki ilim yolunda m ücadeleleri sırasında kendisinden hiç olmazsa b ir dilden, belki de iki veya üç dilden kendi diline veya kendi di­ linden b u dillere tercüm e yapm ası istenmesin.

T E R C Ü M E SA N A TI

141

Ondokuzuncu asırda Özel O kullar sistem i bütü n m em lekete yayıldığı ve devrin erkek ço­ cukları için en iyi eğitim şekli sayıldığı zaman, çalışm alarının akadem ik tarafı onlara gram er okullarından m iras kalmış ve p ro g ram lan tamamiyle klâsik tahsil verecek şekilde ayarlan­ m ıştı. Benim iyi tanıdığım b ir okulun progra­ m ı kurucusu tarafından 1597 de yapılmıştı. Program da Çiçeron, Sallustius, Sezar, Virjil, 0vidius, H oraîius ve Seneca vardı. Hemen he m en üçyüz sene sonra aynı okulda geçen gün­ lerini hatırlayan b ir yazar : "Biz okul içinde ve dışında, yatakta ve m atem atik derslerinde Lâtince ve Grekçe şiirlerle uğraşıyorduk.” di­ yor. Bu çeşit b ir eğitim in dar b ir eğitim gibi göründüğünü inkâr etm ek beyhudedir; aynı zam anda bu tahsili gören kim selerin başarıla­ rından anlaşılacağı üzere, daha sonraki yıllarda em saline rastlanm ayan neticelerini inkâr etm ek de im kânsızdır. Bu eğitim m üstakil b ir düşün­ m e kuvveti verdiği gibi bugün elektronik tek nisyenleri ve seçme okul m ahsulleri arasında bile görülm eyen kültü rlü ve sağlam muhakemeli insanlar yetiştirm işti. Fakat asrın sonlarına doğru bu eğitimi ge­ nişletm e ameliyesi başladı. Demin adı geçen okula, ilk fen fakültesi m ezunu öğretm en 1894 de tâyin olundu. Modern dil okutanlar zaten on yıldan beri vardı, fakat bu dersleri ciddiye

142

TER C Ü M E SA N A TI

alan öğrencilerin sayısı azdı. Birkaç acayip o kul (ki buralarda m atem atiği sevmiyen çocukla­ rın tavşan yetiştirm elerine m üsade olunuyor­ du) m üstesna, esas itibariyle Birinci Dünya Sa­ vaşm a k ad ar d u ru m bu idi. Bu sıralarda sıkı klâsik m etod ve onunla birlikte giden disiplinli yetiştirm enin pek âlâ klâsik olmayan çalışm ala­ rın da vasfı olabileceği eğitim uzm anlarınca anlaşıldı. Fen adam ları b ir m üddetten beri açık düşünüş ve doğru uygulam a bakım ından iyi bir eğitim verdiklerini iddia ediyorlardı. Şimdi de yaşayan diller profesörleri aynı iddiayı daha kuvvetle ileri sürüyorlar. Objektif olarak düşünüldüğü zaman, ge­ rek fen adam larının, gerek dilcilerin kanaatle­ ri esas itibariyle doğrudur. Çünkü klâsik eği­ tim in her çocuk için en iyi b ir eğitim olduğuna dair m ünakaşa götürm ez b ir sebep yoktur ve olamaz. En yüksek zekâlar için en iyi tip eği­ tim olabilir ve öyledir; fak at bu sebeple o rta derecede zekâlılar için en iyi tip eğitim olm a­ sı gerekmez ve değildir. Bu şekilde m uhakem e eden m odern dilci­ ler son b ir iki nesil boyunca kendilerini ve ko­ nularını daha ciddiye aldılar. Kendilerine ve tetkiklerinin değerine daha büyük b ir güven ve sağlam b ir im anla çalıştıklarını söylemek doğ­ ru olur. Oxford veya Cam bridge’de yaşayan d il­ ler burslarını kazanan çocuklara a rtık anlaşıl-

TE R C Ü M E SA N A TI

143

maz sebeplerden dolayı klâsikleri terketm iş gözüyle bakılmıyor, aksine akıllılık ederek gay­ retlerini yeni b ir sahaya yöneltmiş gözüyle ba­ kılıyor. R. L. Ritchie ile J. M. Moore’un m eşhur “Fransızcadan Tercüm e” ve “Fransızca Kom­ pozisyon E lkitabı” eserleri "m odern” diyebi­ leceğimiz ilmi araştırm anın ilk ve en başarılı m ahsulleridir. O nların işi aşikâr gibi götürm ek­ le beraber kolay değildi. İlkin klâsik eğitim de­ ki değerli unsurları tecrid etm ek, çıkardıkları prensipleri Fransızcaya (neticede, Almanca ve Ispanyolcaya) uygulayarak okuyucuları m odern dillerin herhangi b ir eski dil k ad ar iyi b ir eği­ tim vasıtası yapılabileceğine ikna etm ektir. Bu yazarların ortaya attığı çok enterasan fikirler arasında şunlar göze çarpıyor : "B ütün dil öğretim inin esas tem ellerinden biri en küçük teferru ata k ad ar doğruluk dersi­ dir. Bunu herhangi b ir dilden yapılan dikkatli b ir tercüm enin öğretm esi gerekir.” “Fransızcadan tercüm e Lâtinceden tercü­ me k ad ar zordur. Güçlükler başka çeşittir ve o k adar sık rastlanm azlar. Fakat aynı derecede korkunçturlar. Fransızcadan tercüm enin -güç­ lüğü teferru ata ait b ir güçlüktür, fakat teferru­ a t önemli olduğu k ad ar kolay kaybolan b ir şeydir... Lâtincenin asıl güçlüğü İngilizceden

144

T K H C Ü M E SA N A TI

uzak oluşunda Fransızcanm ki sinsi benzerliğindedir.” “ ...Fransızcadan tercümede tam doğrulu­ ğun İngilizce üslûp zarafetiyle uzlaşabileceği­ ne, gerçekten en yüksek şeklinde doğruluk için, İngiliz edebiyatını geniş ölçüde okuyarak takviye edilmiş, ince edebî b ir zevk gerektiği­ ne inanıyoruz." Dil öğretim inin neticeleri üzerindeki um u­ mi anlaşm a tercüm e konusunda yazılanların çoğu ile hoş b ir tezad teşkil eder. Biraz başka b ir m âna kasdederek, evvelce söylediğimiz gi­ bi, b ir tercüm eden en fazla faydalanan kim se m ütercim dir. Çok tek rarla b u fayda yıllarca sürdüğü zam an, m ütercim in kendi dilini kulla­ nışı üzerindeki etkisi pek büyüktür. Bu fikri destekleyen birçok m eşhur m isal­ ler vardır. Fransız nesrinin açıklık ve keskinli­ ği Lord M acaulay'nin ve daha sonra J. E. Agate'in İngilizcesinde ve H einrich H eine'nin Alm ancasm da görülür. B unların hepsi Fransızcaya âşık yazarlardı. Klâsikleri inceden inceye tetkik ederek onları benliklerine sindirm işler­ di. Kendi İngilizce üslûplarının karakterini bu olaya borçlu olan yazarlar bu k ad ar değildir. Meselâ, Byron, Gray, Milton, Shelley ve Tennyson klâsik gelenek iliklerine işlemiş olan beş büyük İngiliz yazarının adlarıdır.

T E H C Ü M E SA N A TI

145

Edebiyat tahsilinin değerli b ir eğitim un­ suru olarak söz götürm ez üstünlüğünü izahı güç değildir. İnsanla diğer hayvanlar arasındaki fark insanın soyut düşünm e k u d reti ve rasyonel konuşm asıdır. Bu sebeple insanları eğitirken başka insanların düşünceleri ve sözleri muaz­ zam b ir önemi haizdir. Tercüme ile uğraşanla­ ra bundan evelki bölüm lerde lüzum lu olduğu­ nu söylediğimiz üç suali nasıl cevaplandıracak­ ları gösterilm elidir? Ne söylüyor? Cevap amamus (seviyoruz) ile amamur (seviliyoruz) ara­ sındaki dirait ile disait arasındaki, drucken ile drüsken arasındaki farkı bilmeği gerektirir. Ne dem ek istiyor? Cevap plume'ü "kalem ” ile "tü y ” olarak çevirme arasında b ir seçim yapm ak ih ti­ yacını ortaya koyar. Nasıl söylüyor? Cevap yazarın üslûbunun m ahiyetini anlam a ve onvt diğer b ir dilde verme k u d retin i anlatır. H er şeyi hesaba katarsak, bunun toplam ı pek büyük olur. Bu da kitabım ızın başka b ir yerinde ileri sürdüğüm üz fikrin tamamiyle hak­ lı olduğunu gösterir. Gerçekten tercüm e zah­ metli, çok emek isteyen b ir iştir. M ümkün ol­ duğu kadar iyi yapılırsa, çok zam an alır. Dil öğrencilerine im tihanlarında, kaide ola­ rak, tercüm elerini yapm ak ve yazmak için pek uzun zaman verilmez. Çok defa "hazırlanm a­ mış tercüm e” başlığı altında, üzerinde b iri m an­ zum, diğerleri m ensur iki veya üç parça bulu­ nan b ir kâğıt verilir ve bunları b ir buçuk, iki

146

T E R C Ü M E SA N A TI

saat içinde tercüm e etm eleri istenir. Şimdi aday böyle b ir parçayı alınca b ir göz gezdirir veya onbeş, yirm i dak ik a içinde "oldukça doğru”, veya "mümeyizleri tatm in edecek” b ir çevri or­ taya koyabilir, fak at aynı zam anda h er bakım ­ dan m ükemmel b ir çevri yapamaz. Bunun b ir neticesi m üm eyizlerin daim a tercüm e seviyesi­ nin çok düşük olm asından şikâyetleri olmuş­ tu r. Şüphe yoktur ki, Dryden veya Postgate’in ölçülerine göre hüküm verilirse, okul veya üni­ versite öğrencileri belki o rta b ir çeviri ortaya koyarlar, fak at böyle b ir şey kabul edildiği za­ m an unutm am alıdır ki, ilkin, m ütercim ler öğ­ rencidirler; söz konusu olan dili hâlâ öğrenmek­ tedirler. Mümeyizler gibi yirmi beş yıldan beri meslekleri icabı onu okuyup yazm am aktadır­ lar. Sonra u sta b ir m ütercim in parlak tercü­ m esini yapabilm ek için gerekli olduğu kadar kendi dillerini henüz bilm em ektedirler. İm tihanlarda genel o larak adaylara daha iyi tercüm e yapm aya vakit b ulsunlar diye hiç görm edikleri kısa b ir parça verm ek doğru de­ ğildir. Kısmen şu sebepten ki im tihan esas ter­ cüm enin yüksek derecelerinden biri için yapıl­ m am aktadır. Kısmen de şu sebepten ki zayıf adaylar b ir kaç dakika içinde b ir tercüm e ya­ p a rla r, so n ra bu iş üzerinde ne k ad ar uzun m üddet uğraşırlarsa uğraşsınlar, dah a başka­ sını veya d ah a iyisini yapam azlar.

TE R C Ü M E SANATI

147

Bunun için, görünüşe göre, müm eyizlerin tercüm ede o rta b ir seviyeyi kabule devam et­ m eleri gerekm ektedir. Fakat burs ve daha yük­ sek im tihan adaylarına gerçekten kısa b ir p a r­ ça vererek onlardan b ir kelime kelime, b ir ser­ best, b ir edebî tercüm e istenirse, aynı zam an­ da aralarındaki fark lar üzerine kendi mütalaâlarını beyan etm eleri söylenirse, pek enteresan neticeler alınabilir. Çok defa belirli b ir L âtin­ ce veya Fransızca parçanın yalnız b ir karşılığı olduğunu ve en yüksek not alacak adayın b u m efruz ideale en yakın çevri ortaya koyan b iri olması gerektiğini düşünm eğe fazla hazır değil miyiz? Nihayet Dr. H. M. B utler, Tennyson’u n "Crossing the B ar” adlı şiirinin Lâtince ve Yunancaya m anzum olarak yirm i b irer çeşit ter­ cümesini yapm ıştır. Dil öğrenm enin eğitimsel değeri öğrenci­ nin en az üç dili aynı zam anda öğrenm ek kabi­ liyetine bağlıdır. Lâtince öğrenmek, cebir ve geom etrideki m antıki ta k d ir edem iyenlerin ço­ ğu için, m an tık î düşünm eğe hazırlam a bakım ın­ dan harikulâde b ir eğitim dir. Fakat tek dil ola­ rak öğreniliyorsa, dil öğrenim inden elde edile­ cek değerin pek büyük b ir kısm ı yok olur. Bu­ gün o rta okul ve liselerdeki pek çok erkek ve kız öğrenciler Fransızca okuyorlar. B unların üzüntü verecek kad ar büyük b ir kısm ı onu pek güç buluyor. Hiç şüphe yok ki Fransızcayı güç bulanların çoğu hiç Lâtince öğrenm em iş olan-

148

T E R C Ü M E SA N A TI

lardır. Bunlar, eğer söylemek istediğim i açıkça anlatabiliyorsam , Fransızcayı b ir dil değil, b ir ders saymağa başlıyorlar. Fransızca, Lâtince ve Almancayı, veya Fransızca, Lâtince ve İspanyolcayı birlikte öğrenen b ir erkek veya b ir kız çocuk aynı hatayı işlemek tehlikesine düşmez. Acaba "Yabancı diller" adı altında, eğer bu bizim im tihan heyetlerimiz için yeter dere­ cede şatafatlı değilse, “Umumi Len gistik” adı altında b ir im tihan ihdas etm ek m üm kün olacakm ıdır? U zm anların ne gibi itirazları olaca­ ğını bilm iyorum , — Şüphesiz ki pek çok ola­ cak tır — fakat tecrübenin pek enteresan, bel­ ki değerli olacağını sanıyorum . Böyle b ir teşebbüsü haklı gösterebilecek b ir analaoji de vardır. Fen adam ları b ir m üd­ detten beri yalnız kim ya veya fizik okum anın ¡mahzurlarını sezdiler ve gittikçe arta n b ir ba­ şarı ile "Genel Fen Dersleri" diye bilinen b ir öğretim ve im tihan sistemi geliştirdiler. Bu ayrı fen kollarında ilerleyecek o lanlara b ir başlan­ gıç olacak, yahut ta fen adam ı olmayan m odern b ir yurttaşın zihnî cihazlanmasının lüzumlu bir u n surunu teşkil edecektir. Gerçekten de doğru b ir şekilde uygulanırsa bu gaye elde edilm ekte­ dir. Teklif ettiğimiz “Genel Lengistik” diller için "Genel Fen D erslerim in fen konuları için yap­ tığını yapabilir. İlâve olarak, fen adam larının fen dilinde kullanılan kelimeleri hatırlam asına,

T E R C Ü M E SA N A TI

149

anlam asına, h attâ im lâları doğru yazm alarına yardım edebilir. "B ir çocuk d ö rt sene Lâtince veya Fransızca okuduğu halde b irin i okuyam a­ dığı gibi ötekini de konuşam ıyor.” diyen m ü­ nekkidi susturabilir. H attâ program ı eğitim in hakiki gayesi olan düşünm e kudretini tenbih edecek şekilde tertip edilebilir. Bugün Londra Ü niversitesi Lise mezunu olacak adaylara o rta seviye için altm ış bir, ile­ ri seviye için yirm i yedi, burs seviyesi için sekiz dil arasında b ir seçim yapm ak hakkını tan ı­ m aktadır. B urada kâfi genişlikte b ir konu için kâfi malzeme vardır.

X

TERCÜME AMELİYESİ "Siz sahiden aslının böyle olduğunu sanıyorsanız, onda ne gördünüz ki ter­ cüme edilmeye lâyık olduğunu düşün­ dünüz." Robert Bridges H erhangi b ir sanat üzerinde çalışan kim ­ seye üstad lard an ders alm ası; yapabilirse, uz­ m anların nasıl b aşarı elde ettiklerini inceleme­ si tavsiye olunur. Bu suretle onun çalışm aları­ nı aynı yollar boyunca yöneteceği sanılır. Bu tavsiye, m ütercim e yapıldığı zaman herhangi b ir yaratıcı faaliyet şeklinde olduğu kadar doğ­ rudur. Tercüme üzerinde tartışırk en dorudur, çünkü başka başka yazarlar tarafından çevril­ miş b ir pasaj bulm ak, onların yaptığı farklı çevrileri m ukayese etm ek, m üm kün olan yerde ayrılıklarının sebeplerini tâyin etm ek kolaydır. Bunu yapm ak edebî b ir idm andır ki ter­ cüm e ile uğraşan herkesin m utlaka hoşuna gi­ der. Bir özel defter alıp içine önce seçilen pa­ sajın aslını, sonra m uhtelif yazarların onun üzerine yaptıkları b ü tün yorum ların ve notla­ rın b ir özetini yazmak, sonra onun kendisi ta-

T E R C Ü M E SA N A TI

151

rafından yapılan b ir kelime kelime ve b ir ede­ bî tercüm esini, en sonunda onun yayımlanmış bütü n tercüm elerini verm ek b ü tü n bu n lar b ir deneme ve küçük ölçüde, herkesin zevk alaca­ ğı, b ir eğitim olur. Bu başkası tarafından yapılırsa veya kıs­ men yapılırsa, m utlaka cazibesinin çoğunu kay­ beder, çünkü seçilen pasaj seçen yazarın hoşu­ na gittiği kadar okuyucunun hoşuna gitmeye bilir. Aynı zam anda çeşitli çevrileri bulm ak, okumak, içine sindirm ek zevki de kaybolm uş­ tur. Bu bölüm ün zaruri olarak kısa olacağını kabul ederek şim di fikrimizi aydınlatm aya ça­ lışacağız. Asıl m etnin seçimi tabiî tam am ıyla şahsî b ir iştir. B urada seçilmiş olan H oratius'un hak­ kı, lirik şairler arasındaki ü stü n mevkii dolayısiyle kuvvetlidir. B ütün şairler arasında Horatius m ütercim lere en fazla meydan okuyan şairdir. M ütercim ler onu tercüm e etm enin im­ kânsızlığını açıkça kabul ederler. S ir Ronald S to rr’un dikkate değer "H oratius'u yenmenin yalın üm itsizliği” ibaresi meseleyi kesin olarak halletm eye yeter. Bununla beraber, insanın özel b ir şiiri niçin seçtiğini izah daha da zor­ dur. Ben de uzaklarda dolaşırken Lalage’sini düşünen, tehlikeye aldırm ayan, şen, geveze sev­ gilisinin anlatılm az sevgisine güvenen şairin hayalinin cazibesine neden kendim i k ap tırd ı­ ğım ın sebeplerini izaha çalışacağım.

152

TER C Ü M E SANATI

H oritius’un Birinci K itabında 22 sayılı car­ m en (şiir) şöyle b aşlar :

Integer vitae secelerisque purus non eget Mauris iaculis ñeque arcu. Bu şiir altı kıtadan ib a re ttir ve H o ratiu s’un arkadaşı Fuscus’a hitaben yazılm ıştır. Bun­ da şair dürüst ve suçsuz adam ın nerede olursa olsun, silâhlara ihtiyacı olm adığını söyler. Bu iddiasını ispat için b ir zam anlar çiftliğinden uzak b ir bölgede dolaşırken önünden kocam an b ir kurdun kaçtığını hatırlar. Sonra konusunu değiştirerek buz gibi soğuk havada olsun, ya­ kıcı sıcak altında olsun, sevgili Lalage’sini ak­ lından çıkaram adığını söyler. Bu son fikir beşinci ve altıncı kıtada ifade edilm iştir ve bunlar bizim m aksadım ıza kâfi gelecektir.

Pone me pigris ubi nulla campis arbor aestiva recreatur aura, quod latus mundi nebulae malusque Iuppiter urget; Pone sup curru nimium propinqui solis in terra domibus negata : dulce ridentem, Lalagen amabo, dulce loquentem. Evelce karar verdiğimiz üzere, bunu tercü­ me etmek için ilk yapılacak şey H oratius’un

TER C Ü M E SA G A TI

153

ne dediğini tesbit etm ektir. Nasıl söylediği meselesi bekleyebilir. Şiirin nesir olarak tercü­ m esinin fonksiyonunu da tâyin etm iştik. O bi­ ze Lâtince cüm lelerin nasıl kurulduğunu göste­ re n b ir kılâvuz olacaktı. Belki hiçbir zam an b u ndan fazla b ir şey olamaz. Fakat böyle bile olsa, ilkte elzem dir. Bu sebeple, beşinci sınıf­ taki b ir çocuğun yaptığı gibi, kelime kelime tercüm esine başlayacağız : Pone me, Koyun beni; pigris campis, ve­ rimsiz ovalara; ubi nulla arbor, ki orada hiçbirağaç; recreatur, yeniden canlanmaz; aestiva au­ ra, yaz rüzgârıyla; latus mundi, dünyanın bir ta­ rafı; quod nebulae, ki bulatlar; m alusque luppiter, ve fena havalar (Jüpiter); urget, sıkıntı verir; pone, koyun; sub curru solis, güneşin ara­ bası altına; nim ium propinqui, çok yakın; in terra, bir yere; negata, inkâr edilmiş; domibus, evlere; dulce ridentem , tatlı gülen; dulce loquentem, tatlı konuşan; Lalagen, Lalagen’i; amabo, seveceğim; Bunu iyileştirm enin ilk yolu bazı kelime­ lerin karşılıkları üzerinde dikkatle düşünm ek­ tir. Bu parçada en az altı kelim e vardır ki en yakın karşılıklarının ne olduğu biraz şüpheli­ dir. Tam olarak karşılıklarını bulm ak için dü şünm ek lâzımdır. Bu kelimeler şunlardır :

pigris recreatur

nebulae malus

domibus nagata

TE R C Ü M E SANATI

154

(i) Piger iki m ânaya gelir. Şahıslar h a k ­ kında gönülsüz, istemeyerek, m ânasındadır; şeyler hakkında, verimsiz, kısır veya akım m a­ nasına gelir. Bu parçada, zannederim, kısır veya verimsiz, olarak çevrilmesi iyi olur. (ii) R ecreatur, yeniden yaratılm ış, yeni­ den uyanm ış, yahut, yeniden hayat ve harekete getirilm iş, kım ıldam ış, dem ektir. Zannederim,, yeniden canlanış veya kımıldanış, diğerlerin­ den daha iyi m ânayı ifade eder. (iii) Nebulae sis veya pu stu r. Bu şiirin m ü­ tercim leri çok def a b u lu t sözünü kullanırlar. F a ­ kat b ulut bazı lûgatlarda karşılık olarak veril­ m em iştir. B ulutlar çok defa güzel ve heybetli­ dir, nebula bu intibaı uyandırm az. (iv) Malus esas itibarıyla fena, kötü, zarar­ lı, tahribkâr m ânasına gelir. Bu kelim eler lupp iter (gök, sema) hakkına pek uygun düşmez­ ler. Düşman, garazkâr Jüpiter, m ânayı daha iyi verir. (v) Domibus, evlere. Kelime dativus halin­ dedir ve negata kelimesine bağlıdır. (vı) Negata - nego’nun iki m ânası v ard ır r

“Hayır derim,” yahut "inkar ederim,” ikinci olarak, "reddederim, yahut kabul etmem”. Ev gibi b ir kelimeyi tavsif ettiği zam an iyi b ir karşılığını bulm ak kolay değildir. “Evlere h a y ır demiş, evlere inkâr edilm iş” çok kötü tercüm e­

TE R C Ü M E SA N A TI

155

lerdir. Bunun için “evler bulunm ayan yere’' şeklinde çevrilebilir. Bu fikirleri ifade ettikten sonra bunları uygulam ak ve bu fikirleri ihtiva eden m ensur b ir tercüm e m eydana getirm ek m antıkî olur :

Beni hiçbir ağacın yaz rüzgârıyla kımılda­ madığı (canlanmadığı) kısır ovalara, sisler ve berbat bir gök (garazkar bir s£mâ) altında inle­ yen bir yere koyunuz; beni yakıcı güneş altına, evlerin bulunmadığı bir bölgeye koyunuz. Ben yine tatlı gülümseyen, tatlı konuşan Lalage’yi severim. Bunun şiir denecek tarafı olmadığı aşikâr­ dır. Zaten şiir olacağı veya bu tesiri yaratm ası da düşünülm em iştir. İlk göze çarpan tarafı uzunluğudur. H oratius’un sekiz m ısrasında otuz üç kelime vardır. B unlar H o ratiu s'u n şiirinde­ k i güzelliğin ilk ve belki en tipik sebebini, yâ­ ni, harikulade kelime ekonom isini gösterirler. •Şiirinin kabul edilebilecek b ir çevrisini yapar­ ken karşılaşılan hem en hem en en büyük güç­ lük üslûbundaki özlülüğü verebilm ektir. Bunlar onun diğer büyük b ir cazibesini de gösterm ektedir : m ısralar öyle k u ru lm u ştu r ki içlerindeki kelim elerin herbiri konuldukları yer­ lere tam m anasıyla uygun düşm üşlerdir. Bu Ho­ ra tiu s ’un o kadar tipik b ir tarafıd ır ki onu tere uüm ede vermeğe çalışm ak S to rr’un “yalın im-

156

T E R C Ü M E SA N A TI

kânsızlığı” nın mânasını tecrübe ile öğrenmek dem ektir. Y ukarıda verdiğimiz m ensur çevride otuz altı (İngilizcesinde elli iki) kelime vardır. Geniş bir okuyucu kitlesi tarafından tanınan diğer dört m ensur çevride m ütercim lerin kul­ landıkları kelim elerin sayısı 56, 54, 54 ve 66, d ır..... Fakat nasıl yapılırsa yapılsın, H oratius’un b ir şiiri hiçbir zam an m ensur b ir tercüm e ile kolay anlatılamaz. Başka m anzum tercümecilerin gayretlerini gözden geçirmek gerekir. Y ıllardan beri bilinen b ir çeviri Roscomm on'un (1633 - 88) tercüm esidir. Çünkü son iki m ısraın m ânasını tam am ıyla değiştirdiği için W odhouselee’nin haklı tenkidine uğram ıştır. O bize şu m ısraları sunuyor?

The burning zone, the frozen isles, Shall hear me sing of Celia’s smiles: All cold, but in her breast, 1 will despise. And dare all heat, but that in Celia’s eyes. Diğerleri ki sayıları çoktur, üç gruba ayrı­ lır. İlkin Roscomm on’un ağır suçlarını işlem e­ mekle beraber, H oratius’un havasında pek uzak­ laştıkları için iyi m ütercim ler olarak övülme­ ye lâyık olm ayanlar vardır. Edw ard M arsh (1941).

TE R C Ü M E SA N A TI

157

Where charioting too near the sultry beach The sun by noonday shrivels roof and rafter — Still were I thrall to Lalağe’s sweet laughter And sweeter speech. — yahut Sir Français Walsingham (1821) Place me where not a roof can rise So neighbouring Phoebus fires the skies — Thy cheek of smiles, sweet Lalage, Thy lip of love, my joy shall be. — diye yazarlarken ancak kendi şiilerini yazmış­ lardır. H oratius’la ancak uzak akrabalıkları vardır. Diğer iki grup vezin bakım ından ayrılırlar. H oratius'uıı bu şiirinde kullandığı vezin saphic’dir : İlk iiç m isra | U — U | — U |U — [ — Dördüncü m ısra | U — ] U U — | İngilizcede bu veznin veya ona benzeyen b ir veznin kullanılm am ası için aşikâr b ir se­ bep yoktur. Diğer ta ra fta n son m ütercim ler gurubu daha alışık olduğum uz b ir tip kıta seç­ m işlerdir ve beyitler ve d ö rtlü k ler şeklinde yazm ışlardır. H er kıtada ilk üç m ısraı kafiyeli -olan İngiliz saphic veznini kabul edenler ter-

J58

TE R C Ü M E SA N A TI

cüm enin m üm kün olduğu kadar orijinal ritm i verm esini isteyen okula m ensupturlar. Diğerleri aslına dayanan, belki ona benzeyen fakat tanı­ nabilecek kadar farklı b ir şiirden daha fazla­ sına teşebbüs etm eyenlerdir. Birinci grup ta A. S. Aylen (1896), Lord Dunsany (1947), S ir Thodore M artin (1888) ve W. F. Thornton (1888) vardır. Bunların hepsi H o ratiu s’un asıl m ânasından çok ayrılm ışlar­ dır. Kafiyeli beyitler ve rubailer yazarları için­ de J. Conington (1880), W. H. Cudvvorth (1917), W. E Gladstone (1895) ve H. B. Mayor (1934) vardır. B unlar da aynı güçlüklerle karşılaşm ış ve aynı m ağlubiyete uğram ışlardır. Bu şiiri nazmen tercüm eye çok ilgi çeken iki teşebbüs W. H. Cudvvorth ile Lord Lytton (1872) tarafından yapılanlardır. Cudvvorth’ün tercüm esi Postgate’in dikka­ tini çekm işti. Ona göre m ütercim in kullandığı vezin, üç iambic pentam eter ve bir iambic trim eter, Lâtincesinin 38 hecesine karşılık İngi­ lizcesinde 36 hece verm ektedir. Cudvvorth bu­ nun İngilizcenin üstün kısalığını açık olarak gösterdiğini söylüyordu. F akat Postgate buna itiraz etm iş, haklı olarak H oratius’u tercüm e ederken fazla kelimeye lüzum olm adığını, b ir saphic tercüm esinde yalnız yirm ibeş hecenin kâfi geleceğini söylem iştir. Bunun nasıl yapıla-

TE R C Ü M E SA N A TI

159

■cağını söylemiyor, am a Cudvvorth’ün son iki m ısraı pek kısa ve özlü değildir :

Yet ever I for Lalage will yearn Sweet smiling, prattling sweet — L ytton’un tecrüm esinde klâsik veznin ahen­ gini verm ek için büyük b ir gayret sarfedilm iş ve kafiyeden de vazgeçilmiştir. Son m ısraı şöyJed ir :

Place me lone where the earth is denied to mans’a dwelling, All so near to its breast glows the car of the day god; And I still should love Lalage, her the sweet - smiling, Her the sweet talking. B urada kırk dört hece v ard ır ve Postgat e ’in istediği yirmi'beş heceden çok fazladır. Fakat bir bütün olarak alırsak onun hayran olunacak bir tercüm e olduğunu görürüz. Çün­ kü hem aslının m anâsını vermiş, hem de oku­ yucunun zihninde onun Lâtince b ir şiirin ter­ cümesi olduğu gerçeğini devamlı olarak m uha­ faza etm iştir. Alacağımız son İngilizce tercüme Vinci Bö­ lüm de geçen, m odern rriensur şiir veya şairane nesrin geleneksel nesir ve geleneksel şiire has olan m ahzurlardan kurtulm ak fırsatını veren prensipi tatb ik eder..B u ilgi çekici ve pek de haşarısız sayılmayacak b ir d en em ed ir: .

TERCÜM E

160

SA N A TI

Put me on barren plains With no trees reviving in breezes of summer,. A part of the world by mists And a malicious sky oppressed; Put me below the too close chariot of the Sun, In a land for homes unfit, And sweetly smiling, sweetly chattering Lalage I shall love. Evelyn Lambart (1955), N ihayet unutulm am alıdır ki H om eros’un tercüm eleri üzerinde (konuşurken H om eros’un ruhunu Almanca tercüm ede vermek im kânını işaret etm iştik. H oratius'u incelerken b urada aym çareye baş vurm azsak incelememiz yarım kalır. Sonra aynı güçlükler karşısında başka m illetlerin yazarlarının neler yapmış oldukla­ rını görmek enteresan olur.

V.

H undhausen son m ısraları şöyle çevir­

m iştir :

leh liebe meine Plauderfee Die wundersüsse Lalage Und kann den Frohsinn wahren In Not und m Gefahren. Bu üslûp bakım ından H oratius intibaını vermediği gibi H oratius'un kelim elerinden de

TER C Ü M E SANATI

161

çok ayrılm ıştır. B ununla beraber, kısa ve kıv­ rak ve bu bakım dan Gabriel Gustave de Wailly'nin 1878 de yaptığı uzun çevriden pek farklıdır:

Que sa haine me jette en ces deserts affreux Du diue de la lumière inhabitable empire Ou ses coursiers ardents vomissent tous leurs feux; Lalage au doux parler, Lalage au doux sourire, De mon coeur remplira le voeux? Bu iki örnekten İngiliz m ütercim lerinin Fransız veya Alm anlardan öğrenecekleri b ir şey olmadığı neticesine varm ak tabii olur. Fa­ kat böyle bir kan aati böyle zayıf b ir delil üze­ rine istinad ettirm ek doğru olmaz. 1883 de le Comte de Seignier tarafından yapılan başka b ir tercüm e şudur :

Mets moi sur le sol qui semble interdire Le char du soleil trop bas dirigé : Partout j ’amerai la voix, le sourire Si doux... de Lalage. Bu üç örnek H oratius’un en çok tanınan tercüm eleri arasındadır, fakat hiçbiri daha ileri bir araştırm aya teşvik edecek m ahiyette değil­

162

TE R C Ü M E SA N A TI

dir. Almancanm H om eros’u tercüm e için bazı üstünlükleri olduğu doğru olabilir, fakat ona karşılık Ingiliz dilinin de H o ratiu s’u tercüm e bakım ından üstünlükleri olduğu in k â r edile-

XI

İLMÎ VE TEKNİK TERCÜME "Bir fen adamı nadiren edip olarak se­ lâmlanır. Fakat onun daima kendi ih­ tisası dahilindeki Fransızca, Almanca, Rusça veya Norveçce en son eseri oku­ yabildiği farzedilir.” The Language of Science. Yukarıya aldığımız sözlerden de anlaşılır ki İlmî ve fennî kitapların tercüm eleri başka çeşit kitapların tercüm elerinden daha az yapı­ lır ve yayınlanır. Maddî olaylar bilgisine daya­ nan ilmin temel ilkeleri daim a h er m illetten insanlar arasında serbestçe m übadele edilegelmesidir. Yalnız son zam anlarda medeniye­ tin ilerlemesi atom un parçalanışı üzerindeki bilgiyi paylaşıp paylaşm am ak hususunda on­ ları tereddüde düşürm üştür. Bu yüzden İlmî b ir kitap yazmak için gereken veriler daim a m üellifin kendi m em leketinde ve kendi dilin­ de bulunur ve tabii olarak o da onlardan faydalanır. Bilgin k itab ın ı kendi y urttaşları için yazar, halbuki birkaç yüz mil uzaktaki başka b ir 'bilgin aynı ko n u veya hem en hemen aynı konu üzerinde buna benzer b ir kitabı ihtim al

TERCÜM E

SA N A TI

başka okuyucular için başka b ir dilde yazm ak­ tadır. Belki de yıllardan beri birbirleriyle m ek­ tuplaşm ış olan h er iki yazar, yalnız en iyi ke­ şif ve fikirlerle ilgili olan fen uzm anlarının nor­ mal olarak bilgilerini kitaplardan değil, ilmi dergilerde yayınlanan m akalelerden elde etmesi olayından faydalanırlar. B ütün m eşhur dergi­ ler yayınladıkları h er m akalenin birkaç ayrıbasım m ı yazarına gönderirler, yazar d a bunları konu ile ilgili m eslektaşlarına dağıtır. Netice. de fen adam ının karşılaştığı dil engeli on, yir­ mi veya belki altm ış sahifelik b ir iştir. Böyle nisbeten küçük b ir b ro şü rü öğrenmek koca­ man b ir cildle uğraşm aktan çok daha farklı-dır. Üstelik, az yaygın dillerden biriyle basıl­ mış olan m akale ile birlikte çok defa Ingiliz- ce, Fransızca, veya Almanca b ir özet verilm iştir. Birçok ilim adam ları bundan fazlasını istemez­ ler. isteseler de pek az fazlasını isterler. Öyle ise şunu sorabiliriz. Eğer buradaki iyimserliğimiz haklı ise, niçin tercüm ede ilim konusu kendi başına b ir bölüm alacak kadar değerli görülm üştür? B unun için dört sebep vardır. İlkin, ilm i eserlerin tercüm eleri, sayı h a­ lam ın d an edebi eserlerin tercüm eleriyle kıyas edilmem ekle beraber, tercüm e sahasının ol.dukça büyük b ir köşesini işgal ederler. Bugün

TER CÜ M E SA N A TI

165:

ihm al edilemeyecek olan bu köşe gittikçe a r­ tan b ir hızla önem kazanm aktadır, ilm in hâ­ kim olduğu m odern dünyada bilgiyi yaymanın pek önemli b ir mevkii olması ve birçok ilmi yazarların dikkatini çekmesi gerekir. H er çe­ şit tercümeyi gözden geçirmeyi hedef tutan b ir kitap ilme lâyık olduğu değeri ve yeri ver­ m ek zorundadır. İkinci olarak İlmî eserlerin tercüm esinde konu çok önemli, üslûp ise üzerinde düşünm e­ ye değmeyecek k ad ar önemsizdir. Belki konu ile üslûbun nisbî kıym etleri birbiriyle tersi­ ne orantılı ıbir serinin son terim ini teşkil eder. Nihayet H oratius'un lirik şiirinde olduğu gibi üslûp konuya çok üstün b ir hale gelir. Üçüncü olarak, İlmî eserlerin tercüm esi bize m ütercim in aslın konusu hakkında bilgi sahibi olm ası lüzum unu son derece iyi gös­ terir D ördüncü olarak, ilim ve fen terim lerinin öyle tipik tarafları v ard ır ki İlmî eserlerin ter­ cümesine başka yerde güç bulunacak b ir özel­ lik verirler. B urada ilm in m odern hayattaki yerini ve­ ya m odern yaşam ada fen bilgisinin önemini tartışacak değiliz; bu n lar yıllar değil, a y la r geçtikçe daha aşikâr oluyor. M ütercim in işiy­ le bunların fazla b ir ilgisi yoktur. Bu sebepleyukarıda adları geçen dört sebepten ilkini ge-

‘1 6 6

T E R C Ü M E SANATI

•çeceğiz ve dikkatim izi diğerleri üzerinde top­ layacağız. İlm î b ir kitab ın m uhtevası m üşahede ve tercübe ile keşfedilen, farazi olarak tartışılıp daha da ileri tercübelerle denenen olaylar üze­ rine kurulm uştur. Okuyucusu bu olayları öğ­ renm ek tercübeleri taki'betmek ve faraziyeleri değerlendirm ekle ilgilenir; yazarın üslûbu ile ya hiç ilgilenmez veya pek az ilgilenir. Yani o açık ifade edildiği için okuduğu şeyi kolay anlayabilir veya çok defa belki m uğlak b ir dille yazıldığı için zor anlayabilir, :fakat o İlmî kitabı hissî b ir zevk için okumaz. Zihnî b ir zevk duyabilir fakat bu R uskin’i veya Sw inburne’ü okum aktan duyulan zevkten ayrı b ir cinstir. Neticede pek nadiren İlmî b ir kitap yazarının üslûbundaki cazibe ve güzel­ lik dolayisiyle okunur; üslûp ilim eserleri ya­ zanların kendi haline terkettiği b ir şeydir. Ne­ ticeleri de daim a övülecek m ahiyette değildir. B urdan anlaşılır ki m ütercim in çok tartışm a vesilesi olan b ir özelliği ortadan kalkm ıştır, veya belki başka b ir şekil alm ıştır. Hiç kim se ondan tercüm esinde yazarın edebî vasfım ve ölçülü ritim lerini verm esini isteyemez, bu ba­ kım dan aslını daha iyileştirmesi de m üm kün­ dür. Dr. Johnson "M ütercim tıpkı müellifi gibi olm alıdır, üstün olm ak onun ödevi değildir.’’ -demiştir, fakat onun son devirlerde fen adam ­

T E R C Ü M E SA N A TI

167

larının ıkulandıkları korkunç ve anlaşılm az dil , hakkında b ir fikri olamazdı. Hiç şüphesiz ki istisnalar vardır ve ihmaL çok okum uş her ilim adam ı karşılaştığı misal­ leri hatırlayabilir. İngilterede Profesör D’Arcy Thomson daim a üslûbunun edebî güzelliği ile tanınm ıştır. Ben kendim M oisson’un Le Fluor’unu hiç unutam ıyorum . Fluorine’i nasıl ayır­ dığını anlatıyordu. Onun güzel, veciz, açık. Fransızcasım ve başarılı araştırm asının hikâ­ yesini zevkle okum uştum . Tekrar, Dr. W. Filcher, Zum Sechsten E rd teil’da VVeddell Denizi­ ne 1911 de yaptığı seferin İlmî neticelerini an­ latırken yazdığı açık Almanca nesir, kitabını okumayı b ir zevk haline getiriyordu. Bu çe­ şit kitapların tercüm e edilm elerine lüzum yok­ tur. Fen k itap ları yazarı, iste r edebî üslûba önem versin, isterse onu şansa bıraksın, diğer b ir ideali daim a gözünün önünde tutm alıdır. Bu ideal ifade açıklığıdır. İlm î k itaplar ihtiva, ettikleri m alûm at dolayısiyle o k unurlar ve okuyucularının içinde konularını zaten az çok tam olarak bilenler, b aşk a ilim branşlariyle daha fazla ilgisi olanlar ve belki daha küçük ölçüde, ilimle pek az ilgisi olan diğerleri v ar­ dır. Bütün bunlar bilgi arad ık ları için “ oku yucuları - tahlil’’ prensipi b urada kısır kalır. B ütün okuyucular aynı ifade açıklığı isterler; lafzı doğruluktan m ütercim in ideali yalnız bu:;:

168

T E R C Ü M E S A N A T I,

olm alıdır. Tercüm enin orijinal b ir yazı kadar kolay okunabilmesi, hangi dilden çevrildiğine dair b ir ip ucu vermemesi, asılla tercüm e ara­ sında bir m ukayesenin hangisinin asıl, hangi­ sinin tercüm e olduğuna d air b ir delil göster­ memesi hakkındaki b ü tü n sözler hiç tered­ dütsüz ilm i eserlerin tercüm esine tamamiyle uygulanabilir. İfade açıklığına bu kad ar yüksek b ir yer verm ek b ir cüm lenin, kelim elerinin uyandır­ dığı çağrışım lardan hasıl olan, heyecan m uh­ tevasını yok eder. İlm î kelim eler alelâde keli­ melerin çağrıştın ve iym alarım vermezler ve bununla alelâde b ir paragrafta hitabete yak­ laşan veya hitabet olabilecek h er şey kaybolur. İlm î yazılarda heyecan ve hitabetin olmayı­ şı âlimde heyecan ve hitabet kabiliyeti olm a­ dığından dolayı değildir. Tarihi onyedinci as­ ra kadar giden b ir gelenek dolayısiyledir. İn ­ giliz İlim Derneği (The Royal Society) k u ru lu ­ şundan itibaren "her tü rlü mübalağâ, istidra t, üslûp şişirm elerini" redde k arar vermiş, ve üyelerinden "sam im i, yalın, tabiî b ir konuş­ m a ve yazm a" tarzı istem işti. İlmi yazıların en göze çarpan vasfı budur. Bu onun tercü­ mesini diğer herhangi b ir çeşit tercüm eden daha kolay, çok daha doğru, çok daha az sa­ natkârca yapar. İlm î eserlerin tercüm esi, m ütercim in ya­ zılan konu hakkında bilgisi olursa hasıl olacak faydaları en iyi şekilde gösterir. Çok defa böy-

TER C Ü M E SA N A TI

169

le yanlışlar b ir veya iki kelimeden fazlasına tesir etmezler, fakat neticenin mükemmelliğini bozarlar. Misal olarak Dr. Alain B om bard’m N aufrage V olontaire'inden bir parça alabiliriz. Bunda o deniz suyu içmenin böbreklerin Malpighain Corpuscles üzerine m uhtem el tesirini tartışır. Bunların daha doğru zooloji terim i "M alpighian bodies” ile tercüm eleri gerekirdi, fak at m ütercim Bom bard Hikâyesinde "corpscules" yerine "corpuscles" kullanm ıştır. İh ti­ mal o kan "corpuscles” i olduğu gibi böbrek "corpuscles" i olduğunu sanıyordu. Burada pek önemsiz b ir hatırâm ı nakle­ deceğim. Birkaç sene evvel, K ostitzin'in Biolo­ gie M athém atique adlı eserinin tercüm esini bitirdikten sonra, yeni yayınlanan kitabın b ir nüshasını okulum un kütüphanesine götürm üş­ tüm . A rkadaşlarım dan üçü odada idi. Birisi "Ne kadar Fransızca biliyorsun?” diye sordu. Bir diğeri de "Ne kadar m atem atik biliyorsun" diye ilâve etti. Üçüncüsü ise "Biyolojiden ne biliyorsun? diye onları tamamladı. Burada dik­ kat edilm esi gereken no k ta kendiliğinden so­ rulm uş üç sorudan yalnız birinin dil bilgisi ile ilgili, diğer ikisinin ise konu ile ilgili ol­ m asıdır. Fen terim lerinin k arak teri tercüm e üze­ rinde pek önem li tesirler yapar. Bilginlerin gündelik sözlerden aldıkları ve kendilerine gö-

170

TE R C Ü M E SANATI

re bir m anâ vererek kullandıkları birkaç keli­ me m üstesna, fennî terim lerin her b iri özel m aksatla uydurulm uş, m ahlût kelimelerdir. Netice o larak fen tabirlerinin her birinin an­ cak m anâsı vardır. Bu m anânın sınırları keli­ me yapıldığı zam an tesbit edilmiş ve ondan sonra değişm em iştir ve belki de bundan son­ ra değişmeyecektir. Bu durum , her gün kul­ landığım ız kelim elerden iki örnek verm ek la­ zım gelirse, m eselâ h er b iri tam am iyle başka birçok m anâlara gelen “box” veya " tra in ” gibi kelimelerle sert b ir tezat teşkil eder. Bundan başka, ilm i terim ler b ü tü n diller­ de çok defa aynıdır Tercüme edilmelerine ih­ tiyaç yoktur. İngilizce “alcohol” kelimesiyle Fransızca “alcool” ve Almanca “Alkohol” transkripsiyonlardan başka birşey değildirler, onları İngilizce, Fransızca ve Almanca kelime­ lerin m utad şekilleri zaruri kılm ıştır. Plankton ve herm aphrodite gibi kelime­ ler hiç değişmezler. Fen terim leri m atem atik sem bollere benzerler. Nasıl b ir cebir kitabın­ da, Portekizce veya Lehçe, (a + b )2= a 2+ 2 ab + b 2 ifadesini tercüm eye lüzum yoksa bun­ ları da tercümeye lüzum yoktur. İlmi tercüm enin bu özelliklerinin neticesi açıktır ilmi b ir eserin tercümesi, pek az edebi eserin eşit olabileceği anlam ada, m ükem m el b ir tercüm e olarak tavsif edilebilir. İlm î ter­

TER CÜ M E SA N A TI

171

cüm enin m ayiyetini daha iyi anlatm ak ıçm şim di ancak b ir iki n o k ta daha kalıyor. Bun­ ların ilki şu basit g e rç e k tir: İlm î eserlerin çoğu esas itibariyle bilginlerin okum ası için yazılır, ilmi tercüm eler de onlar için yapılır. Bugün ilim ve fen dili o k ad ar ihtisaslam ıştır ki yalnız bir ilim adam ı ilim ve fen yazı­ larına karşı devamlı b ir alâka duyabilir; onlar diğer okuyucular için hem en hemen anlaşıl­ m az b ir hale gelmişlerdir. İkinci nokta şu­ dur: ilm i tercüm e daim a yeni b ir orijinal eserden yapılır ve çağdaşları tarafından oku­ nur. Bu iki veçhe ilmi tercüm eleri diğer te r­ cüm elerden ayırm aya yarar. İlim ve fen eserlerinin tercüm esi üzerine yukarıda söylediklerim iz, ileri sürülen fikir­ lerin aydınlaması için, b ir m isal ister. Aşa­ ğıdaki parça Alferd W egener’in Neuere orschungen auf dem Gebiete d e r atm osphärischen Physik'den alınm ıştır. Noch ein andere Erscheinung spielt eine ausserordentlich grosse Rolle bei den Form en der Wolken.. Dies sind die Fallstreifen. Der Niederschlag, der sich in der Wolke bildet, sinkt ja vermöge seiner Schwere herab, ver­ dam pft aber in den m eisten Fällen sogleich wieder, sobald er die untere Grenze der Wol­ ke erreiht h a t und in die ungesättigte Luft hineinsinkt. Wenn er aber schon gröbere For-

172

T E R C Ü M E SA N A TI

men angenom men hat, oder nam entlich, wenn er aus Schnee oder Eis besteht und daher nicht so schnell verdunsten kann, so sinkt er noch m ehr oder weniger weit in die tie­ feren Schichten hinab, ehe er sich ganz auf­ löst in den Fällen, wo er den Erdboden er­ reicht, sprechin w ir von Regen oder Schnee. “Yet another phenomenon plays an unu­ sually large p art among clo u d -fo rm s. This is the “m are’s tail". The precipitation th a t is produced in a cloud sinks in consequence of its weight, b u t in m ost cases evaporates aga­ in as soon as it reahes the lower surface of the cloud and falls into satu rated air. But if it has already assumed a grosser form, and especially if it consists of Snow orice and thus Cannot diffuse so rapidly, it fall more or less deeply to lower levels before it quite disappears. In some cases it reahes the ground, when we call it rain or snow." “Ama başka bir olay bulut şekilleri ara­ sında olağanüstü büyük bir rol oynar. Bu "ke­ di kuyruğu" dur. B ir bulutta hasıl olan yo­ ğunlaşm a, ağırlığı dolayısiyle aşağıya düşer, fakat çoğu hallerde b u lu tu n aşağı sathına eri­ şir, erişm ez te k ra r buharlaşır ve doym uş ol­ m ayan havaya karışır. Ama eğer daha kaba b ir şekil alm ış ve hele k a r ve buzdan ibaret bulunuyor ve b u yüzden o k ad ar çabuk dağıl­ mıyorsa, büsbütün kaybolm adan önce az çok

T E R C Ü M E SA N A TI

173

derin olarak aşağı seviyelere düşer. Bazı hal­ lerde yere erişir ve buna biz yağm ur ve kar deriz.” Bu parça Almanca b ir k itaptan alınm ış­ tır. Çünkü Almanca İngilizceden başka diller arasında ilim ve fende en ileri b ir mevki işgal etm ektedir. M esleklerinde ilerlemeye hevesli genç fen adam larına çok defa Almanca öğren­ meleri tavsiye ediliyor. Çünkü bu bilginin on­ lara m esleklerinde p ratik yardım ı olacaktır. F akat VII. Bölümde görüldüğü gibi, Almanca daim a İngilizceye Fransızcadan daha kolay tercüm e edilen b ir dildir. Bu sebeple Almancayı tam am lam ak ve bu bölüm de ifade ettiği­ miz fikirleri teyid etm ek için Fransız fen ki­ taplarından da b ir paragrafın ilâvesi gerekir. Cazip ve zengin b ir hayalin m ahsulü olan Le Vieillissement du M onde Vivante adlı k i­ ta p ta şu satırları okuyoruz. Şaşılacak b ir şey­ dir k i bu kitap memleketim izde lâyık olduğu takdiri hiçbir zam an görem em iştir: “L’ecorce terrestre est, en réalité un im­ mense cim etière de végétaux et d ’anim aux appartenant à des familles disparves, ou n ’ayant laissé que de rares survivants. Sans doute, la filiation est indéniable. L’arbre généaloque des êtres ororganisés a été con­ stam m ent en se ram ifiant et en tse di­ versifiant, ce que laisserait même sup­ poser l’existence actuelle de form s plus

174

TE R C Ü M E SA N A TI

plus en plus nom breuses. II faut bien consta­ te r cependant q u ’il n ’en est rien. La p lu p art de ces ram eaux sont m orts depuis fo rt long­ tem ps. Ceux que subsistent n ’ont plus que des représentants sensiblem ent moins nom b­ reux. Les examples de ces extinctions abon­ d en t.” “The e a rth ’s cru st is actually an im mense graveyard of plants and anim als belonging to families which are either extinct o r which are represented by only a few survivors. The con­ nection is certainly undeniable. The genealo­ gical tree of living organism s has so frequ­ ently branched and changed th a t one is led to imagine the existence today of m ore and m ore num erous species. But there is nothing of the kind. Most of these branches are long since dead; those th a t survive have appreci­ ably fewer representatives. Examples of such extinction abound." “Yer kabuğu, gerçekte yokolmuş veya pek nadir m üm essilleri kalmış fasile ve cinslere ait bitki ve hayvanların muazzam b ir mezarı­ dır. Şüphesiz, aralarındaki m ünasebet inkâr edilemez. Yaşayan varlıkların şeceresi öyle de­ vam lı olarak dallanıp budaklanm akta ve de­ ğişm ektedir ki gittikçe dah a çok cinsleri mev­ cut olduğu zamanı veriyor. Fakat böyle b ir şey yoktur. Bu dalların çoğu uzun zamandan beri kurum uştur. Yaşamaya devam edenlerin ise

T E R C Ü M E SA N A TI

175

ancak hissedilir derecede az m üm essilleri var­ dır. Bu yok olm aların m isalleri pek çoktur." Bu pasajların tetkikinden anlaşılır ki İlmî yazı tercüm e edilm ekle m anâsından pek az şey kaybeder veya hiç etmez. Bu parçalar fen kitabından b ir sahifenin m ükem m el b ir ter­ cüm enin yalnız m üm kün değil, h a ttâ pek zor bile olmadığı hakkındaki iddiamızı teyid eder ve destekler- Mükemmel tercüm e­ den kasdım ız uzm anların ileri sürdüğü b ü tü n icapları yerine getiren tercüm edir. N etice ola­ rak İlmî tercüm enin önemsiz b ir özelliği var­ d ır ki bu bölüm için m anâlı b ir sonuç olabi­ lir. İlm î b ir eser aynı dile iki defa çevrilmez. Oysa ki Aeneis’in veya İlâhî Kom edya’nın te r­ cüm eleri sayısızdır. İlm î b ir eserin birkaç çe­ şit çevrisini ben hatırlam ıyorum . Dil ayrılığının ortaya çıkardığı engel saf ilimde çok defa aşılam ayacak kadar ciddi de­ ğildir, bununla beraber pratik teknoloji âle­ m inde onun çok daha büyük b ir tesiri vardır. Tatbikî ilimlerle uğraşanlar başka m em leket­ lerdeki teknik ilerlem eleri öğrenmeye çok he­ veslidirler. Çabuk bilgi edinmek ve bu bilgiyi uygulayarak dünya piyasalarında azamî neti­ celer almak hedefleridir. Teknik bilgi araştır­ m a güçlükleri şim di o kad ar geniş b ir ilgi uyandırıyor ki Unesco "İlm î ve Teknik Tercü­ m e ve Onunla İlgili Problem ler” başlığı altın­ da b ir ra p o r hazırlam ıştır.

176

TE R C Ü M E SA N A TI

Kısaca durum şöyledir. Pek küçük b ir kı­ sım m üstesna, dünyanın b ü tü n İlmî ve teknik edebiyatı altı dilde —Ingiliz, Fransız, Alman, Rus, Ispanyol ve Japon dillerinde— yayınla­ n ır ve tahm inlere göre b ü tün basılanların ya­ rısı ilgililerin yarısı tarafından okunam az. Bu bilginin potansiyel değeri ancak üç şekilde ger­ çekleşebilir —ilim adam larına yabancı dil öğ­ retm ekle, yahu t ilim adam larını eserlerini da­ h a yaygın dillerde yazmağa ikna etmekle, ya­ h u t da, üçüncü olarak, iyi tercüm elerle, Bizi bu rad a ancak sonucu, şık ilgilendirir. Tatbikî ilim eserlerinin tercüm esinde, üs­ lûp ve ifade güzelliği bahis konusu olamaz. Güçlükler hemen hem en tam am iyle lâfzîdir. B unlar ancak alelâde bir sözlüğün kendisini sürükliyebileceği yanlışları bilen b ir teknisyen tarafından çözülebilir. Meselâ, ancak Fransızcadaki tatbikatın ı bilen b iri "cim ent” kelime­ sinin İngilizcede "b eto n ” ve aynı zam anda "çi­ m ento” m ânasına geldiğini bilebilir. M ühendislerin ve diğer teknisyenlerin ter­ m inolojisi insana şaşkınlık verecek kadar ge­ niştir. N isbeten basit b ir m akine bile düzünelerle p arçalard an ibaret olabilir ve aynı za­ m anda m em leketin tü rlü bölgelerinde bile bun­ lar aynı adlarla anılm ayabilirler, (Gerçekten de böyledir). Bu yüzden b ir vakum pom pa­ sının evsafı Italyancaya tercüm e edildiği za­

TER C Ü M E SA N A TI

177

m an B rindizi’de anlaşılabilir, fakat Genoa'da anlaşılm ayabilir. Ingiliz S tan d artlar B ürosu bu nevi m übhem likleri azaltm aya çalışm aktadır1955 deki raporlarından birinde b u kurum In­ giliz köm ür m adenciliğinde kullanılan altı yüz çeşitli işin isim lerini üç yüze düşürm eyi tav­ siye ediyordu. Bu olay gösterir ki b u işleri anlatan b ir yabancı m etin İngilizceye tercüm e edilse, yirmiye k arşı ondökuz b ir ihtim alle yanlış anlaşılacaktır. iyi b ir teknik m ütercim b u çeşit b ir ku­ suru önceden görür. Okuyucuları bunları yen­ m ek hususunda onun m uhakem esine güvenebilm elidirler. Teknik usullerdeki fark lar ken­ di dillerinde okuyanlara gayet açık olan b ir cümleyi, lafzen ve doğru olarak çevrildiği za­ m an başka okuyuculara son derece anlaşılm az hale getirilebilir. Bu sebeple m ütercim tercü­ mesini "aslından daha iyi" yapm aya m ecbur olur. Bu fikirle biz evvelce de karşılaştık ve edebî tercüm ede önem i olmadığı için k ısa k es­ tik. Tatbikî ilim lerde b u M utlak b ir zaru ret olabilir. Bu suretle teknik yazılar m ütercim in Ho­ m eros m ütercim inden daha az kabiliyet ve ik­ tidar istemediği, dil bilgisi ve tercüm e sana­ tında tecrübeden başka konu üzerinde!olduk­ ça derin b ir bilgiye ihtiyaç olduğunu an lam ak kolaydır. Aşikâr olarak bu vasıflara sahip b ir m ütercim yüksek ü cret alacaktır. Aksi takdir-

178

TE R C Ü M E SA N A TI

•de rueharet ve iktidarını başka alanlarda kul­ lanır. Bu sebeple teknik tercüm eler, pahalıdır. Dr. H olm strom b ir ,m u h tıra veya ra p o ru n ta t­ bik î ilim ler erbabına belki iki şiline mal, olur­ sa, onun b ir tercüm esini yapmanın; 40 şiline m al olabileceğine işaret etm ektedir. Bu yüz-, •den b u bilgin okuyam adığı asıl m etnin oku­ yabildiği zam an m aliyetinin yüz m isli değerin­ de olup olmayacağına k arar vermek zorunda­ dır. Bugün fen adam ının güç b ir dünyada ya­ şadığı şüphesizdir. Dr. L. L, Sell’in 1945 de yazdığı acıklı hikâye büyük b ir kısmı itibariy­ le doğru olabilir: "Tenkitçi b ir m üşterinin alaylarını önlem ek ,için yeni b ir ih tira . b eratı­ n ın İspanyolca veya Portekizce terim lerini bul­ m ak maksadiyle beyhude yere iy i, b ir sözlük aray an ümitsiz m em ur; yabancı b ir dille ba­ sılacak katalogun teknik terim lerini araştıran ve çok defa şöhreti ve geçimi b u n a bağlı olan v e ağır zahm etlerden, sonra hem en daim a, iki­ sini de kaybeden meyus m ütercim ; kötü, b ir te k n ik sözlükten yanlış m ânayı al ayak m üşte­ rinin sipariş etmediği b ir malın gönderilme; sinin sebebini patronuna açıklam ak nahoş du­ ru m u ile k a rşıla şa n . korkm uş nıemıır; yanlış b ir .teknik, sözlüğün yardım ı ile yanlış hükme vararak resm î b ir zatın, bozuk b ir rap o r yer­ m esine sebebolan .g u ru ru kırılm ış yabancı, dil ■“uzm anı”; b ü tü n .bunlar beynelmilel m ünase­ b etlerin yam rı yum ru y o llan .boyunça diişe

TE R C Ü M E SA N A TI

kalka ilerleyen büyük zavallılar ordusunun pek çok olan örneklerinden yalnız b ir kaçıdır ” Bu m akina çağında, b ir dildeki cüm leleri diğer b ir dildeki cümlelere çevirme ameliyesini yapacak b ir m akina yapm ağa girişilm e­ miş olsaydı, şaşılacak b ir şey olurdu. B ir elek­ trik hesap m akinasım n bu m aksatla kullanı­ labileceği fikri ilk defa 1947 de Dr. A D Booth tarafında ortaya atıldı. O zam andan beri üze­ rinde çalışılarak ilmi y azılan tercüm ede ol­ dukça tatm in edici neticeler alındı. M ekanik tercüm enin ku su rları iki ayrı çe­ şittir. îlki ve daha aşikâr olanı tercüm enin sa­ nat ve estetik mahiyetidir. Bu kitap ta belirt­ meğe çalıştığımız karakteristiği de budur. Bit* m akinanm hemen hemen temel özelliği b ir ve aynı tem bihe sürekli olarak yanı reaksiyonu gösterm esidir. B unun neticesi m antıkî olarak tercüm e m akinesine verilen, söylenilen veya tem in edilen her hapgi b ir kelime, tercüm ede hep aynı kelimeyi verecektir. Evvelce görül­ düğü üzere, hakiki b ir tercüm e böyle yapıl­ maz, Böyle b ir tercüm e b ir nevi tran sk rip si­ yondur ki belki her zam an büsbütün değer­ siz olamaz. İkinci kusur m ekaniktir. E lektronik uz­ m anlarının b ir hesap m akinesinin depo kabi­ liyeti (storage capacity) dedikleri ve onu tas­ vir eden yazarların mecazî olarak hafızası di-

180

T E R C Ü M E SA N A TI

ye anlattıkları şey birkaç bin kombinezondan ibarettir. Bu sayı b ir tek dildeki bütün keli­ m eleri bile karşılam aya yetmez. Fakat m aki­ ne, m ahdud b ir şekilde de olsa, insanların işi­ ne yarayabilir. Bu ameliyenin m ekanizm asını anlam ak da, anlatm ak ta güçtür. Bunu tam olarak yap­ mağa girişm ek bu kitabın konusu dışındadır. İlk zaruret harfleri ve neticede, kelimeleri ra­ kam lara çevirm ektir. M akinanın işi, kendisine verilen rakam a karşılık, kelimenin tercüm e­ sine tekabül eden rakam ı ortaya çıkarm aktırBu rakam bir teleprinter tarafından alınır ve bu alet sonra kelimeyi “hedef dil” diye anla­ tılan dilde tape eder. B ir hesap m akinasının bazı cüm leleri sanki tek kelim elerm iş gibi çe­ virm esi ve b u sebeple il ya sözünü o orada maliktir diye değil, doğru olarak tercüm esi inanılm ayacak b ir şeydir. The Listener dergi­ sinin “b ir m akine boite de nuit kelimelerini "Gece K ulübü” diye değil, m utlaka "Gace Ku­ tu su ” diye çevirecektir.” yolundaki itirazı na­ zarî olarak doğru , olsa bile, seçtiği misal için doğru değildir. Hafızadın eksiklikleri orijinal dildeki ke­ lim elerin köklerini eklerinden ayırm akla kıs­ m en telafi edilebilir. — er, ing, ed gibi sonek le r ve çoğul gösteren - es ve - en gibi ekler m üstakil olarak ele alınabilir.

TE R C Ü M E SA N A TI

181

Y ukarıda söylediğimiz gibi, m ekanik ter­ cüm e ilmi ve teknik tercüm elerde oldukça ta t­ m in edicidir. A şikârdır ki h er hangi b ir ilim dalında özel olarak ona ait olan bin k ad ar ke­ lim e vardır. Aynı zam anda h er birinin diğer b ir dildeki karşılığı değişmez. Almancadaki sauerstoff daim a oksijen diye çevrilir. Ne ede­ b î kudret, ne estetik anlayış bu olayı değişti­ remez. Bin teknik tâbire bin de um um î kelime eklenebilir. Bunların toplam ı hesap makinasının kapasitesi dahilinde, rnahdud b ir microglossary teşkil eder. M akinanın il'k ayarı kul­ lanılan özel microglossary’ye göre yapılır ve tercüm e ettiği ilme bağlıdır. Gerekli microglossary m evcut olduğu za­ m an bile, bugün halâ insan işbirliğine ihtiyaç vardır. Birinci editörün asıl m etni m akinaya verilecek b ir şekle sokması lazımdır, sonra ikinci b ir editörün m akinadan çıkanı okuna­ b ilir cüm leler haline koyması gerekir. Çünkü b u n lar b ir takım sem boller ve şıklar ihtiva ederler. Brian F o ster’in dediği gibi, en iyi şek­ linde bile olsa "tem el İngilizce ile İngilizceleş­ miş Hindce arasında melez b ir dildir". B ir m isal bugün m akina ile yapılan te r­ cüm enin başarı derecesini bize açıklayacaktırBu örneği 1954 de Dr. J. E. H olm strom ver­ m iştir : İlkin asıl m etni veriyoruz. Birinci editör "bozuk yerlere” b ire r dikey çizgi ilâve etm iş­

İ8 2

TER C Ü M E SA N A TI

tir. Gömülüyor ki bunlar çoğul ve zam anları gösteren ekleri işaret e tm e k te d ir: Il n ’est pas e to n n /a n t de constat/er que les horm one/s de croissance a g / issent su r certain/es espece/s, alors q u ’elles sont in /o p e r/a n te s sur d'autre/s, si T o n so n g /e â la 'g ra n d /e spe^ cificite de: ces su b stan ce/s. İkinci olarak, makine ile yapılan, tercüm e: v not is n o t/step astonish v of estab­ lish ve th at/w h ich ? v hormone m of grow th act m ön certain m species m, then th at/w h ich ? v not operate on of other m if v one dream /consider z to Ve great ve specificity of th o ­ se subsetance m. B urada kelim elerin arasında görülen sem ­ boller şu m anaya g e lir : v — b o ş yani manasız m r— tesniye veya çoğul ? — belli değil B undan konuda ihtisasi olan fak at asıl; m etnin dilini bilmeyen ikinci editör şu nihai çevriyi ortaya çıkarır : I t is not surprising t o . learn th a t grow th horm ones may act on certain

TE R C Ü M E SA N A TI

183

species while having no effect on ot­ hers, w hen one rem em bers the n ar­ row specificity of these substances. M ekanik tercüm enin henüz çocukluk ça­ ğında olduğunu belirtm eğe hacet yoktur. Ger­ çekten dokuz yaşına girdiği halde çocuk oda­ sından çıkm am ıştır. Uçağın keşfinden sonraki ilk dokuz yıl zarfında bugünkü ses duvarını aşan jetlerin yapılacağını kimse bilm iyordu. Mekanik tercüm elerin geleceğini düşünürken bu akılda tutulm alıdır. Dr. Boot “Eğer biz, bugün m akina ile G oethe’nin Almancasını W ordsw orth'in İngilizcesine çeviremiyorsak, bunu beş, on sene sonra da yapamayacağımız hiç b ir suretle kesin değildir” dem ektedir. Cümlenin son yarısını b ü tü n m anâ ve mealini kabul ederek okumalıyız.