Tmpk Sözlü Bildiri özet

  • Uploaded by: ayse mete yesil
  • 0
  • 0
  • August 2022
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View Tmpk Sözlü Bildiri özet as PDF for free.

More details

  • Words: 21,161
  • Pages: 63
Loading documents preview...
SÖZLÜ BİLDİRİ ÖZETLERİ TARİH SAAT SALON BİLDİRİLER BAŞKANLAR

: : : : :

17 Aralık 2020, Perşembe 10.30 - 11.30 B S 01 - S 08 Ayşe Engin Arısoy Nilgün Köksal

[S-01] İn Vitro Döllenme ve Prematüre Retinopatisi Onur Gökmen1, Özlem Beyazyıldız2 1Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı 2Sağlık Bilimleri Üniversitesi Samsun Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Hastalıkları Amaç: İn vitro fertilizasyon (IVF) yöntemiyle doğan prematüre bebeklerde prematüre retinopatinin (ROP) sıklığını ve özelliklerini değerlendirmek. Yöntem: Bu çalışmaya ROP için taranan 152 bebeğin 152 gözü dahil edildi. Grup 1'e IVF ile doğan bebekler (n = 74), normal fertilizasyon yöntemi ile doğan bebekler ise grup 2'ye (n = 78) dahil edildi. Gruplar demografik veriler, doğum ağırlığı, doğum haftaları, ROP evreleri ve retinal damarlanma sürelerine göre karşılaştırıldı. Bulgular: Grup 1'deki bebeklerin ortalama doğum haftası ve ağırlıkları sırasıyla 32.54 ± 2.93 hafta ve 1866.3 ± 559.4 gr iken, grup 2'de sırasıyla 32.24 ± 2.29 hafta ve 1775.5 ± 499.0 gr idi. Gruplar arasında doğum ağırlığı ve doğum haftası açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. (p> 0.05). Grup 1'de 18 (% 24.3) olguda ROP gelişimi tespit edilirken, Grup 2'de 10 (% 12.8) olguda ROP gelişmesi görüldü. Grup 1’deki 5 (6.8 %) hastada lazer fotokoagülasyon gereksinimi olurken, grup 2’deki olguların tamamında ROP tedavi ihtiyacı olmadan geriledi. Grup 1'de ortalama tam retinal vaskülarizasyon süresi 43.5±5.13 hafta olarak bulundu. Grup 2'de ise bu süre 41.9±2.9 hafta olarak bulundu. Retinal vaskülarizasyon tamamlanma süresi Grup 1'de istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekti (p <0.05). Sonuç: IVF, ROP gelişimi için bir risk faktörü olabilir. Bu bebeklerde ROP daha sık görülmekte, tedavi gerektiren ileri evre ROP sıklığı artmakta ve bu durumlarda retinal vaskülarizasyonun tamamlanma süresi de uzamaktadır. Anahtar Kelimeler: Prematüre retinopatisi, In-vitro fertilizasyon, retinal vaskülarizasyon

[S-02] Prematüre Bebeklerde Anne ve Bebek Bağlanma Örüntüleri Pınar Zengin Akkuş1, Bahar Bahtiyar Saygan2, Evin İlter Bahadur1, Gökçenur Özdemir1, Hasan Tolga Çelik3, Elif Nursel Özmert1 1Hacettepe Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Gelişimsel Pediatri Bilim Dalı 2Atılım Üniversitesi, Psikoloji Anabilim Dalı 3Hacettepe Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Neonatoloji Bilim Dalı Giriş: Bebeğin beklenmedik şekilde erken doğumu, anne ve bebek arasında kurulacak olan bağlanma örüntülerini etkileyebilmektedir. Bağlanma, anne ile bebek arasında yaşamın ilk yılında kurulan en derin bağ olarak tanımlanmakta, bebeğin hem fiziksel hem de psikolojik gelişimi üzerinde kısa ve uzun vadede önemli ölçüde rol oynamaktadır. Bağlanma örüntüleri güvenli ve güvensiz olmak üzere ikiye ayrılmakta, güvensiz bağlanma kendi içinde kaygılı, kaçıngan ve düzensiz olmak üzere üç tip bağlanma örüntüsünü içermektedir. Materyal ve Metod: Altı ay arayla iki kez değerlendirme yapılan bu boylamsal çalışmada, ileri derecede prematüre (<32 hafta) ve prematüre bebeklerin (32-37 hafta), zamanında doğmuş akranlarına kıyasla, anneleriyle aralarındaki bağlanma örüntülerinin araştırılması amaçlanmıştır. Anne-bebek bağlanma örüntüleri üzerindeki etkilerini araştırmak için de bebeklerin nörogelişimsel sonuçları, annelerin anksiyete ve depresif semptomları ile ailelerin sosyo-demografik özellikleri değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya, toplamda 18 ileri derecede prematüre, 11 prematüre ve 11 term bebek ile anneleri katıldı. Anne-bebek bağlanma örüntülerinin gözlemi ve bebeklerin nörogelişimsel değerlendirmeleri düzeltilmiş 18. ve 24. aylarında yapıldı. Yapılan istatistiksel analizler sonucunda, ileri derecede prematüre bebeklerin bağlanma örüntülerinde zaman içinde değişiklik olduğu görüldü; ileri derecede prematüre bebekler, bebeklik döneminin sonunda anneleriyle daha yüksek düzeyde güvenli bağlanma örüntülerine sahip olma eğilimindeydiler. Nörogelişimsel açıdan değerlendirildiğinde, bebeklerin motor ve dil gelişim puanları 18. ayda bağlanma örüntüleriyle ilişkili bulunurken, bağlanmayı yordayan faktörlerin 24. ayda artık anlamlı olmadığı görüldü. Sonuç: Prematüre doğumun tek başına güvensiz bağlanma örüntüleri geliştirmek için bir risk faktörü olmadığı görülmüş; yine de gelişimsel gecikmelerin, güvensiz bağlanma modelleri ile ilişkili olabileceği düşünülmüştür. Bağlanma örüntüleri özellikle erken çocukluk döneminde zamanla birlikte değişme eğiliminde olduğundan, prematüre bebeklerle annelerinin etkileşimlerini iyileştirmeye yönelik müdahale çalışmaları oldukça büyük bir öneme sahip olacaktır. Anahtar Kelimeler: Anne-bebek bağlanma örüntüleri, prematüre doğum, nörogelişimsel sonuçlar, anne anksiyete, anne depresif semptomları

[S-03] Farede Geri Dönüşümlü Fetal Trakeal Oklüzyon: Yeni Bir Transuterin Yöntem Nilhan Torlak1, Alkım Yıldırım2, Elif Gökçen Bozkurt2, Emrah Aydın2 1Koç Üniversitesi Sağlık Bilimleri Üniversitesi Hücresel ve Moleküler Tıp Programı, İstanbul 2Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahi Ana Bilim Dalı, İstanbul Amaç: Fetal trakeal oklüzyon (TO), konjenital diyafragma hernisi (KDH) olgularında fetal akciğerlerin gelişimi üzerindeki etkinliği kanıtlanmış cerrahi bir yöntemdir. Literatürde yer alan TO’nun farklı hayvan modelleri etik kaygılar, maliyet, cerrahi zorluk derecesi, fetüs boyutları, hayatta kalım oranları ve insan ile ortak genetik materyal ve teknikler açısından farklık avantaj ve dezavantajlara sahiptir. Çalışmamızda geliştirdiğimiz minimal invaziv ve geri dönüşümlü transuterin TO modelinin akciğer moleküler biyolojisi, fizyolojisi ve hücresel süreçlerini nasıl etkilediğini sunmayı amaçladık. Yöntem: Etik kurul onayını takiben gün planlı olarak çiftleştirilen C57BL/6 farelerine embriyonik gün 16,5’ta (E16,5) laparatomi ile her üterin hornda 2 fetüse olacak şekilde transuterin trakeal oklüzyon gerçekleştirildi. TO grubunda yer alan farelerde E18,5’te damlar sakrifiye edilip fetüsler incelendi. TO-R grubunda yer alan farelerde dikişler E17,5’te laparatomi ile alındıktan sonra, E18,5’te damlar sakrifiye edilip fetüsler incelendi. Müdahalede bulunulmayan fetüsler kontrol grubu olarak kabul edildi. Tüm fetüslerin akciğerleri morfometrik ve histolojik analiz için karşılaştırıldı. Sonuçlar: Çalışmaya dahil edilen 37 fetüsün 34’ünde (%91,9) TO başarılı oldu. Sağ kalım kontrol grubunda 15/17, TO grubunda 12/13, TO-R grubunda 17/19 olarak saptandı. Gruplar arasında yapılan incelemede fetüs ağırlıkları benzer iken akciğer ağırlıkları ve akciğer vücut ağırlığı oranı (LBWR) arasında anlamlı fark saptandı (kontrol: 0,020 ± 0,006mg vs. TO: 0,026 ± 0,002mg vs. TO: 0,023 ± 0,005mg, p=0,013). TO grubunda DNA/protein ve DNA/akciğer oranları en yüksek iken, protein/akciğer oranı en düşük olarak saptandı. TO-R grubu tüm değerlerde kontrol ile TO grubu arasında yer aldı. Tartışma: Farede geri dönüşümlü fetal transuterin trakeal oklüzyon tekniği, mevcut hayvan modelleri ile kıyaslanabilir bir tekniktir. Akciğer ağırlığı, akciğer-vücut ağırlığı oranı ve DNA/protein oranı ödem ya da hücre hipertrofisi yerine düzenli akciğer büyümesini göstermektedir. Anahtar Kelimeler: trakeal oklüzyon, konjenital diyafragma hernisi, pulmoner hipertansiyon, akciğer gelişimi

[S-04] Sağlıklı Bebeklerin Uyku Düzeni ve Uyku Eğitiminin Etkinliği: Longitudinal Tek Merkez Deneyimi Gökçe Cırdı1, Nagihan Erdoğ Şahin2, Gözde Ertürk Zararsız3, Sevda İsmailoğulları4, Meda Kondolot5 1Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri 2Tomarza Devlet Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Kayseri 3Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıp Bilişimi ve Biyoistatistik Anabilim Dalı, Kayseri 4Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Nöroloji Anabilim Dalı, Kayseri 5Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Sosyal Pediatri Bilim Dalı, Kayseri Giriş: Bebekler uyku/uyanıklık örüntülerinin düzenlenmesinde hızlı değişimler yaşarlar ve bu değişimler bebeklerin fizyolojik olgunlaşma sürecinden, çevresel faktörler ve kültürel farklılıklardan etkilenebilir. Bu çalışma ile sağlıklı bebeklerin uyku düzeninin longitudinal olarak izlenmesi, uyku düzenini etkileyen faktörlerin araştırılması ve uyku eğitiminin etkinliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal-Metod: Çalışmaya dahil edilen 127 sağlıklı bebek 3.aylarından 18.aylarına kadar (3.ay, 6.ay, 9.ay, 12.ay, 18.ay) longitudinal olarak izlendi. Yenidoğan dönemine ait gece gündüz uyku süreleri geriye dönük olarak sorgulandı. Çalışma grubu olarak randomize belirlenen alt gruba ilk görüşmenin yapıldığı 3.aydan itibaren izlem viziti sonrasında araştırmacı tarafından ayrıca uyku eğitimi verilmeye başlandı (n=33) ve her izlemde uyku eğitimi ayına uygun olarak tekrar edildi. Kontrol grubunda yer alan bebekler (n=94) ise çocuk sağlığı izlem vizitleri ile takip edildi. Her görüşmenin başlangıcında aileler tarafından çalışma için hazırlanan veri formu dolduruldu (Şekil 1). Bulgular: Bebeklerin her iki grupta büyüdükçe gündüz uyku sürelerinin kısaldığı (p=<0.001), gece uyanma sıklıklarının (p=<0.001) ve gün içinde uyuma sıklıklarının azaldığı tespit edildi (p=<0.001). Çalışma grubundaki bebeklerin 9.ay ve 12.aylarda akşam uyuma saatlerinin kontrollerine göre daha erken olduğu saptandı (sırasıyla p=0,009, p=0,018). Çalışma grubundaki bebeklerin 12.aylarında ekran maruziyet sürelerinin kontrollerine göre daha kısa (p=0,03) olduğu saptandı. Çalışma grubundaki bebeklerin 18.aylarında kendi odalarında yalnız uyuma ve uyku nesnesi kullanma sıklıklarının kontrollerine göre yüksek olduğu saptandı (sırasıyla p=0.005, p=0,02). Çalışma grubundaki bebeklerin 3.ay, 6.ay ve 9.aylarda sırtüstü pozisyonda uyuma sıklıklarının kontrollerine göre daha yüksek olduğu tespit edildi (sırasıyla p=0,04, p=0,02, p=0,01). Bebeklerin 3.aylarında yaklaşık %80’inin, 18 aylık olduklarında %50’inin emerek uykuya daldığı tespit edildi. Sonuç: Ülkemizde bebeklerin uyku alışkanlıkların longitudinal olarak izlendiği ve uyku eğitiminin etkinliğinin araştırıldığı bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu çalışma bebeklerin uyku düzeni ve alışkanlıkları konusunda kültürel özelliklerimiz hakkında bilgi vermekte ve çocuk sağlığı izlemlerinde uyku eğitimine ayrıca yer verilmesinin olumlu etkileri olacağını göstermektedir. Bu konuda daha fazla çocuğun dahil edildiği ulusal düzeyde bilgi verecek kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: bebek, uyku düzeni, uyku eğitimi

[S-05] Düşük, Orta ve Yüksek Gelirli Ülkelerde Konjenital Anomalili Bebeklerin Yönetimi ve Sonuçlarının Çok Merkezli Uluslararası Prospektif Bir Kohort Çalışması ile Değerlendirilmesi Emrah Aydın1, Egemen Eroğlu1, Mehmet A Özen1, Adesoji O Ademuyiwa2, Emmanuel Ameh3, Justine Davies4, Kokila Lakhoo5, Dan Poenaru6, Niyi Ade Ajayi7, Nick Sevdalis8, Andrew Leather9, Naomi Wright9, Global Paed Surg Research Collaboration10 1Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahi Ana Bilim Dalı, İstanbul 2Paediatric Surgery Unit, College of Medicine, University of Lagos and Lagos University Teaching Hospital, Lagos 3Paediatric Surgery Department, National Hospital, Abuja 4Institute of Applied Health Research, University of Birmingham 5University of Oxford, Oxford 6McGill University, Montreal 7Paediatric Surgery Department, King’s College Hospital, Londra 8Centre for Implementation Science, King’s College London, Londra 9King’s Centre for Global Health and Health Partnerships, School for Population Health and Environmental Science, King’s College London, Londra 10Participating institutions from across the globe Amaç: Dünya genelinde doğumsal anomaliler beş yaş altındaki çocuklarda beşinci en sık ölüm nedenidir. Acil cerrahi müdahale imkanlarının yetersiz olduğu merkezlerde birçok doğumsal anomali hayatla bağdaşmamaktadır. Literatürde ilk kez dünya genelinde en yaygın yedi doğumsal anomalili olgu grubuna yaklaşımı ülkelerin düşük, orta ve yüksek gelir seviyelerine göre karşılaştırdık. Yöntem: Çalışmada Ekim 2018 – Nisan 2019 yılları arasında en az bir ay süre ile Tablo 1’de yer alan hasta gruplarının verilerini prospektif olarak bildiren merkezler yer aldı. Çalışmanın ilk çıktısı hastane kaynaklı ölümleri değerlendirmekti. Tek değişkenli analiz ile mortalite üzerinde etkisi olduğu gösterilen faktörler belirlendikten sonra çok değişkenli analiz (risk, p değeri) gerçekleştirildi. Tüm katılan merkezlerin öncesinde etik kurul onayları alındı. Sonuçlar: Yetmiş iki ülkede (11 düşük, 171 orta ve 90 yüksek gelir düzeyli) yer alan 272 merkezden 1145 katılımcı çalışmada yer aldı. 3841 olgu 3967 hastalık üzerinden değerlendirildi. Yüksek ölüm oranları ile ilişkili bulunan faktörler: ülkenin gelir düzeyi (0.35, p<0.001, Tablo 1), indüklenen vajinal doğum (0.42, p=0.024), doğum ağırlığı (0.61, p<0.001), ventilasyon imkanının olmaması (3.74, p=0.009), parenteral beslenme imkanının olmaması (2.95, p=0.001), başvuru anında sepsis varlığı (1.99, p<0.001), ek anomali varlığı (1.63, p=0.001), cerrahi yara enfeksiyonu (1.62, p=0.034), cerrahi güvenlik kontrol listesinin olmaması (1.25, p=0.014). Tartışma: Dünya genelinde doğumsal anomalilere bağlı ölüm oranları ülkeler ve merkezler açısından ciddi farklılıklar göstermektedir. Bu farklılıkların ortandan kaldırılması için global ölçekte önlemler alınmalıdır. Anahtar Kelimeler: doğumsal anomaliler, ölüm oranı, yenidoğan cerrahisi

[S-06] İndirekt Hiperbilirubinemi Nedeni ile Fototerapi Alan Yenidoğan Bebeklerde Oksidatif Stres Dengesinin Değerlendirilmesi Emine Özçelik1, Ayşegül Zenciroğlu1, Özcan Erel2, Salim Neşelioğlu2 1S.B.Ü. Dr. Sami Ulus Kadın Doğum Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi 2Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Giriş-Amaç: Yenidoğanda indirekt hiperbilirubinemi (İHB) tedavisinde kullanılan fototerapinin önemli bir yan etkisi yoktur. Ancak fotodinamik stres olduğu, lipid peroksidasyonu yapabildiği, oksidatif stresi arttırdığı bildirilmektedir. Tiyoller, antioksidan fonksiyonel sülfhidril gruplarıdır, oksidatif koşullarda disülfür bağlarına dönüşür. İskemi modifiye albümin (İMA), iskeminin albümine etkisiyle oluşur, oksidatif stres ve iskemik markerdır. Katalaz ve ferroksidaz antioksidan enzimlerdir. Çalışmamızda fototerapi alan, gebelik yaşı>= 35 hafta bebeklerde fototerapi öncesi ve sonrası oksidatif stres dengesinin tiyol disülfid homeostazı, İMA, katalaz ve ferroksidaz düzeyleri açısından değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç-Yöntem: Prospektif çalışmamıza Kasım 2018-Kasım 2019 tarihleri arasında hastanemiz Yenidoğan Kliniğine İHB nedeniyle yatırılarak fototerapi alan, gebelik süresi>=35 hafta olan bebekler alındı. Sağlıklı kontrol grubunda bir, hasta grupta fototerapi öncesi ve sonrası iki serum örneklerinde oksidatif stres dengesi; tiyol disülfid, İMA, ferroksidaz ve katalaz, indeks 1 (disüfid/nativ tiyol), indeks 2 (disülfid/total tiyol), indeks 3 (nativ tiyol/total tiyol) ile değerlendirildi. Bulgular: Hasta (n:107) ve kontrol (n:55) gruplarının demografik özellikleri benzerdi. Gruplar İMA, ferroksidaz, katalaz ve indeks 1, 2, 3, açısından benzerdi (p>0,05). Hastalarda nativ tiyol (p=0,001) ve tiyol değerleri (p=0,002) kontrol grubundan yüksekti. Hasta grubunda nativ tiyol (p<0,001), total tiyol (p=0,003) ve indeks 3 (p<0,001) fototerapi sonrasında öncesinden düşüktü. Hasta grubun fototerapi sonrası disülfid (p<0,001), indeks 1 (p<0,001) ve indeks 2 (p<0,001) değerleri öncesinden yüksekti. Hasta grubunda fototerapi sonrası İMA (p=0,013) ve katalaz (p=0,022) değerleri öncesine göre yüksekti. Hasta grubun fototerapi öncesi ve sonrası ferroksidaz değerleri benzerdi (p>0,05). Fototerapi süresiyle fototerapi sonrası ferroksidaz aktivitesinde artış bulundu (p=0,009). Sonuç: Fototerapi verilen yenidoğanlarda oksidatif stres tiyol disülfid homestazı üzerinden artıyor olabilir. Fototerapi sonrası yükselen İMA, doku hasarının göstergesi olabilir. Antioksidan enzim olan ferroksidazın fototerapi süresiyle artması, fototerapi süresi arttıkça olumsuz etkilerinin artabileceğini düşündürmektedir. Fototerapi düşünüldüğü kadar masum olmayabilir. Profilaktik fototerapiden olabildiğince kaçınılmalı, fototerapi süresi optimumda tutulmalıdır. Anahtar Kelimeler: Ferroksidaz, fototerapi, indirekt hiperbilirubinemi, iskemi modifiye albumin, katalaz, oksidatif stres, tiyol disülfid, yenidoğan

[S-08] İTP Tanılı Anne Bebekleri: Yenidoğanda Trombositopeni ve İlişkili Morbiditeler Öngörülebilir mi? Mustafa Törehan Aslan1, Zeynep İnce1, Leyla Bilgin1, Çiğdem Kunt İşgüder2, Asuman Çoban1 1İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Neonatoloji Bilim Dalı, İstanbul 2İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Perinatoloji Bilim Dalı, İstanbul Amaç: Hastanemizde gebelik takibi ve doğumu gerçekleştirilen idiyopatik trombositopenik purpura (İTP) tanılı gebelerin neonatal sonuçlarını değerlendirmek. Yöntem: Çalışmada İstanbul Tıp Fakültesi’nde 01.01.2013-01.05.2020 tarihleri arasında gebelik takibi ve doğumu gerçekleştirilen İTP tanılı gebe ve bebeklerinin dosyaları geriye dönük olarak taranmıştır. Bulgular: Çalışmaya 54 gebe ve bebeği dahil edilmiştir. İTP tanılı annelerin ve bebeklerinin özellikleri sırasıyla Tablo 1 ve 2’de belirtilmiştir. Bebeklerin yaklaşık üçte birinde trombositopeni, %16.6’sında kanama bulguları ve 1 bebekte de intrakraniyal kanama saptanmıştır. Trombosit sayısı <100 (X109/L) ve >=100 (X109/L) olan yenidoğanlar ile maternal faktörler (splenektomi öyküsü, doğum sırasında trombosit süspansiyonu (TS) transfüzyonu yapılması, gebelik öncesi ve gebelikte tanı almak, gebelikte trombositopeni için tedavi gereksinimi) arasındaki ilişki Tablo 3’te değerlendirilmiştir. Trombosit sayısı <50 (X109/L) ve >=50 (X109/L) olan yenidoğanlar ile maternal faktörler arasındaki ilişki ise Tablo 4’te değerlendirilmiştir. Sonuç: Maternal İTP tanılı anne bebeklerinin tedaviye yanıtları ve prognozu genellikle iyidir. Trombositopenisi (trombosit sayısı <150 X109/L) olan yenidoğanlara tedavi kararı ağır trombositopeni ve/veya kanama bulgusu varlığına göre verilmektedir. Neonatal orta trombositopeni (trombosit sayısı 50-99 X109/L) ve ağır/çok ağır trombositopeni (trombosit sayısı <50 X109/L) varlığı, doğumdaki maternal trombosit sayısı, gebelikte trombositopeni için tedavi alma, doğum sırasında TS transfüzyonu yapılması, gebelik öncesi/gebelikte tanı almak ve neonatal ağır trombositopeni, annede doğum öncesi splenektomi varlığı ile ilişkilerinin olmadığı ancak, neonatal orta trombositopeninin annede doğum öncesi splenektomi varlığı arasındaki ilişki istatistiki olarak anlamlı bulunmuştur. Ayrıca gebelik öncesi tanı almak, gebelikte trombositopeni tedavisi ve doğum sırasında TS transfüzyonu yapılması ile neonatal orta ve ağır trombositopeni görülmesi arasında bir ilişki bulunmasa da sayısal olarak üstünlük dikkat çekicidir. Trombositopeni ve ilişkili morbiditeler açısından anlamlı bir öngörü kriteri olmaması nedeniyle İTP tanılı anne bebeklerinin doğum sonrası yakın izlenmesi önemlidir. Anahtar Kelimeler: Neonatal trombositopeni, Maternal idiyopatik trombositopenik purpura, İVİG

SÖZLÜ BİLDİRİ ÖZETLERİ TARİH SAAT SALON BİLDİRİLER BAŞKANLAR

: : : : :

17 Aralık 2020, Perşembe 14.00 - 15.00 B S 09 - S 16 Özlem Tekşam Sabahattin Ertuğrul

[S-09] Akut Gastroenteritli Çocuklarda Dehidratasyon Derecesi ile Periferik Perfüzyon İndeksinin İlişkisi Muhammed Eltaş, Nuh Yılmaz Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatri Ana Bilim Dalı, Hatay Amaç: Çocuklarda akut gastroentritle (AGE) ilişkili dehidratasyonun değerlendirilmesinde periferik perfüzyon indeksi (PI) ölçümlerinin, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) Dehidratasyon Ölçeği ile karşılaştırılması, buna göre elde edilen değerlerden dehidratasyonda kullanılabilecek cut-off değerlerinin bulunması ve intavenöz sıvı tedavisine yanıtın objektif göstergesi olarak perfüzyon indeksinden faydalanabilmenin mümkün olup olmayacağının araştırılması planlanmıştır. Yöntem: Bu çalışmaya Çocuk Acil Servisimize başvuran 5 yaş altı AGE’li çocuklar (hasta grubu) ve rutin izlem amacıyla polikliniklere başvuran 5 yaş altı sağlıklı çocuklar (kontrol grubu) alındı. AGE’li çocuklar DSÖ Dehidratasyon Ölçeğine göre hafif, orta ve ağır dehidrate olarak gruplandırıldı. Standart sıvı tedavisi protokolü öncesi, tedavi sürerken ve tedavi sonrası hastaların periferik PI, ateş, nabız, saturasyon, kan basıncı, solunum sayısı, kapiller dolum zamanı ve venöz kan gazına bakıldı. Hastaların takipleri 4 saat boyunca kayıt altına alındı. Kontrol grubunun da periferik PI, nabız ve saturasyon değerlerine bakılarak değerler kaydedildi. Bulgular: Çalışmaya 38 AGE’li, 47 sağlıklı çocuk alındı. 38 hastanın %47,3’ü (18) kız, %52,7’si (20) erkek, kontrol grubunun %46,8’i (22) kız, %53,2’si (25) erkekti. Hasta grubunun yaş ortalaması 24,7±19,4 ay, kontrol grubunun yaş ortalaması 27,3±21,3 ay idi. Hastaların %47,4’ü (18) hafif dehidrate, %26,3’ü (10) orta dehidrate ve %26,3’ü (10) ağır dehidrate idi. AGE’li hastaların tedavi öncesi PI değerleri kontrol grubundan anlamlı olarak düşük bulundu. Ağır dehidrate hastaların PI değeri sıvı tedavisi ile anlamlı bir şekilde yükseldi. Ağır dehidrate olan hastalar için cut off periferik PI değeri <= 1,15, orta dehidrate hastalar için <= 1,60 ve hafif dehidrate olan hastalar için ise <= 2,0 bulundu. Sonuç: Perfüzyon indeksi, gastroenteritle ilişkili dehidrasyonu tespit etmek ve tedavinin etkinliğini anlamak için kolay, ucuz ve noninvaziv bir parametre olarak kullanılabilir. Anahtar Kelimeler: Dehidratasyon, Gastroenterit, İshal, Perfüzyon indeksi, Pulse Oksimetre

[S-10] Pediatrik Sepsis Hastalarında Solubl Urokinaz Plazminojen Aktivatör Reseptörünün (suPAR) Tanısal ve Prognostik Değeri: 1-Yıllık Prospektif Çalışma Caner Turan1, Ali Yurtseven1, Pınar Yazıcı Özkaya2, Benay Turan3, Elif Azarsız4, Eylem Ulaş Saz1 1Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Acil Bilim Dalı, İzmir 2Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Yoğun Bakım Bilim Dalı, İzmir 3Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir 4Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyokimya Anabilim Dalı, İzmir Giriş: Modern antibiyotik ve resüsitasyon tedavilerine rağmen, sepsis ve septik şok, çocuklardaki morbidite ve mortalitenin ana nedenlerinden biridir. Amacımız, sepsis ve septik şokun erken tanısı ve mortalite riskinin belirlenmesinde, biyobelirteç olarak solubl-ürokinaz-plazminojen-aktivatörreseptörünün (suPAR) ve presepsinin rolünü araştırmak; ağır sepsisi öngörmede standart biyobelirteçler ile (CRP, prokalsitonin (PCT) ve laktat) karşılaştırmaktı. Materyal-metod: Acil servise SIRS’a göre sepsis kriterlerini karşılayan çocuklar Eylül 2017-Haziran 2018 arasında prospektif olarak çalışmaya alındı. Hastalar sepsis-ağır sepsis ve septik şok olarak 3 gruba ayrıldı. İlk müdahale, izlem ve stabilizasyondan sonra hospitalize edildi; 0-1-2-4-7.günlerde suPAR, CRP,PCT ve laktat analizleri için kan örnekleri alındı. Kontrol grubu yaş ve cinse uygun 100 sağlıklı çocuktan oluşturuldu. Demografik-klinik bulgular, enfeksiyon kaynağı, laboratuvar sonuçları ve tedavileri kaydedildi. Başvurudaki pSOFA skoru, hospitalizasyon süreleri ve 7-30.gün mortaliteleri değerlendirildi. Bulgular: Toplam 72 hasta çalışmaya alındı; ortanca yaş 12.1 ay; K/E:36/36 saptandı. Sepsis grubunda 15, ağır sepsiste 21, septik şok grubunda 36 hasta vardı. Enfeksiyon odakları, pnömoni (24), bakteriyemi (20), GİS enfeksiyonu (12), katater enfeksiyonu (7), menenjit (4), meningokoksemi (2) ve diğer (2) idi. Genel mortalite oranı %15.3 (11/72) olup 3 hasta ilk-24-saatte öldü. Hasta grubunda başvurudaki lökosit sayısı, PNL, CRP, PCT ve laktat düzeyleri kontrol grubuna göre daha yüksekti(p<0.001). Başvuruda hasta grubunda ortanca suPAR 4.3ng/mL, presepsin ise 16.4pg/ml olarak saptandı. Bazal suPAR değeri hasta grubunda daha yüksekti (p<0.001). Başvurudaki CRP, PCT düzeyleri ile mortalite arasında anlamlı ilişki saptanmazken suPAR ve presepsin düzeyleri ölen hastalarda anlamlı derecede yüksek idi(p<0.001). İlk suPAR değerinin >6.9ng/mL ve presepsinin >50pg/mL olması mortalite duyarlılığı, özgüllüğü, NPD ve PPD değerleri, sırasıyla, %91%80, %77-%68, %97.9-%62.3 ve %91-%80 şeklindeydi (p<0.001,p=0.027). Sonuç: suPAR, sepsisin zamanında teşhisi ve prognozu öngörmede uygun bir biyolojik belirteçtir. Ağır-sepsis ve septik-şoklu çocuklarda mortalite prediktörü olarak suPAR >6.9 ng/mL kullanılabilir. Sepsis için biyolojik belirteçlerin eksikliği, suPAR ve presepsinin benzer klinik değeri dikkate alındığında, suPAR, sepsis için klinik uygulamada bir biyolojik belirteç olarak düşünülmelidir. Anahtar Kelimeler: suPAR, sepsis, septik şok, CRP, çocuk

[S-11] Çocuklarda Akut Apandisit Tanısında Serum İskemi Modifiye Albümin ve Solubl Ürokinaz Plazminojen Aktivatör Reseptör Düzeyleri Onur Bircan1, Bahri Elmas1, Aysel Yucak Özdemir2, Pınar Dervişoğlu Çavdaroğlu3, Mehmet Fatih Orhan4, Gözde Çakırsoy Çakar5, Fuldem Mutlu6, Mehmet Köroğlu7 1Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatri Ana Bilim Dalı, Sakarya 2Sakarya Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatrik Cerrahi Kliniği, Sakarya 3Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatri Ana Bilim Dalı, Pediatrik Kardiyoloji Bilim Dalı, Sakarya 4Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatri Ana Bilim Dalı, Pediatrik Hematoloji-Onkoloji Bilim Dalı, Sakarya 5Sakarya Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Patoloji Kliniği, Sakarya 6Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji Ana Bilim Dalı, Sakarya 7Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi, Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı, Sakarya Giriş-Amaç: Akut apandisit çocuklarda en sık cerrahi girişim gerektiren karın ağrısı nedenidir. AA’da tanı klinik, laboratuvar ve görüntüleme yöntemleri ile konulmaktadır. Tedavisinde geleneksel olarak cerrahi yöntem tercih edilse de non-operatif tedavinin seçenek olarak ortaya çıkması ile birlikte tanıda daha hassas biyobelirteçlere ihtiyaç duyulmuştur. Çalışmamızda İMA ve suPAR düzeylerinin AA tanı ve basit-komplike apandisit ayırıcı tanılarında kullanımlarının araştırılması amaçlanmıştır. Gereç-Yöntem: Çalışmaya rutin kan tetkikleri ve batın USG ile AA tanısı düşünülen ve çocuk cerrahisi uzmanı tarafından opere edilmesine karar verilen 3-18 yaş arasında 57 çocuk hasta ve 63 sağlıklı kontrol alınmıştır. Çalışmada İMA ve suPAR düzeyleri AA’lı hasta grubu ile kontrol grubu arasında ve komplike apandisitli hasta grubu ile basit apandisitli hasta grubu arasında karşılaştırılmıştır. Ayrıca İMA ve suPAR’ın klinik, laboratuvar ve görüntüleme parametreleri ile ilişkileri ile tanıda duyarlılık ve özgüllükleri araştırılmıştır. Bulgular: Çocuklarda İMA ve suPAR düzeyleri AA’lı hasta grubunda kontrol grubuna göre anlamlı şekilde yüksek saptanırken, basit ve komplike apandisitli hasta gruplarında benzer bulunmuştur. AA’lı hasta grubunda suPAR ile Pct arasında pozitif, Eoz ve Alb arasında ise negatif korelasyon saptanmıştır. AA’lı hasta grubunda suPAR üzerine etkili parametrelerin PAS, hs-CRP, Pct, ESH ve Mono olduğu saptanmıştır. AA riskini belirlemede etkili parametrelerin yaş, hs-CRP, MPV, Na ve İMA; AA’lı hasta grubunda komplike apandisit riskini belirlemede etkili parametrelerin yaş, Mono, Plt ve İMA olduğu saptanmıştır. AA tanısında İMA ve suPAR’ın duyarlılık ve özgüllükleri düşük bulunmuştur. Sonuç: AA’lı çocuk hastalarda İMA ve suPAR düzeyleri yüksek bulunmakla birlikte AA tanısında duyarlılık ve özgüllüklerinin düşük olduğu saptanmıştır. Anahtar Kelimeler: Akut apandisit, iskemi modifiye albümin, suPAR

[S-12] Konjenital Diyafragma Hernili Sıçan Fetüslerinde Akciğer Damarlanmasının Karakterizasyonu Emrah Aydın1, Furkan Durmuş2, Nilhan Torlak3, Marc Oria Alonso4, Birol Aslanyürek5, Nilgün Güler Bayazıt5, Esin Öztürk Işık2, Jose Luis Peiro4 1Pediatrik Cerrahi Anabilim Dalı, Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi, İstanbul 2Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul 3Hücresel ve Moleküler Tıp Programı, Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Koç Üniversitesi, İstanbul 4Pediatrik Genel ve Torasik Cerrahi Bölümü, Cincinnati Çocuk Hastanesi Tıp Merkezi, Ohio 5Matematik Mühendisliği Bölümü, Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Amaç: Pulmoner hipertansiyon konjeniital diyafragma hernisi olgularında (KDH) en önemli mortalite sebebidir. Çalışmamızda prenatal görüntüleme yöntemleri ile fetal akciğer gelişimini ortaya koymak ve KDH’lı olgular ile yapısal farklılıklarını göstermek amaçlanmaktadır. Yöntem: Aynı yaş grubunda bulunan dişi ve erkek sıçanların çiftleştirilmesinden sonra 21. embriyonik günde 15 sağlıklı ve 5 nitrofen ile meydana getirilmiş KDH (+) Sprague Dawley sıçan fetüsleri çalışmaya dahil edilmiştir. Fetüslere intravenöz kontrast madde uygulanmasından sonra mikro bilgisayarlı tomografi (µBT) ile görüntüleme yapılmıştır. Yapay zeka yöntemleri kullanılarak akciğer atar damarları üç boyutlu olarak tekrardan oluşturulmuştur. Strahler yöntemi ile en küçük kesit yüzeyine sahip damarlar 1. derece olarak sınıflandırılmıştır ve kesit yüzeyi arttıkça derece numarası arttırılmıştır. Akciğer ağacının yapısal özellikleri bağlantısal matrisler ile karşılaştırılmıştır. Bulgular: Mikro damarların sayısının hem sol (P=0.03) hem de sağ (P=0.002) tarafta KDH fetüslerinde anlamlı olarak az olduğu görülmüştür. Damarların ortalama alanı, KDH fetüslerinde mikro damarların gösterilememesine bağlı olarak sağ (P=0.023) akciğerde istatistiksel olarak anlamlı yükseklik saptanmıştır. Bununla birlikte, ortalama damar uzunluğu açısından KDH fetüslerinde ve sağlıklı fetüslerde istatistiksel fark gösterilememiştir. Gruplar arasında dallanma sayısı, 1. ve 2. derece damarlar için hem sol (p=0.00, p=0.03) hem de sağda (p=0.00, p=0.01) istatistiksel olarak farklı iken 3. derecede (p=0.02) sadece sağ tarafta istatistiksel farklılık görülmüştür ve 4. derecede istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık gösterilememiştir. En yüksek dallanma oranı 4. derecede görülmüştür, bu durum bu derecedeki damarlarda dallanmanın en büyük asimetriye sahip olduğunu göstermektedir. Sağlıklı ve KDH örneklerinde 1. derecede iki taraf için de (sol p=0.01, sağ p=0.00) ve 3. derecede sağ tarafta (p=0.04) istatistiksel farklılıklar bulunmuştur. Bağlantısallık matrisi, jenerasyonlar arasındaki bağlantı sayının kontroller ile karşılaştırıldığında KDH’da azaldığını göstermektedir. Sonuç: µBT görüntülerinin üç boyutlu olarak yeniden oluşturulması ile KDH sıçan fetüsünün akciğer damarlanma yapısı girişimsel olmayan bir yöntemle ortaya konulabilmektedir. Strahler yöntemi, KDH sıçanlarının akciğer damarlarının gelişimini değerlendirmek ve pulmoner hipertansiyonun derecesini belirlemek için uygulanabilir bir yöntemdir. Anahtar Kelimeler: konjenital diyafragma hernisi, pulmoner hipertansiyon, damar haritalandırma, fetal akciğer gelişimi

[S-13] Deneysel Sıçan Modelinde Etambütol ile Oluşan Göz Toksisitesine Karşı A Vitamininin Koruyucu Etkisinin Olup Olmadığının İncelenmesi Sevgi Topal1, İlker Devrim2, Güven Erbil3, Gökçen Bilici3, Süleyman Nuri Bayram2, Hasan Ağın1, Zekiye Sultan Altun4, Osman Yılmaz5 1Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Dr. Behçet Uz Çocuk Hastanesi, Çocuk Yoğun Bakım Kliniği 2Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Dr. Behçet Uz Çocuk Hastanesi, Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Kliniği 3Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı 4Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyokimya Anabilim Dalı 5Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Multidisiplin Laboratuvarları Birimi Giriş: Tüberküloz tedavisinde kullanılan ve birinci basamak tedavi seçeneklerinden etambütolün en önemli yan etkisi optik nörittir. Etambütol, göze oksidan hasar mekanizması ile zarar vermektedir. Bu randomize kontrollü çalışmamızda, deneysel sıçan modelinde etambütolün göze olan hasarını önlemede A vitamininin koruyucu etkisi araştırılmıştır. Materyal-Metod: Herbirinde 7 adet Wistar türü Albino dişi sıçanın bulunduğu 4 grup oluşturuldu. Grup A, kontrol grubu; grup B, etambütol grubu; grup C, A vitamini grubu ve grup D, etambütol+A vitamini grubu olarak belirlendi. Grup A’ya 1 cc/kg serum fizyolojik günlük olarak verildi. Grup B’ye etambütol 50 mg/kg/gün verildi ve gözde oluşacak toksik etkisi değerlendirildi. Grup C’ye A vitamini 2000 IU/kg/gün verildi. Grup D’ye; A vitamini 2000 IU/kg/g ve etambütol 50 mg/kg/gün dozunda günlük olarak verildi. Otuz gün boyunca tüm sıçanlara belirlenen standart dozlarda ilaç oral gavaj yolu ile uygulandı. Sakrifikasyon işleminden sonra bilateral orbital bölgeleri optik sinirleri de içerecek şekilde eksize edildi. Her bir sıçanın gözünün histolojik ve immünohistokimyasal incelemesi yapıldı. Eksize edilen dokuların, kontrol grubu ve ilaç uygulanan grupları karşılaştırıldı. Bulgular: Yapılan histolojik incelemede grup A (Kontrol grubu)’da klasik retina tabakalanması görüldü. Grup B (Etambütol grubu)’de görece olarak retina kalınlığı diğer gruplara göre daha az ve ayrıca hücre tabakalarında azalmış selülarite olduğu görüldü. Grup C ve grup D’de kontrol grubuna benzer morfolojik özellikler saptandı (Resim 1). İmmünohistokimyasal incelemede (Tunel ve Caspase 3) de DNA kırıklarının etambütol grubunda diğer gruplardan daha fazla olduğu görüldü (Resim 2 ve 3). Tunel ve Caspase 3 boyası ile etambütol grubu DNA kırığı oranı diğer gruplar ile ikili olarak karşılaştırıldığında da istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu görüldü (p<0.0001) (Tablo 1). Sonuç: Çalışmamızda etambütolün, oksidan stres ile neden olabileceği orbital hasarlanmanın, antioksidan olan A vitamini verilerek engellenebileceği gösterilmiştir. Özellikle çalışmamız sonucunda, malnutrisyonu veya malabsorbsiyonu olan, yeteri kadar gıdaya ulaşamayan ülkelerdeki çocuklarda tüberküloz tedavisinde etambütol ile birlikte A vitamini verilmesi olası komplikasyonları engelleyebilir. Anahtar Kelimeler: A vitamini, etambütol, göz toksisitesi, sıçan modeli, tüberküloz

[S-14] COVID-19 Tanısı ve COVID-19 Şüphesi Nedeniyle Hastanede Yatan Çocukların Laboratuvar ve Klinik Verilerinin Değerlendirilmesi Sema Yıldırım Arslan1, Zümrüt Şahbudak Bal1, Gizem Güner Özenen1, Nimet Melis Bilen1, Ruçhan Sertöz2, Burcu Barutçuoğlu3, Feriştah Ferda Özkınay1, Zafer Kurugöl1 1Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Çocuk Enfeksiyon Bilim Dalı, İzmir 2Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı, İzmir 3Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyokimya Ana Bilim Dalı, İzmir Giriş: COVID-19 tanısı ile hastaneye yatırılan çocukların klinik özellikleri ve laboratuvar bulguları aynı dönemde olası vaka tanımlamasına uyan ve COVID-19 şüphesi ile hastaneye yatırılan çocuklarla karşılaştırmak amaçlanmıştır. Materyal-Metod: Ege Üniversitesi Çocuk Hastanesi’ne 11 Mart -10 Kasım 2020 tarihleri arasında başvuran, 0–18 yaş arası, polimeraz zincir reaksiyonu pozitifliği ile kesin COVID-19 tanısı alan, hastane yatışı gerektiren 43 çocuk hasta ve COVID-19 şüphesi ile hastane yatışı gerektiren 40 çocuk çalışmaya alındı. Hastaların verileri geriye dönük olarak incelendi. Etik kurul ve Sağlık Bakanlığı onayı alındı. Bulgular: COVID-19 tanılı hastaların 43’ü (% 12.75) hastaneye yatırılarak izlendi. Kesin tanılı hastaların ortalama yaşı şüpheli olgulardan daha yüksek saptandı (8.1± 6.7, 4.1±4.8, P<0.05). Başvuruda en sık görülen bulgu her iki grupta ateşti (Kesin COVID-19 tanılı grupta %62.8, COVID19 şüphesi olan grupta %80). Öksürük ve solunum sıkıntısı COVID-19 şüphesi olan grupta istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptandı (Kesin COVID-19 ve şüpheli grupta sırasıyla %34.9%72.5, %9.3-%37.5, P<0.05). Burun akıntısı, kusma, ishal, baş ağrısı, hipoksemi açısından gruplar arasında fark yoktu (P>0.05). Kesin COVID-19 tanılı hastalar ile COVID-19 şüphesi olan hastaların laboratuvar verileri karşılaştırıldığında kesin COVID-19 tanılı hasta grubunda beyaz kan hücresi, lenfosit, nötrofil, trombosit sayıları daha düşük ve C-reaktif protein değerleri daha yüksekti (P<0.05). Her iki grupta D-dimer, prokalsitonin, fibrinojen değerleri benzerdi (P>0.05). Lenfopeni, kesin COVID-19 tanılı grupta anlamlı olarak daha fazla saptandı (P<0.05). Yoğun bakım ihtiyacı ve mortalite açısından fark yoktu (P>0.05). Sonuç: COVID-19 şüphesi ve tanısı ile hastaneye yatırılan çocukların karşılaştırıldığı çalışmamızda öksürük ve solunum sıkıntısı şüpheli olgularda kesin tanılı olgulara göre daha yüksek oranda saptandı. Kesin tanılı olguların yaş ortalaması daha yüksekti bu farkın mevsimsel viral enfeksiyonların daha çok küçük infantları etkilemesi nedeniyle olduğu düşünüldü. Laboratuvar verileri karşılaştırıldığında lökosit, nötrofil, lenfosit sayıları daha düşük ve CRP değeri daha yüksek saptandı. Bu çalışma SARSCoV-2 ile enfekte olan çocukların hafif semptomları olduğunu ve çoğunluğunun hastaneye yatış gerektirmediğini gösterdi. Anahtar Kelimeler: COVID-19, çocuk, COVID-19 şüphesi

[S-15] Pediatrik Palyatif Bakımda Etkili Faktörler: Palyatif Bakım Hizmetinin Çok Boyutlu Değerlendirilmesi Fatma Zehra Öztek Çelebi1, Sophie Ribbers2, Mandira Reuther2, Songül Deniz Boybeyi1, Şanlıay Şahin1, Saliha Şenel1 1SBÜ, Dr. Sami Ulus Kadın Doğum Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları SUAM, Genel Pediatri Kliniği, Ankara, Türkiye 2Witten/Herdecke Üniversitesi, Vestische Çocuk ve Ergen Kliniği, Çocuk Palyatif Merkezi, Datteln, Almanya Giriş-Amaç: Çocuk sağlığı ve hastalıklarındaki ilerlemeler nedeniyle bebek ölüm hızları tüm dünyada belirgin olarak düşmüştür. Kronik hastalıklarıyla yaşayan çocukların sayısı ülkemizde de gün geçtikçe artmaktadır. Hayatı sınırlayan hastalığı olan çocukların sayısının artması pediatrik palyatif bakım ünitelerini gerekli kılmaktadır. Palyatif bakım ünitelerindeki bakımın kalitesini ve etkinliğini iyileştirmede ise ölçekler önemli rol oynamaktadır. Fakat pediatrik palyatif bakımda, sadece birkaç tane valide edilmiş ölçek bulunmaktadır. Bu ölçekler ise yaşam kalitesi, psikolojik parametreler veya ağrı gibi ilgili boyutların sadece bir kısmı üzerine odaklanmaktadır. Hasta ve ailesi ile ilgili tüm alanları kapsayan valide edilmiş, çok boyutlu bir ölçek Witten/Herdecke Üniversitesi’nde yeni geliştirilmiş, fakat klinik kullanıma henüz sunulmamıştır. Geliştirilen bu ölçeğin geçerliliği ve güvenilirliği Almanca dilinde test edilmiştir. Biz bu çalışma ile, geliştirilen ölçeğin Türk dili ve kültürüne validasyonunu amaçlamaktayız. Materyal-Metod: Almanca olarak hazırlanan ve ebeveynlerin bildirimine dayanan ölçek Almancadan Türkçeye yeminli mütercim tercüman ve proje sorumlusu tarafından ayrı ayrı çevrildi. Yapılan çeviri 5 hekim tarafından tekrar değerlendirildi, anlaşılması zor olan kısımları revize edildi. Oluşturulan ölçek, palyatif bakım hastası olmayan 30 hasta çocuğun ebeveyni tarafından değerlendirildi ve anketin son hali oluşturuldu. Etik kurul onamı alındıktan sonra ölçeğin; SBÜ, Dr. Sami Ulus KadınDoğum Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları EAM Palyatif Servisi ve Evde Sağlık Hizmetleri Birimi tarafından takip edilen non-verbal ve ağır engeli olan çocukların ebeveynlerine uygulanması planlandı. Minimum örneklem büyüklüğü 50 hasta olarak belirlendi. Ölçeğin validasyon istatistiğinin Türkiye’deki ve Almanya’daki proje sorumlularının ortak çalışması ile tamamlanması planlandı. Tartışma: Bu ölçek çalışmasının validasyonu ve valide edilmiş ölçeğin pediatrik palyatif bakım kliniklerinde kullanılması, Türkiye’deki palyatif bakım kalitesinin ve etkinliğinin artmasına katkı sunacaktır. Bu durum ülkemizde yeni yeni kurulan pediatrik palyatif merkezlerinin verdiği hizmetlerin standardizasyonu sağlamada klinisyenlere yardımcı olacaktır. Anahtar Kelimeler: çocuklarda hayatı tehdit eden hastalıklar, palyatif bakım, sağlık hizmetlerinde kalite

[S-16] Çocuk Yoğun Bakım Ünitesine 112 ile Transport Edilen Kritik Hastaların Değerlendirilmesi Edin Botan1, Emrah Gün1, Dilara Beşli Çelik2, Anar Gurbanov1, Serdar Balsak1, Burak Balaban1, Fevzi Kahveci1, Hasan Özen1, Hacer Uçmak1, Ali Genco Gençay1, Tanıl Kendirli1 1Çocuk Yoğun Bakım Bilim Dalı, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ankara, Türkiye 2Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ankara, Türkiye Giriş: Kritik birçok hastanın, tıbbi bakımları gereği üst düzey bir hastaneye nakledilmesi gerekebilir. Hastaneler arası uygun sevk zincirinin sağlanması sağlık hizmetleri örgütlenmesinin en önemli boyutlarından birisidir. Bu çalışmada, üçüncü basamak çocuk yoğun bakım ünitesine (ÇYBÜ) 112 ambulansı ile getirilen hastaların transport amaçları, transport sırasında yaşanan komplikasyonların değerlendirilmesi amaçlandı. Materyal ve Metod: Çalışmada Mayıs 2019 – Ekim 2020 tarihleri arasında hastanemiz ÇYBÜ’ne 112 ambulansıyla transport edilen hastaların bilgileri kaydedildi. Bulgular: On sekiz aylık dönemde ÇYBÜ’mize yatırılan toplam hasta sayısı 935 olup bu hastaların 108’i 112 ile transport edilmiştir(%11,5). Hastaların 59’u(%54,6) kız, yaş ortalaması 75,0±70,5(1211) aydır. Hastaların transport endikasyonları solunum sistemi patolojileri(%16,6), karaciğer yetmezliği(%12,9), santral sinir sistemi hastalıkları(%12) ve zehirlenmeler(%12) idi. Olguların 46’sı(%42,5) Ankara’dan kabul edildi. Transport şekilleri ise %82,4 hastada kara, %17,6 hava ambulansı (%14,8 uçak, %2,8 helikopter) idi. İki hastanın ekstrakorporal membran oksijenizasyon (ECMO) desteği ile 112 hava ambulansı ile başarılı bir şekilde nakli sağlandı. %25 hastada komplikasyon gelişti. En sık görülen komplikasyonlar satürasyon düşüklüğü ve hipotansiyon oldu. Olguların yoğun bakıma kabulünde 15’inde(%13,9) şok bulguları ve 56’sında(%51,9) solunum sıkıntısı mevcuttu. Ortalama Glasgow Koma Skalası 11,4±4,0(3-15), laktat 3,0±2,9(0,6-16) ve oksijen saturasyon indeksi 6,9±3,6(1,5-16,4) olarak hesaplandı. Nakil şekline göre gruplar karşılaştırıldığında, hava ambulansıyla transportu yapılan grupta vital parametre bakılma oranının daha yüksek olduğu, kan basıncı ölçümü ve solunum sayısı takibinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu(sırasıyla p=0,044, p=0,037) görüldü. Ayrıca, hava ambulansıyla nakli yapılan grupta nakil sırasında daha fazla intravenöz sıvı desteği verildiği(p=0,037) ve daha fazla solunum desteği ihtiyacı olduğu(p=0,037) görüldü. Ayrıca kabul edilen iki hasta, kara ambulansı ile nakil sırasında gelişen kardiyak arrest nedeniyle kaybedildi. Kabul edilen hastalarda yaşam oranı %74,1 idi. Sonuç: Hastaların sonuçlarını iyileştirmek için eşlik eden personele özel eğitim kursları ve kılavuzlar ile pediatrik taşıma standardı oluşturulması gerekmektedir. Pediatrik hasta naklinin epidemiyolojisi ve sonuçlarıyla ilgili veriler oldukça kısıtlı olup bu konuda yapılacak yeni çalışmalara gereksinim vardır. Anahtar Kelimeler: 112 ambulansı, çocuk yoğun bakım, kritik hasta, transport

SÖZLÜ BİLDİRİ ÖZETLERİ TARİH SAAT SALON BİLDİRİLER BAŞKANLAR

: : : : :

18 Aralık 2020, Cuma 10.30 - 11.30 B S 17 - S 24 Selda Bülbül Tolga Ünüvar

[S-17] Konjenital Adrenal Hiperplazi Olgularında Kombine Puberte Prekoksun Değerlendirilmesi: Tek Merkez Çalışma Zeynep Donbaloğlu, Hale Ünver Tuhan Akdeniz Üniversitesi Tıp Faküktesi, Çocuk Endokrinolojisi Bilim Dalı, Antalya Giriş: Konjenital adrenal hiperplazi (KAH), periferik puberte prekoksun bilinen bir nedenidir. Bazı olgularda ise hipotalamo-hipofizer aksın erken maturasyonuyla santral puberte prekoks gelişir. Çalışmamızda KAH olgularında kombine puberte prekoks sıklığının değerlendirilmesi amaçlandı. Materyal-Metod: 1999-2016 yılları arasında Akdeniz Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji Kliniği’nde KAH tanısı almış 60 olgu retrospektif olarak değerlendirildi. Kızlarda sekiz, erkeklerde dokuz yaşından önce santral puberte prekoks tanısı kanıtlanan ve Gonadotropin Serbestleştirici Hormon (GnRH) analoğu tedavisi başlanmış olguların klinik ve laboratuvar özellikleri incelendi. Bulgular: Konjenital adrenal hiperplazi tanısı alan 60 hastanın 14’ünde (% 23,3) kombine puberte prekoks saptandı. Olguların 5’i kız (%35,7), 9’u erkekti (%64,3). Puberte tanı yaşı ortalama 6,81 ± 2,19 yıl, tanıda kemik yaşı 11,5 ± 1,9 yıldı. Kemik yaşı/takvim yaşı oranı (KY/TY) 60 KAH tanılı olguda 1,14 ± 0,29 iken, kombine puberte prekoks tanısı alanlarda bu oran 1,67 ± 0,62’ydi. Puberte tanı anında ortalama boy 131,7 cm ± 14,8, boy SDS 1,87 ± 1,48, vücut kitle indeks (VKİ) SDS 1,38 ± 1,14 idi. Kemik yaşına göre tahmini erişkin boy kızlarda ortalama 148 ± 6,5 (medyan 149,6) cm, erkeklerde ortalama 157,9 ± 13,1 (medyan 155,6) cm’ydi. On iki hastada CYP21A2, bir hastada CYP11B1 ve bir hastada DAX-1 mutasyonu mevcuttu. Tüm hastalar hidrokortizon ve dokuz hasta fludrokortizon tedavisi almaktaydı. Santral puberte prekoks tanısı konulduğunda son bir yıllık hidrokortizon dozu ortalaması 12,04 ± 2,39 mg/m2/gün ve 17-OH-Progesteron düzeyi medyan 26,8 (3,86 - 164) ng/ml’ydi. Hastaların izlemde son poliklinik kontrollerinde boy SDS 1,15 ± 1,79, VKİ SDS 1,45 ± 1,11 olarak tanı anına göre artmış, KY/TY oranı 1,38 + 0,45’e gerilemişti. Kızlarda tahmini erişkin boy medyan 155,03 cm, erkeklerde 160,7 cm olarak artmıştı. Sonuç: Konjenital adrenal hiperplazi hastalarında kombine puberte prekoks oranı %23’tü. Hastalarda GnRH analoğu tedavisiyle KY/TY oranında azalma ve tahmini erişkin boyda artış sağlanabilmesi nedeniyle fizik muayene ve öyküde puberte değerlendirilmesine önem gösterilmelidir. Anahtar Kelimeler: Konjenital adrenal hiperplazi, puberte prekoks

[S-18] Çocuklarda Metabolik Sendrom Ölçütleri ile Pentraksin-3 Seviyelerinin İlişki Eda Somuncu1, Zühal Örnek1, Hakan Kardeş1, Mustafa Umut Somuncu2 1Zonguldak Bülent Ecevit Üniveristesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Zonguldak 2Zonguldak Bülent Ecevit Üniveristesi Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Ana Bilim Dalı, Zonguldak Giriş-Amaç: Obezitenin komplikasyonu olan metabolik sendrom (MetS) çocuklarda hızlı bir artış göstermektedir. Obezitenin, dolaşımdaki pentraksin-3 (PTX-3) seviyeleri ile ilişkisini inceleyen birkaç çalışmada pozitif korelasyon varken, diğer çalışmalarda farklı bulgulara ulaşılmıştır. Bu çalışmada obez ve sağlıklı çocuklarda serum PTX-3 seviyelerinin tespiti ve MetS kriterleriyle ilişkisini belirlemeyi amaçladık. Materyal-Metod: Ekim 2019-Nisan 2020 tarihleri arasında Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği’ne başvuran yaşları 10-18 yıl arasında değişen obezite tanısı almış 72 hasta ve 33 sağlıklı çocukla kontrol grubu oluşturuldu. MetS tanısı modifiye Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) kriterlerine göre konuldu. Katılımcılar obez ve MetS olanlar (OM+), obez ama MetS olmayanlar (OM-) ve kontrol grubu olarak üçe ayrıldı. Hemogram, glukoz, insülin, kan lipidleri ve PTX-3 düzeylerine bakıldı. Karaciğer (KC) yağlanmasının tespiti için ultrasonografi yapıldı. PTX-3 düzeylerine göre de hastalar yüksek ve düşük olmak üzere iki gruba ayrılarak karaciğer yağlanması araştırıldı. Bulgular: Çalışmaya 37 hasta (17 erkek, 20 kız) OM+; 35 hasta (20 erkek, 15 kız) OM- ve 33 sağlıklı (21 erkek, 12 kız) toplam 105 çocuk katıldı. Çalışma populasyonumuzun %35,2‘si modifiye DSÖ’ye göre MetS kriterlerini karşıladı. OM+ hastalarda daha yüksek açlık insulini (p<0,001), insulin direnci için homeostatik model değerlendirmesi (p<0,001), trigliserid (p<0,001) ve daha düşük yüksek dansiteli lipoprotein (p=0,001) değerleri mevcuttu. PTX-3, OM+ olan grupta hem OM- grubuna göre hem de kontrol grubuna göre belirgin şekilde anlamlı yüksek bulundu (2607±3386, 662,1±812,4, 626,7±605,2 sırasıyla, p=0,002). PTX-3 seviyesine göre gruplar değerlendirildiğinde; yüksek PTX-3 grubunda obezite ve MetS’den bağımsız olarak daha fazla oranda karaciğer yağlanması sahip olan olgu tespit edildi ve istatistiksel olarak anlamlı idi (p=0,0006). Sonuç: Çocuk ve adölesan obezlerin MetS olanlarında PTX-3 yüksekliği mevcuttur. Çocuklarda MetS, yetişkin hayatta da önemli komplikasyonlara yol açabildiğinden, bu molekülün ölçümü obezite prognozunu belirlemede klinisyenlere katkıda bulunabilir. Anahtar Kelimeler: metabolik sendrom, obezite, pentraksin-3

[S-19] Çocukluk Çağı Obezitesinde Chemerin Düzeylerinin Araştırılması Anıl Er1, Mahmut Orhun Çamurdan2, Aysun Bideci2, Hamdi Cihan Emeksiz2, Nurullah Çelik2, Esra Döger2, Özge Yüce2, Peyami Cinaz2 1Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Ankara 2Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı, Ankara Amaç: Çocukluk çağı obezitesi prevalansındaki hızlı artış ve ilerleyen zamanda ortaya çıkabilecek diyabet, hipertansiyon, dislipidemi, koroner arter hastalıkları ile olan ilişkisi nedeniyle önemli bir halk sağlığı problemidir. Obezite ve ilişkili hastalıkların moleküler patogeneziyle ilgili araştırmalarda adipoz doku kaynaklı adipokin adı verilen immünometabolik aracılar tanımlanmıştır. Bunlardan biri olan chemerin ile ilgili hayvanlar ve erişkinler de yapılan çalışmalarda obezitede artmış düzeyler saptanmıştır. Chemerin düzeyinin vücut yağ parametreleri, inflamasyon belirteçleri, insülin direnci, hipertansiyon ve dislipidemi ile ilişkisi da gösterilmiştir. Ancak chemerinin özellikle çocuklarda ve adölesanlarda obezite ve ilişkili hastalıkların patogenezindeki rolü tam olarak anlaşılamamıştır. Çalışmamızda obez ve normal vücut ağırlığındaki sağlıklı çocuklarda serum chemerin düzeylerinin karşılaştırılması ve obezlerde chemerin ile vücut kitle indeksi, kan basıncı, insülin direnci göstergeleri, ipid profili ve hepatosteatoz ilişkisini değerlendirmek amaçlanmıştır. Yöntem-Gereçler: Bu kesitsel çalışmaya 7-16 yaş arası 60 obez ve benzer yaş ve cinsiyette 30 normal ağırlıkta sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Elektronik tartı ve Harpenden duvar stadiometresi kullanılarak antropometrik ölçümler yapılmıştır. İstirahat sonrası kan basınçları ölçülmüş, AAP rehberine göre hipertansiyon varlığı belirlenmiştir. 10 saat açlık sonrası sabah 08.30’da kan örnekleri alınarak serum chemerin, aminotransferazlar, kan şekeri, insülin, lipid parametreleri ölçülmüştür. AbdominalUSG’de steatoz varlığı araştırılmıştır. Bulgular: Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında obez grupta vücut ağırlığı, VKİ, kan basınçları, insülin, aminotransferaz, total kolesterol, LDL kolesterol ve chemerin düzeylerinin daha yüksek; HDL kolesterol düzeyinin düşük olduğu görülmüştür (Tablo1). Obez grubun %38,3’ünde hipertansiyon, %41,7’sinde hepatosteatoz, %41,7’sinde dislipidemi, %60’ında HOMA-IR’ye göre insülin direnci saptanmıştır. Hipertansiyon, hepatosteatoz, dislipidemi veya insülin direnci olan ve olmayan hastalarda chemerin düzeylerinde anlamlı fark bulunmamıştır (Tablo 2). Obezlerde serum chemerin düzeyi ile diğer parametreler arasında korelasyon saptanmamıştır. Sonuçlar: Çalışmamızda literatüre benzer şekilde obez çocuklarda chemerin düzeyi sağlıklı çocuklara göre belirgin yüksek saptanmıştır. Ancak chemerin düzeylerinin obezite ilişkili hastalığı olan ve olmayanlarda benzer olduğu görülmüştür. Chemerinin çocukluk çağı obezitesindeki rolünün anlaşılabilmesi için olgu sayısının yüksek olduğu prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: chemerin, çocuk, obezite

[S-20] Bıldırcın Yumurtası Bir Endokrin Bozucu Mudur? Özlem Sürekli Karakuş1, Sevil Arabacı Tamer2, Hilal Nişva Levent3, Sare Betül Kaygusuz4, Serap Demircioğlu4, Dilek Akakın3, Tülay Güran4, Berrak Ç. Yeğen2, Abdullah Bereket4 1Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul 2Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, İstanbul 3Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı, İstanbul 4Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Çocuk Endokrinolojisi ve Metabolizma Hastalıkları, İstanbul Giriş - Amaç: Son yıllarda endokrin bozucular adı verilen doğal hormon ve hormon benzeri etki gösteren kimyasallara maruziyetin endokrin sistem dengesini etkileyebileceği bildirilmekle birlikte, bu ajanların puberte başlangıcı üzerine etkileri hakkında yeterli veri bulunmamaktadır. Puberte prekoks bulguları ile başvuran kız çocuklarında gözlemlediğimiz artmış bıldırcın yumurtası (BY) tüketiminin olası endokrin bozucu etkisini, prematür telarşlı (PT) kız hastalar üzerinde retrospektif bir değerlendirme ve BY ile beslenen sıçanlarla yaptığımız deneysel bir çalışma ile araştırdık. Gereç-Yöntem: PT’li 6-8 yaş arası kız çocuklar (n=55) ve kontrol grubu olarak da glisemik kontrolü iyi olan 6-8 yaş arası Tip 1 Diyabetes mellitus tanılı kız çocuklarının (n=54) BY tüketim miktarları bir anket ile sorgulandı. Dişi Sprague-Dawley sıçanlara, postnatal 14. günden 30. güne kadar, orogastrik sonda ile BY (300 ve1000 mg/kg/gün) veya 17β-östradiyol (E2;50 μg/kg/gün) veya su (kontrol) verildi. Antropometrik ölçümleri ve vajinal açıklık zamanları belirlendi ve vajinal smearları değerlendirildi. Ötenaziyi takiben serum FSH ve östradiyol düzeyleri ölçüldü. Uterus ve overleri çıkarılarak tartıldı ve histopatolojik değerlendirme yapıldı. Veriler, one-way ANOVA ve kikare testi ile analiz edildi. Bulgular: PT grubunda, BY tüketimi kontrol grubuna kıyasla anlamlı olarak yüksekti (p<0,01). PT grubunun %18,2`sinde az, % 21,8`inde orta, ve %20`sinde yoğun tüketim var iken; kontrol grubunda %20,4 az ve %7,4 orta oranda tüketim saptandı (Şekil-1). E2 ve BY verilen sıçanların uterus (p<0,01) ve over (p<0,05) ağırlıkları, kontrol grubuna göre daha yüksekti. Vajinal smear analizi ve histopatolojik değerlendirmelerde kornifiye hücre sayısı (p<0,001) ve endometriyal gland sayılarının (p<0,05) kontrol grubuna göre, BY grubunda ve E2 grubunda artmış olması östrojenik aktiviteyi gösterirken (Şekil-2); FSH (p<0,05) ve östradiyol (p<0,01) düzeyinin de BY ve E2 gruplarında kontrol grubuna göre arttığı belirlendi (Şekil-3). Sonuçlar: Bıldırcın yumurtası tüketiminin PT’li kızlarda daha yüksek saptanması ve BY ile beslenen dişi sıçan yavrularında östrojenik etkiler gözlenmesi nedeniyle erken puberte belirtileri olan kızlarda bıldırcın yumurtasi tüketiminin sorgulanması gerektiğini düşünmekteyiz. *BAPKO (SAG-C-TUP-130219-0049) tarafından desteklenmiştir. Anahtar Kelimeler: Bıldırcın yumurtası, puberte prekoks, endokrin bozucular

[S-21] Çocuklarda Akut Lenfoblastik Lösemi Tedavisi Sonrası Endokrinolojik Komplikasyonlar Esra Döğer, Tülin Revide Şaylı, Vildan Koşan Çulha S.B Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji-Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Giriş: Çocukluk çağı akut lenfoblastik lösemisinde sağ kalım oranı giderek artmaktadır. İzlemde bu çocuklarda tedavinin geç etkileri olan çeşitli bozukluklar görülmektedir. Amaç: ALL tedavisi alan çocuklarda tedavi sonrası gelişebilecek endokrinolojik komplikasyonların belirlenmesi. Metod: Çalışmaya S.B Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji-Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Pediatrik Hematoloji Bölümünde ALL tanısı ile tedavi edilmiş ve yaşları 6 ile 22,5 yıl arasında değişen 31’i kız ve 29’u erkek olmak üzere 60 olgu alındı. Olguların puberte değerlendirmesi, antropometrik ölçümleri, kemik yaşı tayini yapılarak boy sapması, hedef boyları, öngörülen final boyları ve vücut kitle indeksleri hesaplandı. Serum IGF-1 ve IGFBP-3, FSH, LH, testosteron, östradiol, ACTH, kortizol, TSH, serbest T3 ve T4, kalsiyum, fosfor, alkalen fosfataz, parathormon ve 25(OH)2 D vitamini düzeyleri ölçüldü. Kemik mineral dansitesi DXA ile değerlendirildi. Bulgular: Hastaların genel özellikleri Tablo 1’de verilmiştir. Çalışmaya alınan olgularda patolojik boy kısalığı yoktu ancak 12 olgunun boyunun 3-10 p’de olduğu görüldü. 11 (%18,3) olguda hedef boyöngörülen boy farkı 5 cm’den fazla saptandı. Bu fark 5 yaş altında tanı alan olgularda anlamlı olarak daha belirgindi (p=0,029). Olguların %31,7’si obez, %15’i fazla kilolu saptandı. Erken ya da geç puberte olgusu yoktu. %20’sinde osteoporoz, %36,6’sında osteopeni mevcuttu. Radyoterapi alan grupta osteoporoz sıklığı istatistiksel olarak daha fazlaydı. Olguların %43,3’ünde D vitamini düzeyi düşük saptandı. Olgularda adrenal yetmezlik gözlenmezken %8,3’ünde subklinik hipotiroidi olduğu görüldü. Sonuç: ALL’li olgularda tedavi sonrası boy kısalığı, obezite, osteoporoz, hipotiroidi, puberte bozuklukları, infertilite, adrenal yetmezlik, diyabet gelişimi gibi endokrinolojik komplikasyonlar gelişebilmektedir. Bizim çalışmamızda boy kısalığı olmamasına rağmen olguların %20’sinde boyun 310p’de olduğu ve öngörülen boyun hedef boydan kısa kalabileceğini, bu etkilenmenin 5 yaştan önce tedavi başlanan hastalarda daha belirgin olduğunu gözlemledik. Olgularımızda obezite, osteoporoz ve osteopeni görülme sıklığı normal populasyona göre belirgin olarak artmıştır. Bu nedenle lösemi tedavisi sonrasında endokrin fonksiyonların düzenli aralıklarla izlenmesi önemlidir. Anahtar Kelimeler: ALL, endokrin komplikasyonlar

[S-22] Ailesel Hiperkolesterolemi Vakalarının Vücut Kitle İndeksi ve Bel Çevrelerinin Sağlıklı Çocuklar ile Karşılaştırılması Pınar Yılmazbaş1, Nafiye Emel Çakar2 1Sağlık Bilimleri Üniversitesi Prof Dr Cemil Taşçıoğlu Şehir Hastanesi, Çocuk Kliniği 2Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Prof Dr Cemil Taşçıoğlu Şehir Hastanesi, Çocuk Metabolizma Kliniği Giriş: Ailevi hiperkolesterolemi (AH), plazma düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) kolesterol düzeylerinde yükselmeye neden olan ve hayatın erken dönemlerinde kardiyovasküler hastalık (KVH) riskini arttıran bir hastalıktır. Kronik hastalıklarda vücut kitle indeksi (VKİ) ve bel çevresi (BÇ) değerleri obezite ve adipozitenin tanımlanmasında kullanılan değerlerdir. Ülkemizde AH vakalarının VKİ ve bel çevrelerini sağlıklı çocuklar ile karşılaştıran çalışma bulunmamaktadır. Çalışmamızın amacı, Çocuk Metabolizma Polikliniği’ne AH tanısı ile başvuran hastaların VKİ ve bel çevrelerine göre sınıflandırılmalarını, sağlıklı çocuklar ile karşılaştırmaktır. Materyal-Metod: Çalışmamız kesitsel bir çalışmadır. Çocuk Metabolizma Polikliniği’ne AH tanısı ile yönlendirilen, ve anne veya babasında hiperkolesterolemi bulunan 3-17 yaş arası çocuklar çalışma grubunu, Çocuk Sağlığı İzlem Polikliniğine başvuran, ailesinde hiperkolesterolemi bulunmayan 3-17 yaş grubundaki çocuklar kontrol grubunu oluşturmuştur. Katılımcıların VKİ ve bel çevreleri Türk çocukları için oluşturulmuş persentil eğrilerine göre sınıflandırılmıştır. Bulgular: Çalışmamız Ocak 2018-Mart 2020 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Ailesel hiperkolesterolemi tanılı 309 çocuk çalışma grubu olarak, 103 çocuk ise kontrol grubu olarak çalışmaya dahil edilmiştir. Gruplara göre olguların yaşları, boy, kilo, VKİ ve bel çevresi ölçümleri istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermemektedir (p>0,05). Gruplara göre olguların cinsiyet ve VKİ percentil dağılımları arasında istatistikse olarak anlamlı farklılık saptanmamıştır (p>0,05). Bel çevresi percentillerine göre gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmıştır (p<0,05); çalışma grubu olgularda 90 persentil üzeri görülme oranı yüksek iken, kontrol grubu olgularda 75-89 persentil oranı yüksek olarak saptanmıştır. Cinsiyetlere göre olguların VKİ percentil ve bel çevresi percentil dağılımları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmamıştır (p>0,05). Sonuç: Ailesel hiperkolesterolemi tanısı alan çocuk vakalarda VKİ’ne göre obezite yüzdesi sağlıklı çocuklardan farklı değildir. Ancak bölgesel yağlanmanın değerlendirildiği bel çevresi değerlerine bakıldığında bel çevresi 90. Persentil üzerinde olma oranı AH vakalarında, kontrol grubuna göre daha yüksektir. Ailesel hiperkolesterolemi vakalarının takibinde sadece VKİ değerleri ile takip yeterli değildir, bölgesel adipozitenin de değerlendirilmesi önemlidir. Anahtar Kelimeler: Ailesel hiperkolesterolemi, vücut kitle indeksi, bel çevresi

[S-23] Tekrarlayan Rabdomiyolizin Metabolik Nedeni; Karnitin Palmitoil Transferaz II Eksikliği Nafiye Emel Çakar Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Prof. Dr. Cemil Taşcıoğlu Şehir Hastanesi, Çocuk Metabolizma Bölümü, İstanbul Giriş: Çocukluk çağında rabdomiyoliz; enfeksiyonlar, travma ve aşırı egzersiz sonrası daha sık görülse de metabolik hastalıklara bağlı da olabilmektedir. Metabolik nedenler arasında lipid metabolizması bozuklukları ve glikojen metabolizması bozuklukları rabdomiyoliz ataklarına neden olabilir. Karnitin palmitoil transferaz II (CPT II) eksikliği, uzun zincirli yağ asitlerinin beta oksidasyonu kusurlu olduğu, otozomal resesif geçişli, rabdomiyoliz ataklarının en sık metabolik nedenlerinden biridir. Klinik, yenidoğan ve infantil dönemde şiddetli formda, okul çağı ve ergenlik döneminde daha hafif miyopatik form ile karşımıza çıkar. Karnitin-asilkarnitin ve idrar organik asit analizi tanıda yardımcı olabilir, ancak metabolik tetkiklerin normal olması hastalığın olmadığını göstermemektedir. Kesin tanı için genetik analiz yapılmalıdır. Materyal-Metod: 15/09/2018-15/12/2019 tarihleri arasında Çocuk Metabolizma polikliniğinde tanı alan CPT II eksikliği olgularımızı inceledik. Bulgular: On beş ay gibi kısa bir süreçte Çocuk Metabolizma Polikliniğimizde 5 adet CPT II eksikliği vakamız oldu. Hastalarımız 7-15.5 yaş aralığında olup, en sık başvuru şikayetleri tekrarlayan, enfeksiyon ve/veya açlık ile tetiklenen kas ağrısı ve yürüyememe idi. Atak esnasında idrar renginde koyulaşma olduğunu belirten hastaların serum alanin transaminaz (ALT) ve aspartat transaminaz (AST) değerlerinde yükseklik yanında kreatin kinaz (CK) yüksekliği belirgindi. Hastaların atak sırasında serum CK değerleri 55000-106400 U/L (normal 10-120 U/L) arasında değişiyordu. Nöromotor gelişimleri yaşları ile uyumlu hastaların atak dönemlerinde alınmış metabolik tetkikleri olmayıp, atak dönemi sonrasında CK seviyeleri, karnitin-asilkarnitin analizleri ve idrar organik asit analizleri normaldi. Hastaların tümünde anne-baba arasında akraba evliliği mevcuttu. Metabolik tetkikleri normal olan hastaların atak hikayelerinden CPT II eksikliği olabileceği düşünülerek gen analizi yapıldı. Üç hastamızda CPT II geninde en sık rastlanan p.S113L homozigot mutasyonu saptanırken, iki hastamızda yeni patojenik mutasyon saptandı. Sonuç: Tekrarlayan rabdomiyoliz ataklarının ayırıcı tanısında metabolik hastalıklar akılda tutulmalıdır. Ebeveynlerin akraba evliliği, geçmiş tıbbi öykü ve rabdomiyolizi tetikleyici faktörler dikkatli bir şekilde değerlendirilmelidir. Laboratuvar ve metabolik tetkiklerin normal olmasının CPT II eksikliğini dışlamadığı unutulmamalıdır. Şüphelenilen vakalarda CPT II eksikliği tanısı için genetik analiz yapılmalıdır. Anahtar Kelimeler: karnitin palmitoil transferaz II eksikliği, metabolik hastalık, rabdomiyoliz

[S-24] Hastaneye Yatırılan Olgularda Beslenme ve Risk Durumlarının STRONGKids ile Değerlendirilmesi Şule Gökçe, Aslı Aslan Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Amaç: Hastaneye yatırılan 2 ay ile 18 yaş arasındaki olguların değerlendirilmesinde STRONGKids tarama (Bozulmuş Beslenme Durumu ve Büyüme Riski İçin Tarama Testi) ile risk durumlarını saptamak, ilişkili olabilecek faktörleri irdelemektir. Yöntem: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Pediatri servisine 2017-2018 yılında yatan 2 ay ile 18 yaş arasındaki toplam 196 çocuk çalışmaya alındı. Olguların sosyo-demografik, klinik ve beslenme özellikleri kaydedildikten sonra beslenme risk skorları STRONGKids ile değerlendirildi. Olgular antropometrik ölçümleri sonrasında malnütrisyon durumlarına göre gruplandırıldı. Verilerin analizi için SPSS 21,0 programı kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 196 olgunun 140 (% 71.4)’u 2 ay-10 yaş arasında, 56 (%28.6)’si 11-18 yaş arasındaydı. Olguların 100 (% 51)’ü erkek, 96 (%49)‘sı kız, ortanca yaşları 56.5 ay (122 ay) idi. Olgular beslenme risk skorlama sistemi (STRONGKids) ile değerlendirildiğinde 24 (%12.2) olguda yüksek risk; 96 (%49) olguda orta risk; 76 (%38.8) olguda ise düşük risk saptandı. Olguların antropometrik değerlendirmeleri sonrasında 196 olgunun 114’ünde (%58.1) malnütrisyon saptanırken; 82 ‘sinde (%41.9) malnutrisyon saptanmadı. STRONGKids skorlama sistemi ile malnütrisyon eşlik eden ve etmeyen gruplar karşılaştırıldığında malnutrisyon eşlik eden grupta ortanca STRONGKids puanı 2 (2) iken malnütrisyon eşlik etmeyen grupta bu puan 0'dı ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001). Malnütrisyon saptanan olguların boya göre ağırlık Z skorları ile STRONGKids puanı arasında negatif yönde anlamlı korelasyon olduğu saptandı (p<0.001, r=-0.3). STRONGKids risk puanı arttıkça Z skorunda düşme ile malnütrisyonun saptanmasında iki parametrenin uyumlu olduğu gözlendi. Sonuç: Malnütrisyonda erken tanı ve tedavinin sağlanması için nütrisyon taraması, risk taşıyan bireylerin saptanmasında en basit ve kolay yöntemlerden biridir. Beslenme Risk skorlamaları ve antropometrik ölçümler ile malnütrisyonun saptanması hastalarda hem sağlıklı beslenme eğitimi hem de primer hastalığının tedavisine destek için oldukça önemlidir. Bu nedenle hastaneye herhangi bir nedenle yatırılan hastalarda detaylı beslenme anamnezinin alınması, skorlamalar ile riskin değerlendirilmesi ve var ise malnütrisyonlarının saptanması gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Çocuk, Malnütrisyon, STRONGKids

SÖZLÜ BİLDİRİ ÖZETLERİ TARİH SAAT SALON BİLDİRİLER BAŞKANLAR

: : : : :

18 Aralık 2020, Cuma 14.00 - 15.00 B S 25 - S 32 Demet Can Ümit Murat Şahiner

[S-25] COVID-19 Pandemisi Sürecinde, 0-24 Ay Arası Bebek ve Çocuklarda, BebekÇocuk İzlem Protokollerinin Uygulanabilirliğin Değerlendirilmesi Coşkun Fırat Özkeçeci, Ahmet Bolat Gulhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Etlik, Keçiören, Ankara Çocuklar bir ülkenin geleceği, umudu ayrıca toplumun en hassas grubunu da oluşturmaktadır. Bu nedenle en iyi koşullarda dünyaya gelmelerinin sağlanması, büyüme ve gelişmeleri için en uygun ortamın hazırlanması, geleceğe yönelik fiziksel, ruhsal, donanımların en iyi şekilde oluşturulması önemlidir. Bir kaç ay önce COVID-19 salgını ülkemize geldiği esnada öncelikle toplumu ve sağlık çalışanlarını korumamız gerektiği anlaşıldı ve derhal önlemler alındı. Ancak bu süreçte pandemi endişesiyle aileler evlerde kalmaya ve çocukları için sağlık kuruluşlarına başvurmamaya başladı. Aşılamanın ara verilmeden devam etmesi gerekiyor. Çocuk gelişiminin düzenli aralıklarla değerlendirilmesi gerekiyor. Çalışmaya, ülkemizdeki pandemi döneminde çocuğunun yaşı 0-24 ay arasında olan 180 aile dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen çocukların annelerinin yaş aralığı 20-41 olarak belirlendi. Annelerin %89.8‘i, babaların %88.1’i üniversite mezunu, ailelerin %28.8’i bu dönemde ruh sağlıklarının çok etkilediğini, en çok etkileyen durumların sırasıyla virüs bulaşma korkusu, çocuklarına virüs bulaştırma korkusu, gelecek kaygısı yaşaması olarak belirlendi. Dahil olan ailelerin %21.2’sinde ailede ya da yakınlarda COVID-19 PCR test pozitif hasta mevcut. Ailelerin %59.3’ü çocuğunun hastaneye başvurularının etkilendiğini, acil durumlar haricinde hastaneye başvurmadıklarını belirtti.%59.3’ü bebeğin vücut ölçülerinin değerlendirilmes için sağlık kuruluşuna başvurmadıklarını ölçümleri evde kendilerinin yaptıklarını belirtti. Ailelerin %8’i pandemi dönemine denk gelen rutin aşıları yaptırmadıklarını, %17,8’i kalça ultrasonunu yaptıramadıklarını, uygun dönemde olan bebeklerin %100’ünün demir ve d vitamini profilaksilerine başladığı, pandemi döneminde işitme taraması yapılması gereken bebeklerin %5.9’unun işitme testini yaptıramadıkları, uygun yaş aralığında olan bebeklerin %94.4’ünün diş kontrollerini yaptırmadığı, pandemi döneminde 9-15 aylar arasında olan bebeklerin %29.3’ünün kan kontrollerini yaptırmadığı tespit edilmiştir. Bebeklerin fiziksel değerlendirilmelerinin yapılması gerekiyor. Bu nedenle toplumun en hassas grupları olan bebekler ve çocukların pandemi sürecinde dahi olsa ihmal edilmemesi gereken fiziksel, ruhsal, davranışsal gelişimlerine yönelik sağlık hizmetlerine ailelerin uyumunun değerlendirilmesi, bir salgınla mücadele ederken aşı uygulamasının yapılamaması durumunda oluşabilecek başka bir halk sağlığı sorunu olan yeni bir salgının oluşmasının önlenmesi için toplumun bilinçlendirilmesi gerektiği açıktır. Anahtar Kelimeler: aşı, pandemi, sağlam bebek

[S-26] Ailelerin ve Astımlı Çocukların Hırıltı/Hışıltı Ataklarını Algılamalarındaki Farklılığın Değerlendirilmesi Ahmet Kan1, Emre Emre2, Kamil Yılmaz3, Mehmet Türe4 1Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Allerji ve İmmünoloji, Diyarbakır 2Hatay Devlet Hastanesi, Erişkin Alerji ve İmmünoloji, Hatay 3Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Diyarbakır 4Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Kardiyoloji, Diyarbakır Vizing (hışıltı, hışıltı atağı), hava yollarındaki daralmaya bağlı olarak genellikle ekspiryumda duyulan yüksek titreşimli müzikal bir sestir. Astımın en önemli bulgularından biridir. Dilimizde tam karşılığı yoktur ve hışıltı kelimesi sıklıkla kullanılmaktadır. Epidemiyolojik çalışmalarda ve klinik pratikte vizing genellikle göğüsten gelen hışıltı benzeri ses olarak tanımlanır.Aileler vizingi diğer solunum sesleri ile karıştırmaktadır, her zaman sadece ses olarak algılamamaktadırlar. Ayrıca duyulabilen diğer seslerle de (horlama, stridor) karıştırmaktadırlar. Astım tanısında ve prevelans çalışmalarında objektif testleri kullanmak zordur. Bundan dolayı ailenin verdiği vizing hikâyesine başlıca güvenilmektedir. Aileler şikayetlerini çocuklardan daha az bildirebilmektedirler. Aile ve çocuğun bildirdiği semptomlarda uyumsuzluk olması hem astım tanısını hem de epidemiyolojik verilerin sonuçlarını etkileyebilir. Bu çalışmada amacımız; ailelerin ve astımlı çocukların kendi tanımlarıyla ilgili karakteristik özellikleri saptamak ailelerin algısını hastanın algısı ile karşılaştırarak vizing tanımından sapmalara neden olan etkenleri ortaya koymaktır. Materyal-Metod: Anket tipi, kesitsel çalışma planlandı. Sonuçlar: Sosyodemografik bulgular şekil1 'de özetlenmiştir.Anne ve çocuklar arasında verilen cevaplarda kappa analizinde genel olarak orta düzeyde uyum saptandı (Şekil 2). Her iki grupta akla ilk gelen hışıltı/hışıltı atağının epidemiyolojik çalışmaların aksine göğüsten gelen ıslık sesi olmadığı anlaşıldı..Ailelerin hışıltı algılarıyla ilgili sonuçlar şekil 3,4,5'de sunulmuştur. Tartışma: Hışıltı kelimesinin hem aileler hem de çocuklar tarafından tek bir anlamının olmadığı, göğüsten gelen sesin de dahil olduğu çoklu belirtinin/duysal semptomun bir arada olduğu çoklu bir anlam taşıdığı anlaşılmıştır. Hışıltı/hışıltı atağı ile ilgili epidemiyolojik/anket tipi çalışmalarda çoklu anlamının dikkate alınması gereklidir. Ayrıca çocuk ve aile arasında hışıltı atağını tanımlamada ve anlamada istatiksel olarak anlamlı olmasa da sapmalar olduğu saptandı. Özellikle 10 yaş üstü çocuklarda hışıltı/hışıltı atağının değerlendirmesinde, anket çalışmaları yapılırken ISAAC sorularında korelasyon saptanması ve algılarının benzer olması nedeniyle ebeveynlerle birlikte çocuklarında çalışmalara dahil edilmesi hışıltı prevelansının saptanmasındaki sapmalarda azaltmada yardımcı olabilir. Mevcut tezimizi destekeleyebilecek daha geniş ve kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: Wheezing, astım, algı, göğüs, ses

[S-27] Rotavirus Aşısı, Besin Alerji Prevalansını Etkileyebilir mi? Nazmi Mutlu Karakaş1, Almina Arslan2, Ece Atalay2, Itır Aylı2, Zeynep İlayda Bağcı2, Sude Cesaretli2, Burcu Tahire Köksal3, Özlem Yılmaz Özbek3 1Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D. 2Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi 3Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Alerji Bilim Dalı Emzirme döneminde besin allerjisi (BA) görülme sıklığı dünya genelinde %6-8 olup, Türkiye’de %57 olarak bildirilmektedir. Çalışmamızın amacı, çocuklardan BA prevalansının rotavirus (RV) aşısı ile aşılanmış çocuklarda artıp artmadığının belirlemekti. Halen sağlam çocuk izleminde olan 681 bebeğin tıbbi dosyası retrospektif olarak incelendi. Tüm sağlam çocuk izlemlerini kliniğimizde yaptırmamış olan çocuklar ile bilinen gastrointestinal sistem hastalığı olan ve RV aşısı öncesi alerji tanısı almış çocuklar çalışma dışı bırakıldı. Çalışmaya dahil edilen 681 çocuğun ortalama yaşı 32,7±9,7 ay, ortalama doğum kilosu 3207 ±485 gr, doğum haftası 38,7±0,5 hafta ve cinsiyet oranı ise E/K:1,03 idi. Sadece anne sütü alma zamanı 4,92±0,88 ay ve ek gıda başlama zamanı 5,8±0,3 ay idi. Rotavirus aşılaması sonrası BA tanısı alan hasta sayısı 12 (%1,76) idi. 3 çocuğun aile hikayesinde allerji öyküsü vardı. BA tanısı alan 12 çocuğun 3’ü pentavalan aşı ile (n:104) ve 9’u monovalan aşı ile aşılandığı (n:507) öğrenildi. Pentavalan ve monovalan aşılama sonrası BA görülme sırasıyla %2,88 ile %1,55 idi. Pentavalan ve monovalan aşılama sonrası her iki grupta BA görülmesi istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0,05). 12 çocuğun 5’in de proktokolit, beşinde atopik dermatit ve ikisinde ürtiker öyküsü vardı. 6 çocukta sadece süte, 2 çocukta sadece yumurta, 3 çocukta her ikisine karşı ve bir çocukta kuruyemişe karşı allerji vardı. Bir çocukta anafilaksi öyküsü vardı. 12 çocuğun 9’unda kutanöz şikayetler varken, gaytada kan şikayeti olan toplam 21 çocuğun 4’ü bugruptaydı. Aşılama öncesi besin alerjisi tanısı alan ve çalışma dışı bırakılan çocuk sayısı 12 idi. Toplamda BA prevalansı %3,5 bulundu. Rotavirüs aşılaması sonrası besin allerjisi ve hatta inek sütü protein allerjisi prevalansında arttırdığı inanışının aksine çalışmamızda rotavirus aşılama sonrası besin allerjisi prevalansında anlamlı artış olmadığı gözlendi. Her iki aşı tipinde benzer oranlar olduğu görüldü. Dışkıda kan ve mukusun varlığının değerlendirmesi etkili yapılmalı ve anne sütünün kesilmesine kadar giden sıkı diyetlerin annelerin üzerindeki olumsuz etkileri göz önünde tutulmalıdır. Anahtar Kelimeler: rotavirus, aşı, besin alerjisi

[S-28] Alt Solunum Yolu Enfeksiyonu Nedeni ile Yatırılan Olgularda Adenovirus Enfeksiyonu Şule Gökçe1, Zafer Kurugöl2 1Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir 2Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Enfeksiyon Bilim Dalı, İzmir Amaç: Adenovirus, tüm dünyada epidemik, endemik veya sporadik olarak her yaşta görülebilen akut solunum yolu enfeksiyonlarına neden olan bir virüstür. Bu çalışmada alt solunum yolu enfeksiyonu (ASYE) olan ve etken olarak adenovirus saptanan olguların klinik ve laboratuvar özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Pediatri servisine 2015-2017 yılları arasında polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile Adenovirüs pozitif ASYE tanılı 1 ay-2 yaş arasındaki toplam 28 çocuk hasta çalışmaya alındı. Olguların sosyo-demografik, klinik ve laboratuvar özellikleri kaydedildi. Eşlik eden ek viral ajanlar ve altta yatan hastalıkların varlığı açısından olgular irdelendi. Verilerin analizi için SPSS 21,0 programı kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen ASYE tanılı 285 olgunun PCR sonucunda 28 (% 9.8)’inde Adenovirüs pozitif saptandı. Olguların 15 (% 53.6)’i erkek, 13 (% 46.4)‘ü kız, ortanca yaşları 7 ay (10 ay) idi. Olguların 9 (% 32.1)’unda akut bronşiolit, 19 (% 67.9)’unda pnömoni tablosu mevcuttu. Başvuru bulguları değerlendirildiğinde tüm hastalarda öksürük (%100) mevcut iken, >38 derece ateş sadece 5 (% 17.8) olguda vardı. Olguların % 89.2’sinde altta yatan bir hastalık mevcut değildi. Dokuz (% 32.1) hasta tekli adenovirus ile enfekte iken, 17 olgu ikili virüs (1 Coronavirüs, 2 Human metapomovirüs, 6 Rinovirüs, 5 Respiratory sinsityal virüs B, 3 Respiratory sinsityal virüs A), iki olgu ise 3’lü virüs (Parainfluenza+Rinovirüs ve Respiratory sinsityal virüs A+ Human metapomovirüs) ile enfekte idi. Yatış süreleri ortalama 7.2 ± 4.7 gündü. Olguların % 53.5’i ilkbahar ve yaz mevsiminde kliniğe yatırılmıştı. Olguların ortalama beyaz kan hücreleri 11.507 ± 4800/mm3, ortalama lenfosit yüzdesi ise 44.4 ± 17.9 idi. Sonuç: Alt solunum yolu enfeksiyonu olan olguların % 9.8’inde etiyolojik etken olarak Adenovirus saptanmıştır. Her ne kadar Adenovirüs enfeksiyonlarında sıklıkla yüksek ateş, farenjit, konjuktivit ve gastrointestinal bulgular ön planda olsa da alt solunum yolu enfeksiyonlarında özellikle ilkbahar ve yaz aylarında Adenovirüs enfeksiyonları göz önünde bulundurulmalıdır. Anahtar Kelimeler: Adenovirüs, Çocuk, Alt solunum yolu enfeksiyonu

[S-29] Komplike Olmayan Üst Solunum Yolu Enfeksiyonu olan Pediatrik Hastalarda Pelargonium Sidoides'in Etkinliği: Tek Kör, Randomize, Plasebo Kontrollü Çalışma Şule Gökçe, Burçe Emine Dörtkardeşler, Ali Yurtseven, Zafer Kurugöl Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir Giriş-Amaç: Üst solunum yolu enfeksiyonları (ÜSYE) çocukluk çağının en sık görülen hastalığıdır. Genellikle kendi kendini sınırlayabilen virüslerin neden olduğu bu hava yolu inflamasyonunda etkili bir tedavi henüz bildirilmemiştir. Bu çalışmanın amacı Pelargonium sidoides kök ekstresinin ÜSYE’de etkinliğinin olup olmadığını değerlendirmektir. Yöntem: Bir-18 yaş aralığında toplam 164 hasta çalışmaya dahil edildi. Pelargonium sidoides ekstresi (n=82) ve plasebo içeren preparatlar (n=82) ÜSYE tanılı 164 çocuk hastaya 7 gün boyunca verildi. Gruplar semptom skorlarına ve semptom şiddeti üzerine karşılaştırıldı ve değerlendirildi. İstatistiksel analiz için SPSS 21.0 paket programı kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 164 hastanın 93’ü (%56.7) erkek, 71’i (%43.3) kız, yaş ortancası 4.8 (5.2) yıl idi. Pelargonium sidoides kök ekstresi ile tedavi edilen grup plasebo grubu ile karşılaştırıldığında; tedavi grubunda 0. günden 7. güne kadar semptom skorlarında anlamlı düşüş olduğu; plasebo grubunda 0.62 puanlık bir azalmaya kıyasla tedavi grubunda semptom skorunda 0.85 puan azalma olduğu gözlendi (p = 0.018). “Öksürük sıklığı”nda azalma açısından gruplar değerlendirildiğinde; tedavi grubu 0. günden 3. güne kadar belirgin bir iyileşme gösterdi (p = 0.023). Yine tedavi grubu “kuru öksürük" açısından 0. günden 5. güne kadar plaseboya göre önemli ölçüde iyileşme gösterdi (p = 0.001). Kök ekstresinin, semptomların ilk 3 günde uygulanması ile plaseboya göre “burun akıntısı” ve “hapşırık” üzerinde etkili olduğu bulundu (p = 0.002). Semptomların ilk 24. saatinde tedavi verilen grup ile plasebo karşılaştırıldığında, kök ekstresinin plaseboya göre 0. gün ile 3. arasında belirgin bir üstünlüğü vardı (p = 0.011). Sonuç: Çalışmanın bulguları, Pelargonium sidoides'den elde edilen kök ekstresinin özellikle ilk 24 saatte uygulanması ile ÜSYE semptomlarını iyileştirdiği ve hastalığın süresini kısalttığını göstermiştir. Anahtar Kelimeler: çocuk, Pelargonium sidoides, ÜSYE

[S-30] Çocuklarda Koronavirüs 19 Hastalığının Klinik Seyri (Retrospektif Gözlemsel Çalışma) Ayberk Selek, Ahmet Bolat Sağlık Bilimleri Üniverstesi Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi Amaç: Şiddetli Akut Solunum Sendromu-Koronavirus-2 (SARS-CoV-2)'nin neden olduğu COVID-19 hastalığının pediatrik hastalardaki yaş, cinsiyet dağılımı ve klinik seyri hakkında bilgi vermek amaçlanmıştır. Yöntem: Mart 2020- Haziran 2020 tarihleri arasında hastanemizde yatırılarak izlemi yapılan Polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) yöntemi ile COVID-19 hastalığı tanısı kesinleşmiş olan 0-18 yaş grubu 60 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastaların yaş cinsiyet dağılımı, tanı anındaki şikayetleri, hastanede yatış süreleri ve hastalığın klinik seyri hakkında bilgi vermek amaçlanmıştır. Bulgular: Hastaların çoğu erkek (%61,7) olup yaş ortalaması 8,15 ± (5,4) yıldır. İki hastada alerjik astım ve Down sendromu olmak üzere kronik hastalık öyküsü vardı. Hastaların çoğunda (56 hasta, %93,3) SARS-CoV-2 ile enfekte aile bireyi öyküsü mevcut olup, tüm aile bireyleri enfekte olan 25 hasta (%41,7) mevcuttu. En sık semptomlar; miyalji (%55) ve ateş (%51,7) olup daha az sıklıkta ise tat koku bozukluğu (%31,7), ishal (%30), kuru öksürük (%21,7), boğaz ağrısı (%16,7), baş ağrısı (%10) ve döküntü (%10) idi. İki hastada miyalji nedenli göğüs ağrısı oldu. 15 hastada (%25) ise takip boyunca hiç semptom gelişmedi. Hastalarda komplikasyon gelişmedi. Hastaların hastanede yatış süreleri ortalama 9,73 (± 1,72) gün, 6 ile 13 gün arasında olup, ortalama PCR pozitiflik süresi 8,37 (± 1,85), en uzun PCR pozitiflik süresi 12 gündü. Sonuç: Yapılan çalışmalarda COVID-19 hastalığının çocuklarda daha hafif klinik seyir izlediği ve erkeklerde daha sık görüldüğü gözlenmiştir. Hastaların çoğunda SARS-CoV-2 ile enfekte aile birey öyküsü mevcuttur. Hastalarda gözlenen en yaygın semptomlar öksürük ve ateş olup, daha az sıklıkta ise baş ağrısı, kusma, halsizlik gibi spesifik olmayan semptomlar da görülmüştür. Ayrı hastalık çocuklarda semptom olmadan da seyredebilmektedir. Bizim çalışmamızda da literatürdeki çalışmalara benzer sonuçlar elde edilmiştir ancak hastalarımızda gözlenen en yaygın semptom miyalji olmuştur. Günümüzde SARS-CoV-2'nin neden olduğu COVID 19 hastalığının pediatrik hastalardaki etkileri hakkında sınırlı veri mevcuttur ve daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: COVID-19 hastalığı, klinik bulgular, pediatrik yaş grubu

[S-31] Sağlıklı Çocuklarda Suçiçeği Aşısının İmmünojenitesinin Değerlendirilmesi Zühal Ümit1, Ayşin Zeytinoğlu Türkeş2, Özlem İnce Bağ3, Tansu Aydoğan2, Zümrüt Şahbudak Bal1, Gizem Güner1, Ferda Özkınay1, Zafer Kurugöl1 1Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Enfeksiyon Bilim Dalı, İzmir 2Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı, İzmir 3SBÜ İzmir Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi EA Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı, İzmir Giriş: Ülkemiz Sağlık Bakanlığı çocukluk dönemi rutin aşı takviminde suçiçeği aşısı Ocak 2013 tarihinden itibaren 12. ayın sonunda tek doz şeklinde uygulanmaktadır. Ulusal aşı programımızda 2019 yılına kadar Oka suşunu içeren aşı kullanılmışken, 2019 Ocak ayından itibaren Oka suşu yerine MAV/06 suşunu içeren suçiçeği aşısı uygulanmaya başlamıştır. Oka ve MAV/06 suşları, her ikisi de VZV clade 2 genotip dalında yer almalarına rağmen, farklı gen sekanslarına sahiptirler. Dolayısıyla etkinliklerinin de farklı olması olasıdır. Materyal-Metod: Çalışmamıza Aralık 2018-Ekim 2019 tarihleri arasında suçiçeği aşısı uygulanmış 196 çocuk (Oka suşu içeren suçiçeği aşısı uygulanmış 98 çocuk ile MAV/06 suşu içeren suçiçeği aşısı uygulanmış 98 çocuk) dahil edildi. Serum örnekleri aşılama sonrası 4-8 hafta sonra alındı. İmmunojenite indirekt floresan yöntemi ile (Anti-VZV IIFT IgG, Euroimmun, Almanya) çalışılıp sonuçlar değerlendirildi. Sonuçlar negatif, zayıf pozitif, kuvvetli pozitif olarak raporlandı. Bulgular:Çalışmamıza, 12.ayda tek doz suçiçeği aşısı uygulanmış 13-14 ay arasında sağlıklı 196 çocuk alındı. Çalışma grubumuzdaki çocukların 110’u erkek (% 56), 86’sı (% 44) kızdı. Yaş ortalaması 13.6 aydı. Çalışma grubumuzdaki 196 çocuğun 98’ine Oka suşu içeren suçiçeği aşısı (Varivax), 98’ ine ise MAV/06 suşu içeren suçiçeği aşısı (Varicella Vaccine-GCC) uygulanmıştı. Oka suşu içeren suçiçeği aşısı uygulanmış 98 çocuğun 81’inde (%82,7) seropozitiflik saptanırken, MAV/06 suşu içeren suçiçeği aşısı uygulanmış 98 çocuğun 63’ünde (%64,3) seropozitiflik saptandı. MAV/06 suşu içeren suçiçeği aşısı uygulanmış çocuklarda Oka suşu içeren suçiçeği aşısı yapılanlara göre seropozitiflik oranı istatistiksel olarak anlamlı olarak düşük bulundu (p<0.05). Sonuç: MAV/06 suşu içeren suçiçeği aşısı yapılan çocuklarda seropozitiflik oranı Oka suşu ile aşılanan çocuklara göre düşüktür. Anahtar Kelimeler: immünojenite, MAV/06 suşu, OKA suşu, suçiçeği aşısı

[S-32] COVID-19 Pandemisinde Akut Respiratuvar Solunum Yolu Enfeksiyonu Nedeniyle Hastanede İzlenen Hastaların Viral ve Epidemiyolojik Profilleri Pembe Derin Oygar, Yasemin Özsürekci, Sibel Laçinel Gürlevik, Musa Gürel Kukul, Sare İlbay, Ali Bülent Cengiz, Mehmet Ceyhan Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyon Bilim Dalı Ankara Giriş: Ağır Akut Solunum Yolu İnfeksiyonları (SARİ) tüm dünyada beş yaş altı çocuklarda hastane yatışı ve mortalitenin önde gelen nedenleridir. Coğrafi farklılıklar olmasına rağmen, beş yaş altı hastalarda en sık neden respiratuvar sinsitiyal virus ile influenza virus olarak bildirilmektedir. Göreceli olarak yeni diyebileceğimiz insan metapnömovirusu (HMPV) ve insan bokavirusu (HboV) da son yıllarda SARİ etkenleri olarak bildirilmektedir. Yeni bir koronavirus olan SARS-CoV-2 COVID-19 hastalığı kapsamında SARİ’ ye neden olabilmektedir. Materyal-Metod: Çalışmamızda COVID-19 pandemisi süresince SARİ tanısıyla izlediğimiz 119 çocuk hastanın demografik özellikleri, SARİ’ye neden olan viral etkenlerin aylara göre dağılımı, hastane ve yoğun bakım yatışları, hastalık seyri ve sonuçları incelendi. Bulgular: COVID-19 olgularının artmasıyla mart ayı sonunda influenza vakalarının azaldığı gözlendi. RSV ve Influenza yoğun bakım yatışı ve mortaliteden en sık sorumlu ajanlar olarak bulundu. Çalışma sonunda toplam beş hasta kaybedildi. Bir hasta SARS-CoV-2 ‘ye bağlı gelişen miyokardit, protein C eksikliği olan bir hasta RSV B pnömonisi, bir hasta Influenza B’ye bağlı ensefalit, iki onkoloji hastası RSV A’ya bağlı gelişen pnömoni ve solunum yetmezliğine bağlı kaybedildi. HMPV ve HBoV’nin yoğun bakım yatışlarına neden olduğu görüldü. SARS-CoV-2’nin daha büyük yaştaki çocukları etkilediği gözlendi. Sonuç: Mevsimsel RSV influenza, hMPV ve HBoV yoğun bakım yatışı ve ölümle sonuçlanan SARi’ye sıklıkla neden olmaktadır. SARS-CoV-2 daha büyük çocukları etkilemekte, yoğun bakım yatışı gerektirecek ağır hastalık ve ölüme neden olabilmektedir. COVID-19 için alınan önemler, olasılıkla, bulaş yolunun benzer olması nedeniyle influenza olgularında beklenenden daha erken azalmaya neden olmuştur. Anahtar Kelimeler: çocuk, SARS-CoV-2, SARİ, virüsler

SÖZLÜ BİLDİRİ ÖZETLERİ TARİH SAAT SALON BİLDİRİLER BAŞKANLAR

: : : : :

19 Aralık 2020, Cumartesi 10.30 - 11.30 B S 33 - S 40 Erdal Yılmaz Fulya Gülerman

[S-33] Çölyak Hastalığı ve Tip 1 Diyabetes Mellitusu Olan Çocuklarda Pascal Dinamik Kontur Tonometre ve Optik Koherans Tomografisi Kullanarak Yapılan Göz Muayene Bulgularının Değerlendirilmesi Selim Dereci1, İlke Direkçi2, Semih Bolu3, Abdulvahit Aşık4, Ayşe Sevgi Karadağ2 1Adıyaman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Gastroenteroloji Bilim Dalı 2Adıyaman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Göz Hastalıkları Anabilim Dalı 3Adıyaman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalı 4Adıyaman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Çölyak hastalığı (ÇH) ve tip 1 diabetes mellitusu (T1DM) olan çocuklarda göz içi basıncı (GİB), oküler nabız amplitüdü (ONA), retina sinir lifi tabakası (RSLT), iç pleksiform tabakası (İPT), ganglion hücre tabakası (GHT) ve koroid kalınlık (KK) durumunun değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal-Metod: Bu çalışma yaş ve cinsiyetleri benzer olan ÇH ve T1DM hastalığına sahip14 hastanın 28 gözü ile 14 sağlıklı çocuğun 28 gözü karşılaştırılarak yapıldı. Her iki grubun GİB, ONA, RSLT, GHT, İPT ve KK dahil detaylı göz muayeneleri Pascal dinamik kontur tonometre ve optik koherans tomografisi kullanılarak yapıldı. Bulgular: Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında, çalışma grubunun GİB ve ONA değerlerinin istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek olduğu bulundu (p<0.05). Optik koherans tomografisi kullanılarak ölçülen GHT, İPT, RSLT ve KK değerlerinde her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (P>0.05) (Tablo-1). Sonuç: Çölyak Hastalığına bağlı artmış enflamasyon ve T1DM’un neden olduğu mikrovasküler değişikliklerin ortak etkisi sonucu bu hastalıklara sahip çocuklarda GİB ve ONA değerleri etkilenebilir. Non invaziv bir yöntem olan Pascal dinamik kontur tonometre bu hastaların erken dönem göz hasarının tespitinde kullanılabilir. Anahtar Kelimeler: Çölyak hastalığı, Göz içi basıncı, Oküler nabız amplitüdü, Tip 1 diyabetes mellitus

[S-34] Türk Çocuklarında Helikobakter Pilori için Bifidobakteriyum Laktis ile Birleştirilen Bizmut Bazlı Eradikasyon Tedavisinin Etkinliğinin ve Olumsuz Etkilerinin Değerlendirilmesi Ahmet Bolat1, Deniz Yaprak2, Melike Arslan3, Necati Balamtekin3 1Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi Ankara 2Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi Neonatoloji Ankara 3Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Gastroenterolojisi Ankara Giriş: Helicobacter pylori (H pylori) 'nin ortadan kaldırılması için kullanılan ilaçların pek çok yan etkisi vardır ve mikrobiyotanın dışarıdan probiyotiklerin yutulmasıyla yeniden yapılandırılması, H. pylori eradikasyonunda iyi etkilere sahiptir ve yan etkileri önler. Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya H. pylori gastriti tanısı almış 3-18 yaş arası toplam 136 hasta alındı. Çalışma grubundaki 56 hastaya PPI (Proton Pompa İnhibitörü) -Lansoprazol (1 mg/kg/gün), amoksisilin (iki dozda 50 mg/kg/gün), metronidazol (20 mg/kg/gün, iki doz) verildi ve bizmut subsalisilat (262 mg, 10 yaş hastalarda günde dört defa, 10 yaş üstü hastalarda günde dört defa 524 mg) ve 14 gün ek olarak Bifidobacterium lactis B94 uygulandı. Kontrol grubundaki seksen hasta aynı antibiyotik kombinasyonunu aldı, ancak probiyotik almadı. Hastalardan semptomlardaki değişiklikleri, ilaçların yan etkilerini (bulantı, kusma, ishal, kabızlık, epigastrik ağrı, tat alma anormallikleri) içeren ayrıntılı bir anketi düzenli olarak cevaplamaları istendi. Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 14,2 ± 2,9 yıldı ve 88'i (% 64,7) kadındı. Gruplarda en sık endoskopik bulgu antral hiperemi idi ancak grup 1 ve 2 arasında anlamlı fark yoktu (p = 0,5). En sık histopatolojik tanı gastritti; Grup-1'de sırasıyla% 87,5 ve Grup-2'de% 92,5. Antral ülser oranları Grup-1'de% 5,4, Grup-2'de% 6,3 idi (p = 0,5). Histopatolojik olarak, gruplar arasında H. pylori kolonizasyonunun şiddeti açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p = 0,08). Çalışma grubundaki 56 çocuktan 52'si, kontrol grubundaki 80 çocuğun 74'ü eradikasyon yaşadı. İki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p = 0,93). Tedaviye bağlı en sık karşılaşılan yan etkiler, sıklık sırasına göre karın ağrısı, tat anormallikleri ve iştahsızlıktı. Tedaviye bağlı epigastrik ağrı ve şişkinlik başlangıçta benzerdi, ancak 7. ve 14. günde kontrol grubuna göre çalışma grubunda önemli ölçüde daha düşük görünüyordu. Sonuçlar: Sonuçlarımız, ek probiyotik desteğinin eradikasyon oranını değiştirmediğini, ancak bizmut temelli dörtlü eradikasyon tedavisi ile tedavi edilen H. pylori enfeksiyonlu çocuklarda bazı spesifik gastrointestinal advers olayları azalttığını göstermektedir. Anahtar Kelimeler: H.pylori, Dörtlü tedavi, Probiyotik

[S-35] Pediatride Gözden Kaçan Bir Konu: Deglütoloji Müge Müzeyyen Çiyiltepe, Harun Ayas İstinye Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dil ve Konuşma Terapisi Bölümü, İstanbul Giriş: Deglütoloji, yutmanın fizyolojik yönü konusunda uzmanlaşmış bir bilim dalı olup yiyecek ve sıvıyı yutma işlemi için kullanılan tıbbi bir terimdir. Pediatrik olgular incelendiğinde yutma bozuklukları klinikte sıklıkla karşılaşılan ve nedenleri geniş bir yelpazede incelenen bir durum söz konusudur. Deglutolojinin tanı ve tedavisinde multidisipliner bir ekip görev alır. Materyal-Metod: 2019 Kasım-2020 Kasım tarihleri arasında yutma bozukluğu şikayetiyle kliniğimize başvuran ve yaşları 2 ay-11 yaş arasında değişen 128 pediatrik hastanın (91 Erkek, 37 kız; yaş ortalaması 3,9) anamnezi alınmış, Pediatrik Yeme Değerlendirme Aracı (PEDI EAT-10) uygulanmış, beslenme şekli, kıvamı ve yakınmaları belirlenmiştir. Yutma aletsel değerlendirme aracı olarak 85 olguda ultrason, 128 olguda servikal oskültasyon ve 17 olguda da modifiye baryumlu yutma çalışması yapılmıştır. Bir olguda ise yüksek çözünürlü monometrik değerlendirme yapılmıştır. Bulgular: Değerlendirme sonrasında 8 olguda fagofobi, 27 olguda seçici beslenme (blender bebek) 93 olguda da orofarengeal faz disfaji gözlenmiştir. 20 olguda motilite bozukluğu ve 32 olgu da reflü tespit edilmiş ve farmakolojik tedavi uygulanmıştır. Tanıya bakıldığında %45’i prematür doğmuş; %15’i doğum sonrası kafa travması geçirmiş ve %40’ı ise genetik orijinli (DS, SLC21A5, Xq12-q13.3 duplikasyonu vb.)dir; %47’si prematür doğmuş ve genetik bozukluğu bulunan olguların ailelerinin %20’sinde akraba evliliği bildirilmiştir. Olguların PEDI-EAT-10 skor ortalaması 18 olup disfaji riski bulunmaktadır. Beslenme açısından bakıldığında terapi öncesi NG beslenme %23, OG beslenme %35, PEG beslenme %12, PO ise %58 olup kıvamlar yaşa uygun değildir. Ortalama 6-8 hafta olan terapi sonrası NG beslenme %2, PEG beslenme %3 ve PO beslenme %95 olmuştur. Blender bebek sayısı da %75 azalmış, seçici yemede de %48 iyileşme gözlenmiştir. Sonuç: Çocuğun beslenme ve yutma problemleri genellikle multifaktöriyel olup değerlendirme ve tedavi genellikle bir ekip gerektirmektedir. Dil ve konuşma terapisti, terapide erken yer aldığında gelişme optimal olmaktadır. Anahtar Kelimeler: Disfaji, yutma bozukluğu, deglütoloji, dil ve konuşma terapisi

[S-36] 1 Ay-5 Yaş Arası Çocuklarda İleri Hidrolize ve Amino Asit Formül Kullanımının İncelenmesi Ceren Dedebali1, Sinem Kahveci Çelik2, Gül Şeker2, Yeşim Öztürk2 1Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir 2Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Gastroenterolojisi Bilim Dalı, İzmir Giriş: Standart beslenmenin nutrisyonel ihtiyaçları karşılayamadığı durumlarda ve/veya primer hastalığın yönetiminde tıbbi beslenme tedavileri kullanılmaktadır. Kronik ve/veya ağır hastalığı olanlarda erken dönemde ve uygun beslenme desteğiyle mortalite ve morbidite oldukça azalmaktadır. Çalışmamızda ileri hidrolize (İHF) ve amino asit (AAF) formüller kullanılmış olguların klinik özellikleri, tedavinin nutrisyonel durum üzerine etkileri incelenmiştir. Materyal-Metod: Bölümümüzde, İHF ve AAF başlanan, yaşları 1 ay-5 yaş arasındaki olguların tıbbi kayıtları geriye dönük incelenerek, primer hastalıkları, formula başlama endikasyonları, beslenme öyküsü, veriliş yolları, formula kullanımı sırasında gastrointestinal yakınmaları, nutrisyonel antropometrik ölçümleri incelenmiştir. Bulgular: Dahil edilme kriterlerine uygun 137 olgudan, verileri kullanılabilir 90 çocuk çalışmaya alındı. Olguların 50’si erkek (%55.6), 40’ı kız (%44.4), yaş ortalaması 9.9 ±11.7 aydı (1-59 ay). Yirmi-üç olguda (%25.6) besin alerjisi, 21’inde (%23.3) malabsorpsiyon, 20’sinde (%22.2) kistik fibrozis, 20’sinde (%22.2) kolestaz, 6’sında (%6.7) kısa bağırsak sendromu nedeniyle İHF/ AAF başlanmıştı. Olguların 36’sına (%40) AAF, 54’üne (%60) İHF verilmişti. Olguların 71’i (%78.4) oral, 14’ü (%15.6) nazogastrik tüp, 5’i (%5.6) perkutan endoskopik gastrostomi yoluyla beslenmişti. Olguların %10’ununda tüm nutrisyonel ihtiyaçlar bu formüllerle, geri kalan olgularda ise yaşına ve primer hastalığına uygun beslenme rejimlerinin yanı sıra kullanılmıştı. Formüllerin kullanım süreleri 18.4 ±21 aydı (1-120 ay). Formül başlandıktan sonraki 1., 3., 6., 15., ve 18. aylarda vücut ağırlığı SDS’lerinde (p<0.05), boy SDS’lerinde 1.,3., 6. ve 18. aylarda (p<0.05), vücut kitle indeksi SDS’lerinde izlemlerinin 6., 15. ve 8. aylarda artış gözlendi (p<0.05); (Şekil 1). Başlangıçta malnütrisyonu olan olguların tedavinin 3. ayında %43’ü, 6. ayda %64’ü, 15. ayda %67’si, 18. ayda %80’inde malnütrisyon tedavi edilmişti (p<0.05); (Şekil 2). Kullanım sırasında belirgin gastrointestinal yakınmalar gözlenmedi. Sonuç: İHF ve AAF, 1 ay-5 yaş arası besin alerjisi, kistik fibrozis, kronik kolestazı olan çocuklarda, nutrisyonel antropometrik verilerde artış sağlamakta, 18 aylık izlem süresinde %80 oranında malnütrisyonu düzeltmektedir. Anahtar Kelimeler: Amino asit formül, besin alerjisi, beslenme yolu, çocuk, ileri hidrolize formül, kısa bağırsak sendromu, kistik fibrozis, malnütrisyon

[S-37] Miyoperikardit Vaka Serimiz Dilek Giray, Yasemin Nuran Dönmez SBÜ Van Bölge Araştırma Hastanesi, Çocuk Kardiyoloji Ana Bilim Dalı, Van Amaç: Pediatrik yaşta göğüs ağrısı, çarpıntı ve nefes darlığı gibi belirtilerle birlikte troponin yüksekliği ve ST elevasyonu erişkinlerin aksine akut miyokard infarktüsünden çok miyoperikarditi düşündürür. Bu çalışmanın amacı çocuk kardiyoloji kliniğimizde miyoperikardit tanısı konulan hastaların değerlendirmesidir. Metod: Çalışmada Ocak 2019- Ekim 2020 aralığında kliniğimize myoperikardit tanısı ile takibi yapılan 28 hastanın dosya kayıtları retrospektif olarak taranmıştır. Bulgular: Hastaların (7 kız/21 erkek) yaşları 2 ay-17 yaş arasında değişmekteydi. Başvuru şikayeti hastaların 18’inde ani başlayan göğüs ağrısı, 3’ünde yüksek ateş, 2’sinde nefes darlığı, 2’sinde çarpıntı idi. Hastaların tamamında geçirilmiş üst solunum yolu enfeksiyonu öyküsü mevcuttu ve troponin T değerleri yüksekti. AST ve ALT değerleri ise 6 hastada yüksekti. Hastaların tamamında elektrokardiyogramda (EKG) değişikliği mevcuttu: 6’sının göğüs derivasyonlarında en az 2 birim ST elevasyonu, 5’inin tüm derivasyonlarda yaygın, 3’ünün D2 ve D3’de, 2’sinin aVL’de ST elevasyonu, 7‘sinin göğüs derivasyonlarında T negatifliği izlendi. Üç hastanın EKG’sinde sinüs taşikardisi, 2 hastada supraventriküler taşikardi görüldü. Ekokardiyografik değerlendirmede kalp kasılması 25 hastada normal sınırlardaydı, 3 hastada ise ejeksiyon fraksiyonu düşük ölçüldü. Dört hastada mitral kapak prolapsusu ve birinci dereceden mitral kapak yetersizliği, iki hastada triküspit yetersizliği, beş hastada ise 6-10mm olan perikardiyal effüzyon izlendi. Olgulardan birine EKG’deki ST segment yüksekliğinde artış olduğundan koroner anjiografi yapıldı, ancak koroner arterler normal olarak değerlendirildi. Bir hastaya ağrısı şiddetle devam ettiğinden kardiyak MRI çekildi ve koroner artrelerin intramural seyrettiği görüldü, cerrahiye yönlendirildi. Yatak istirahatinin yanında 12 hastaya ibuprofen, 5 hastaya kolşisin, 1 hastaya beta-bloker tedavisi başlandı. Kardiyak enzimler ortalama 3.günde maksimum değere ulaşıp, 4-7.günde normal sınırlara gerilemişti. EKG bulguları düzelen, kardiyak enzimleri normal sınırlara gerileyen hastaların taburculuğu yapıldı, poliklinik kontrollerinde yakınmaları olmadı. Sonuç: Göğüs ağrısı, çarpıntı ve nefes darlığı çocuk kardiyoloji polikliniklerine sık başvuru şikayetlerindendir. Sıklıkla kalp dışı nedenlere bağlı olmakla birlikte kardiyak enzim yüksekliği ve/veya EKG değişikliği olan hastalarda ayrıntılı kardiyak muayene yapılması ve tanıda miyoperikarditlerin akılda tutulması önemlidir. Anahtar Kelimeler: Ekokardiyografi, miyoperikardit, ST değişikliği

[S-38] Sydenham Koresi Tanısı Alan Olgularda Kalp Tutulumu ve Takibi Nurdan Erol, Merve Özen, Abdulkadir Bozaykut İstanbul SBÜ Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi,Çocuk Kliniği İstanbul Giriş: Sydenham koresi; ani, istemsiz, aritmik, koreik ve amaçsız hareketlerle karakterize santral sinir sistemi hastalığıdır. Akut romatizmal ateşin geç ve majör belirtilerindendir. Kore tek majör kriter olarak romatizmal ateş tanısı konulmasını sağlamasına rağmen bazı olgularda kore bulgularına kardit bulguları eşlik edebilmektedir. Bu çalışma; kore geçiren olgularda kardit bulgularını ve bu bulguların takibini değerlendirmek amacıyla planlandı. Materyal-Metod: Kasım 2015-Kasım 2020 döneminde hastanemiz çocuk kliniğinde yatan veya başka merkezde tanı konulup kliniğimiz çocuk polikliniği ve çocuk kardiyoloji polikliniğinde takip edilen Sydenham koresi geçirmiş olgulara ait bulgular hastane kayıtlarından retrospektif olarak tarandı. Verilerin analizi için SPSS 21 istatistik programı kullanıldı. Bulgular: Çalışma grubu 23 kız (%82), 5 (%18) erkek olmak üzere 28 olgudan oluşmaktadır. Olguların ilk tanı anındaki yaşları 5,5 ile 14,92 yıl arasında değişmektedir. Takip süreleri 1 ay ile 75 ay arasında değişmektedir. 7 olguda artrit (%25), 23 olguda (%82) kardit bulgusu koreye eşlik etmektedir. Laboratuar tahlilleri de değerlendirilmiştir. (Tablo 1) Karditlerin 10’unda (%43) iki kapak tutulumu, 13’ünde (%56) tek kapak tutulumu ile seyretmiştir. Olguların kapak tutulumunun 10’nunda hafif, 9’unda orta, 4’ünde ağır derecede olduğu görüldü. Kardit bulguları takip edilebilen 22 olgu içinden 10 olguda (%45) kapak tutulumunun azaldığı,7 olgunun (%32) bulgularının arttığı veya aynı kaldığı, 5 olguda (%23) var olan kapak tutulumunun kaybolduğu görülmüştür. Kapak tutulumu olmayan olguların birinde takipte kapak tutulumu gelişmiştir. Olguların tümü tedavide ve takibinde benzatin penisilin almıştır. Kore tedavisinde olguların 19’unda haloperidol 14’ünde valporik asit kullanıldı. Beraberinde olan kardit için 5 ‘i aspirin, 7’si kortizon tedavisi almıştır. Sonuç: Olgularımızın çoğunluğunu kız hastalar oluşturmaktaydı. Çalışma grubumuzda kore ile kardit beraberliği önemli oranda görülmüştür. Bunun nedeni bu olguların bir kısmının romatizmal ateş rekurrensi ile ilişkili olabilir. Diğer bir neden de kardiyoloji poliklinik takiplerinin olması nedeniyle kalp bulguları daha sık görülmüş olabilir. Koreli olguların çoğunda kardit bulgularının devam etmesi kore olgularında profilaksisinin önemi artırmaktadır. Anahtar Kelimeler: Sydenham koresi, kardit, romatizmal ateş

[S-39] Hastaneye Yatan Hastaların Beslenme Riskleri ve Sağlık Risk Algılarının Değerlendirilmesi Semra Birdane, Aliye Gülbahçe, Selda Bülbül Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Beslenme ve Metabolizma Ana Bilim Dalı, Kırıkkale Giriş-Amaç: Travma, hastalık, ameliyat gibi vücut savunmasının azaldığı ve yıkım sürecinin başladığı zamanlarda beslenme durumu önem taşır. Bu durumda, beslenme desteği tedavinin önemli bir bileşeni olarak kabul edilmektedir. Sağlıksız vücut ağırlıkları (obezite veya malnutrisyon) hastalık dönemlerinde mortaliteyi artırabilir. Hastaların mevcut durumuna ilişkin risk algısı da tedaviye uyumu etkileyen bir diğer faktördür. Bu çalışmada hastanede yatan hastaların beslenme durumunu, Nutrisyonel Risk Taraması NRS-2002 ile beslenme risklerini ve mevcut durum risk algılarını değerlendirmek amaçlanmıştır. Metod: Bu kesitsel tanımlayıcı çalışmaya KÜTF Hastanesinde yoğunbakım üniteleri dışında yatan hastalar alınmıştır. Gönüllülere tanımlayıcı özellikleri, hastaneye yatış nedenleri, beslenme sağlık risk algı derecelendirmesi [4 soruda hastadan 1 den 7 ye kadar risk derecelendirmesi (1 “Hiç risk yok” ve 7 “Çok risk Var”)] bölümlerinden oluşan bir anket verilmiş, beslenme risk değerlendirmesi için NRS2002 testi uygulanmıştır. Bulgular: Çalışmaya katılan 200 hastanın (% 57.5 kadın) yaş ortalaması 21±3.79 yıl (10 – 24 yıl) olup, BKI’ine göre %4.5’i (n=9) zayıf, %81,0’i (n=162) normal, %14.5’i (n=29) şişmandır. Risk algısı derecelendirme puanlarına göre; kendi hastalığına yönelik (3±1.44), kilosuna yönelik (2±1.60) ve mevcut sağlık probleminin ve beslenme durumunun ileri dönemde sağlığına yönelik risk algıları (3±1.78 ve 3±1.82) düşüktür. Hastaların risk algısı puanları cinsiyete ve eğitim düzeyine göre farklılık göstermemektedir. 200 hastadan 40’ının NRS-2002 puanlaması “Skor>=3 “Hasta nutrisyon riski altındadır ve bir nutrisyon planı başlatılır”, 8’inin skoru ise “Skor<3 “Haftada bir taranmalı, eğer majör operasyon planı varsa yine bir nutrisyon planı gerçekleştirilmelidir” şeklindedir. Diğerlerinde risk yoktur. Sonuç: Çalışmamızda NRS-2002’ye göre hastaların %20’si malnütrisyon riski altındadır. Bu hastalarda beslenme riski olmasına rağmen risk algısı genel olarak düşüktür ve hastalar içinde bulundukları durumun getireceği sağlık komplikasyonlarının farkında değildirler. Hastanede yatan hastalarda mevcut hastalıklarına ek olarak nutrisyon durumundaki bozukluklar morbidite ve mortaliteyi artırır. Bu nedenle, yatan her hastaya her hafta nutrisyon riski taramasının yapılması ve önlem amacıyla bu hastalara bir beslenme programının uygulanması uygun olacaktır. Anahtar Kelimeler: risk algısı, beslenme durumu

[S-40] Malnutrisyonlu Çocuklarda Albümin ve İskemik Modifiye Albumin Düzeylerinin Değerlendirilmesi Ahmet Güzelçiçek, Mahmut Demir Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Amaç: çocuklarda büyüme için beslenme ihtiyaçlarının önemi nedeniyle, yetersiz beslenme malnütrisyona önemli ölçüde sebep olmaktadır. İskemik Modifiye Albümin (İMA); serum albümini iskemik kalp dokuları ile temas ettiğinde ortaya çıkan, yeni bir iskemi göstergesidir. Birçok akut durumun ölçülmesinde kullanılmakta olan IMA, çocuklarda akut malnütrisyon ölçümü için şimdiye kadar kullanılmamıştır. Bu çalışmanın amacı; çocuklarda malnütrisyon göstergesi olarak kullanılıp kullanılamayacağını ortaya koymak adına, malnütre çocuklarda albümin ve IMA düzeyi araştırıldı. Yöntem: Aralık 2019-Mayıs 2020 tarihinde Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’ne başvuran 84 çocuk (41 erkek ve 43 kız, ortalama yaş (SS): 6,18 (3,89); 0,92-16,75 yıl) çalışmaya dahil edilmiştir. Muayene edilenlerin VKI 18.5'in altında olan çocuklar, “malnütre” olarak kabul edilmiştir. Kolmogorov-Smirnov testi ile, Değişkenlerin Normalliği hipotezi kabul edilmiştir. Farklı durum seviyelerindeki değişkenlerin ortalamaları arasındaki farkın incelenmesi için, T-testi ve PhiKorelasyonu kullanılmıştır. Farklı seviyelerdeki Albümin ve IMA değerleri ile değişkenler arasındaki ilişkinin incelenmesi için ANCOVA kullanılmıştır. Bulgular: Çalışma grubunda albümin miktarı 4,10-5,15 (ortalama ± SD 4,82 ± 0,17) aralığında değişirken, İMA aralığı 0,56-1,25 (ortalama ± SS 0,74 ± 0,13) olarak hesaplanmıştır. Kontrol grubuna ait albümin miktarı 4,19-5,19 (ortalama ± SD 4,83 ± 0,18) aralığında değişirken, İMA'nın 0,44-1,11 (ortalama ± SS 0,67 ± 0,13) aralığında olduğu tespit edilmiştir. malnütre çocuklara ait albümin değerleri ile sağlıklı çocuklara ait albümin değerleri (p-değeri = 0.752) arasında anlamlı bir farklılık tespit edilmemiştir. Bununla birlikte, yetersiz beslenen çocuklarda IMA düzeyinin, sağlıklı çocuklara kıyasla önemli ölçüde daha yüksek (p-değeri = 0.19) olduğu görülmüştür. Sonuç: İki grup arasında albümin bakımından anlamlı bir farklılık bulunmamakla birlikte; malnütre çocuklarda İMA’nın, sağlıklı çocuklara kıyasla önemli ölçüde yüksek olduğu tespit edilmiştir. Anahtar Kelimeler: albumin, cocukluk dönemi, iskemik modifiye albumin, malnutrisyon

SÖZLÜ BİLDİRİ ÖZETLERİ TARİH SAAT SALON BİLDİRİLER BAŞKANLAR

: : : : :

19 Aralık 2020, Cumartesi 14.00 - 15.00 B S 41 - S 48 Selin Aytaç Eyüpoğlu Arzu Okur

[S-41] COVID-19 Pandemisi Sırasında Bakteriyel Enfeksiyonlar: Klinisyenlere Ampirik Antimikrobiyal Tedavi için Rehberlik Edebilir mi? Sibel Laçinel Gürlevik1, Yasemin Özsürekci1, Pembe Derin Oygar1, Özlem Tekşam2, İsmail Ulusoy3, Ali Bülent Cengiz1, Mehmet Ceyhan1 1Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Enfeksiyon Bilim Dalı, Ankara 2Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Acil Bilim Dalı, Ankara 3Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Ankara Giriş: Viral enfeksiyonlar sırasında sekonder bakteriyel enfeksiyonlar artmaktadır. Bu da viral enfeksiyona bağlı hastane yatışlarının, mortalitenin artmasına neden olmaktadır. Ağır/kritik COVID19 hastalarında antiviral tedaviye ek olarak erken antimikrobiyal tedavinin SARS-CoV-2’ye eşlik edebilecek bakteriyel etkenleri kapsaması önem taşımaktadır. Ancak SARS-CoV-2’ye eşlik eden bakteriyel enfeksiyonların prevalansı ve mikrobiyolojisi henüz netlik kazanmamıştır. Böyle bir çalışmanın COVID-19 pandemisinde hastaneye yatan hastalardaki bakteriyel patojenleri saptamada ve de akılcı antibiyotik kullanımında yol gösterici olacağını düşünerek bu çalışmayı yapmayı amaçladık. Yöntem: Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi’nde Mart-Temmuz 2020 tarihleri arasında bakteriyel enfeksiyonlara bağlı olarak yatırılan çocuk hastaların dosyaları ve laboratuvar kayıtları geriye dönük olarak değerlendirildi. SARS-CoV-2 pozitif hastalar ile SARS-CoV-2 negatif hastalar karşılaştırıldı. Kültürlerinde ve solunum yolu bakteriyel panel sonuçlarında bakteriyel etken saptanan ve bu nedenle tedavi alan hastalar çalışmaya dahil edildi. Bulgular: Çalışmaya 546 hasta dahil edildi. Hastaların 171’i SARS-CoV-2 pozitifti. SARS-CoV-2 pozitif hastaların 92’si (%53,8) kızdı ve yaş ortalaması 110.36 aydı. Bu hastaların 39’nun (%22,8) solunum yolu bakteriyel panelinde bakteriyel etken saptandı ve en sık etkenin S. Pneumoniae olduğu görüldü. Bir hastada E. Coli menenjiti, bir hastada da E. Coli’ye bağlı idrar yolu enfeksiyonu saptandı. COVID-19 tanısıyla takip edilen hiçbir olguda atipik bakteriyel etken saptanmadı. Hastaneye yatan SARS-CoV-2 negatif olan 345 hastanın 89’unda bakteriyemi, 152’sinde idrar yolu enfeksiyonu, 53’ünde solunum yolu bakteriyel patojen pozitifliği saptandı. İdrar yolu enfeksiyonunda en sık etken E. Coli (n=99, %65,2) iken bakteriyemisi olan hastaların yarıdan fazlasında kan kültüründe Staphylococcus spp. (n=52, %58,4) üremesi oldu. Akut gastroenterit nedeni ile izlenen hastaların 18’inde Salmonella grup D saptandı. Sonuç: Çalışmamızda COVID-19 tanısıyla yatırılan çocuk hastalarda en sık bakteriyel koenfeksiyonun S. pneumoniae olduğu tespit edildi. Erişkin literatürünün aksine atipik bakteriyel enfeksiyonlar görülmemiştir. Bu nedenle devam eden pandemi sürecinde COVID-19 tanısı ile takip edilen ve antimikrobiyal tedavi gereksinimi olan olgularda ampirik tedavi yaklaşımlarının bu bulgulara göre düzenlenmesi akılcı antibiyotik kullanımı açısından önem arz etmektedir. Anahtar Kelimeler: Bakteri enfeksiyon, çocuk, SARS-CoV-2

[S-42] Çocuklarda Servikal Lenfadenopatinin Değerlendirilmesi Nurhayat Yakut, Eda Kepenekli Marmara Üniversitesi İstanbul Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Bilimdalı, İstanbul Giriş ve Amaç: Servikal lenfadenopati (LAP) çocukluk çağında yaygın görülen bir bulgudur. En sık sebebi enfeksiyöz durumlar olmakla birlikte, altta yatan ciddi bir hastalık göstergesi de olabildiğinden yakın klinik takiplerinin ve etiyolojiye yönelik gerekli araştırmaların yapılması önemlidir. Bu çalışmada, çocuk enfeksiyon hastalıkları kliniğinde servikal LAP tanısı ile izlenen çocukların klinik özelliklerinin ve sonuçlarının incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Kasım 2017-Aralık 2019 tarihleri arasında hastanemiz Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları kliniğinde izlenen servikal LAP’li 82 hastanın kayıtları retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Çalışma süresince yaşları ortalama 6.9 (0.5-18) yıl olan toplam 82 hasta izlendi. Hastaların 32’si (%39) kız, 50’si (%61) erkek idi. Servikal lenfadenopatilerin 59 (%72) hastada unilateral, 23 (%28) hastada bilateral olduğu belirlendi. Hastaların hepsinde fizik imuayene ile 2 cm'den daha büyük servikal LAP saptandı. Ortalama semptom süresi 10.4 (2-30) gündü. Tanı anında hastaların 26’sında (%32) ateş, 18’inde (%22) tonsillofarenjit, 17’sinde (%21) boyunda hareket kısıtlılığı, 15’inde (%18) diş çürüğü,8’inde (%10) hepatomegali veveya splenomegali vardı. 48 (%59) hasta yatırılarak 34 (%41) hasta poliklinikte takip edildi. Ortalama hastanede yatış süresi 10.2 (0-28) gün olarak bulundu. Hastaların ortalama antibiyotik kullanım süresi 10.6 (7-28) gündü. Ortalama beyaz küre sayısı 12300 (2500-31900)mm3 olarak bulundu. Hastaların 33’üne (%40) nonspesifik lenfadenit, 15’ine (%18) orodental enfeksiyon, 14’üne (%17) Epstein-Barr virus enfeksiyonu, 8’ine (%10) orofarengeal enfeksiyon, üçüne (%4) tularemi, üçüne (%4) tüberküloz lenfadenit, üçüne (%4) Hodgkin lenfoma (HL), ikisine (%2) kedi tırmığı hastalığı ve bir (%1) hastaya ise nazofenks kanseri tanısı konuldu. Ayırıcı tanı amaçlı lenf nodu biyopsisi yapılan 12 (%15) hastadan dördünde (%33) reaktif hiperplazi, birinde (%8) kronik lenfadenit, üçünde (%25) nekrotizan granulomatöz lenfadenit, üçünde (%25) HL ve birinde nazofenks kanseri saptandı. Tartışma ve Sonuç: Çocukluk çağı servikal LAP’lerinin en sık nedeni nonspesifik enfeksiyonlar olmakla birlikte, hastaların klinik ve laboratuvar verileri ile yakın takibi, tüberküloz gibi spesifik enfeksiyonlar ve malignite açısından gerekirse lenf nodu biyopsisi yapılması gereklidir. Anahtar Kelimeler: servikal, lenfadenopati, çocuk

[S-43] Çocuklarda Salmonella Enfeksiyonları: Klinik Özellikler ve Antibiyotik Direnç Profilinin Yıllara göre Değişimi Kamile Ötiken Arıkan1, Gülsüm Güven Biten2 1İzmir Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Hastanesi, Çocuk Enfeksiyon Kliniği 2Ankara, Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi,Mikrobiyoloji Ünitesi Amaç: Bu çalışmanın amacı, üçüncü basamak bir hastanede Salmonella enfeksiyonu tansı alan çocuk hasta sayısının son 10 yıldaki değişimini ve antibiyotik direnç profilini incelemektir. Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmada, Ocak 2009 ve Temmuz 2019 tarihleri arasında Ankara Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi ‘ne ateş ve /veya akut gastroenterit kliniği ile başvuran ve gönderilen kan, idrar ve /veya gayta kültüründe Salmonella üremesi olan 18 yaş altı çocuk hastalar dahil edilmiştir, hastaların sosyodemografik, klinik özellikleri, Salmonella suşlarının serotip dağılımı,antibiyotik direnç profili kaydedildi. Bulgular: Çalışmaya ortanca yaşı 48.5 ay (4-191 ay) olan 68 (%50)’ i kız,68 (%50) ’ i erkek (K/E:1) olan toplam 136 hasta dahil edilmiştir. Salmonella izolatlarının 13 (%9,6)’ü bir yaş altında, 85 (%62,5) beş yaş altında, 51 (%37,5) beş yaş üstünde izole edilmiştir Salmonella üremesi olan numunelerinin 128 (%94,1) ‘i gayta kültüründen, 5 (%3,7)’i hem gayta hem idrar kültüründen, 3 (%2,2)’ü, kan kültüründen izole edilmiştir.Salmonella üremesi saptanan hasta sayısı 2008-2013 yılları arasında 50 (%36,8) iken, 2014-2019 yılları arasında 86 (%63,2) olarak saptanmıştır.En sık izole edilen serogrup A (%25,7) olmak üzere,serogrup B (%3,7), serogrup C (%0,7), serogrup D (%1,5) de izole edilmiştir. İzole edilen Salmonella türlerinde ampisilin direnci %15,4, trimetoprim sulfametaksazol direnci %5,1, siprofloksasin direnci %3,7, sefotaksim direnci % 2,2, seftriakson direnci %1,5,levofloksasin direnci %0,7 olarak saptanmıştır. Sonuç: Son 5 yılda Salmonella enfeksiyonlarında artış dikkat çekmiştir.Akut gastroenterit ile başvuran çocuk hastalarda özellikle kanlı-mukuslu ishal var ise Salmonella enfeksiyonları akla gelmelidir. Anahtar Kelimeler: Salmonella enfeksiyonları, serogrup, antibiyotik direnci, akut gastroenterit

[S-44] COVID-19 ile Enfekte Çocuk Hastalarda Prognozu Öngörebilecek Hematolojik Belirteçlerin Kullanımı Kamile Ötiken Arıkan, Süleyman Nuri Bayram, Aybuke Akaslan Kara, İlker Devrim İzmir Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Hastanesi, Çocuk Enfeksiyon Kliniği Giriş: ARS-CoV salgını ilk kez Çin Halk Cumhuriyeti’nin Wuhan kentinde nedeni açıklanamayan pnömoni vakaları şeklinde ortaya çıkmış ve hastalığın etkeni ancak 2020 yılı Ocak ayında Corona virüs ailesine ait bir virüs olarak izole edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) bu yeni tip Corona virüsü COVID-19 olarak isimlendirmiştir. COVID-19 tüm dünyaya hızla yayılmış ve yine Dünya Sağlık Örgütü tarafından 11 Mart 2020’de pandemi ilan edilmiştir. COVID-19 ile enfekte çocuk vakası ilk kez 20 Ocak’ta Çin Halk Cumhuriyeti’nde bildirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı’nca 2020 Nisan’da açıklanan verilere göre toplam vakaların %5’inden azı 15 yaş altı çocuklardan oluşmakta ve 5 yaş altı çocukların oranı %2 civarında görülmektedir.Cocuklarda COVID-19 ile ilgili çalışmalar sınırlı sayıdadır. Metod: Çalışmaya Mart-Kasım 2020 tarihleri arasında COVID-19 enfeksiyonu yanısı konan 18 yaş altı çocuk hastalar dahil edilmiştir.Hastaları klinik ve laboratuvar özellikleri, risk faktörleri kaydedilmiştir. Bulgular: Toplam 3878 kişi test edilmiş ve 353 (9.1%) kişiye COVID-19 enfeksiyonu tanısı konmuştur. Hastaların ortanca yaşı 9 yaş (4 gün -17 yıl) olarak kaydedilmiiştir.Onüç (%3.7) yenidoğan, oyuzüç (%9.3) süt çocuğu çalışmaya dahil edilmiştir. Vakaların klinik şiddeti; 9 (%2.5)’u asemptomatik,296 (%83.9) ‘sı hafif,41 (%11.6)’i orta,5 (%1.4)’i ciddi,2 (%0.6)’si kritik olarak kayıtedilmiştir. Ateş (n=196) en sık görülen şikayet iken, sonrasında sırasıyla öksürük (n=113), yorgunluk (n=50) görülmüştür. Hastaların 8’i (%2.3) yoğun bakımda takip edilmiştir. Artmış serum d-dimer, ferritin, C-reaktif protein, laktat dehidrojenaz ve lenfopeni, trombositopeni, hipoalbuminemi ağır kliniği olan hastalarda istatistiksel anlamlı olarak daha sık bulunmuştur (p<0.05). Sonuç: COVID-19 enfeksiyonu kliniği erişkinlere göre daha hafif seyfetmektedir. Ancak çocuklarda da multisistem inflamatuar sendrom gibi ağır kinik presentasyonlar görülebilmektedir.Çalışma sonuçlarımıza göre lenfopeni, artmış laktat dehidrojenaz, artmış C-reaktif protein, artmış ddimer,artmış notrofil/lenfosit oranı olan nastalarda ağır klinik görülme olasılığının daha çok olduğu saptanmıştır. Anahtar Kelimeler: COVID-19, klinik şiddeti, lenfopeni, multiinflamatuar sistem hastalığı, serum d-dimer, trombositopeni

[S-45] COVID-19 ilişkili Çoklu Sistem İnflamatuvar Sendrom ''MIS-C'': Türkiye'den İlk Bildiri Sibel Laçinel Gürlevik1, Yasemin Özsürekci1, Selman Kesici2, Pembe Derin Oygar1, Ümmüşen Kaya Akca3, Kübra Aykaç4, Dilek Karacanoglu2, Özlem Raıtaş Nakip2, Sare İlbay1, Banu Katlan2, Ali Bülent Cengiz1, Özge Başaran3, Burcu Ceylan Curayayla4, Jale Karakaya5, Yelda Bilginer3, Benan Bayrakcı2, Seza Özen3, Mehmet Ceyhan1 1Hacettepe

Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Enfeksiyon Bilim Dalı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Yoğun Bakım Bilim Dalı, Ankara 3Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Romatoloji Bilim Dalı, Ankara 4Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Enfeksiyon Birimi, Ankara 5Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyoistatistik Bilim Dalı, Ankara 2Hacettepe

Amaç: Çalışmamızda COVID-19 ilişkili Çoklu Sistemik İnflamatuvar Sendrom (MIS-C) tanısı almış çocukların tipik klinik ve laboratuvar bulguları ile tedavilerini açıklamayı amaçladık. Bu hastaların bulgularını ağır/kritik COVİD-19 tanılı hastalarımız ile karşılaştırarak aralarındaki farkları belirledik. Yöntem: Çalışmaya 26 Mart ve 3 Kasım 2020 tarihleri arasında Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi’ne başvuran, MIS-C ve ağır/kritik COVİD-19 tanısı alan 18 yaş altı çocuklar dahil edildi. Hastaların demografik, laboratuvar, görüntüleme verileri ve tedavi uygulamaları hasta kayıtlarından geriye dönük olarak değerlendirildi. Bulgular: Otuz MIS-C tanılı hasta ile 22 ağır/kritik COVID-19 tanılı çocuk hasta değerlendirildi. Bu hastalarda birçok ortak klinik ve laboratuar bulgu olmasına rağmen, MIS-C tanılı hastalarda ağır COVID-19 tanılı hastalara oranla ateş süresi daha uzun, döküntü konjonktival konjesyon, periferik ödem, karın ağrısı, letarji ve miyalji daha fazla oranda görülmüştür (her biri için p<0.001). MIS-C vakalarında miyokardiyal tutulum sıklığı %53,3 iken ağır COVİD-19 vakalarında bu oran %27,2 bulunmuştur. Ek olarak; özellikle konjonktival konjesyon ve döküntü varlığında, yüksek C-reaktif protein (CRP) ve düşük lökosit sayısı MIS-C tanısında bağımsız belirleyiciler olmuştur. Kortikosteroidler, intravenöz immünglobulinler (IVIG) ve biyolojik immünmodulatör tedaviler MIS-C vakalarında daha sık kullanılmıştır. Elli iki hastadan 3’ü (%5,7) kaybedilmiştir. Bu hastalardan biri Burkitt Lenfoma tanılı diğer ikisi ise hastanemize geç yönlendirilen kritik COVİD-19 tanılı hastaydı. Sonuç: Konjonktival konjesyon varlığında yüksek CRP (>12,36 mg/dl) ve düşük lökosit (1100/µL) değerleri MIS-C tanısı için iyi tanısal parametreler olarak değerlendirilebilir. Klinik bulgularda, akut faz yanıtlarında, organ tutulumunda ve tedavi yönetimindeki farklılıklar MIS-C’nin ağır COVİD-19 hastalığından farklı bir patogeneze sahip olabileceğini düşündürmektedir. Anahtar Kelimeler: COVID-19, çocuk, hiperinflamasyon, MIS-C, MIS-A

[S-46] Düşük Seviyeli Lazer Terapi Tedavisinin Kemoterapi Alan Çocuklarda Görülen Oral Mukositler Üzerindeki Etkinliğinin Değerlendirilmesi Serap Karaman1, Ayça Sarıca1, Serap Keskin Tunç2, Kamuran Karaman1 1Van YYÜ Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD 2Van YYÜ Diş Hekimliği Fakültesi, Diş ve Çene Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Çocukluk çağı lösemileri nedeni ile tedavi alan hastalarda, kemoterapi sonrası ağız içi mukozalarında görülen “Oral mukositlerin” (OM) tedavisi için topikal düşük seviyeli lazer terapisi (DSLT) uygulamasının etkinliği araştırıldı. Yöntem: Hastalar iki gruba ayrılmıştır, her iki grupta 20 olgu olacak şekilde randomize ayrılmıştır. Bir gruba oral mukozit tedavisi için sodyum bikarbonat ile topikal tedavi verildi. Diğer gruba DSLT ile tedavi uygulandı. Her iki grupta da mukozit geliştikten sonra uygulanan işlemlerin öncesinde ve sonrasında Görsel Ağrı Skalası (VAS) skorları ile Dünya Sağlık Örgütü tarafından belirtilen oral mukozit sınıflaması değerlendirildi. Bulgular: DSLT tedavisi uygulanan 20 hastanın %45’i (n=9) erkek, %55’i (n=11) kız, kontrol grubunun %30’u (n=6) erkek, %70’i (n=14) kızdır. Tedavi başlangıcı, tedavinin 1,2, 4. ve 11. gününde gruplar arasında OM sınıflama ortalaması bakımından anlamlı fark yokken, tedavinin 3, 5, 6 ve 7. günlerinde DSLT grubundaki hastaların OM sınıflaması istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha düşüktür. İstatistiksel olarak farkın olmadığı günler olan 4 ve 11. günlerde anlamlı olmamakla beraber DSLT grubundaki hastaların OM sınıflamasının daha düşük olduğu saptanmıştır. Başlangıçta saptanan OM sınıflama ortalaması zaman içerisinde DSLT grubundaki hastalarda daha fazla olmak üzere; hem DSLT grubunda (p=0,024), hem de kontrol grubunda (p<0,001) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde azalmıştır. Tedavi başlangıcında grupların VAS skoru arasında anlamlı fark yokken (p=0,260), tedavinin 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7 ve 11. günlerinde yapılan kontrollerde standart bakım grubu ile karşılaştırıldığında, DSLT grubunun VAS skor ortalaması istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha düşüktür (p<0,01). Başlangıçta saptanan VAS skor ortalaması zaman içerisinde DSLT grubundaki hastalarda daha fazla olmak üzere; hem DSLT grubunda (p<0,001), hem de kontrol grubunda (p<0,001) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde azalmıştır. Sonuç: Yapılan çalışmada DSLT uygulanan grupta hem VAS skalasına hem de DSÖ’nün oral mukozit sınıflamasına göre değerlendirildiğinde daha anlamlı olumlu sonuçlar elde edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Düşük Seviyeli Lazer Terapisi, Oral Mukozit

[S-47] Çocukluk Çağ Ailevi Akdeniz Ateşi Tanılı Hastalarda Eşlik Eden Komorbid Durumların ve Komplikasyonların Değerlendirilmesi Leyla Gizem Bolaç Özyılmaz, Betül Sözeri, Ferhat Demir Sağlık Bilimleri Üniversitesi İstanbul Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Romatoloji, İstanbul FMF, ateşe eşlik eden tekrarlayıcı artrit, erizipel benzeri cilt lezyonu ve serozit atakları ile karakterize, ülkemizde en sık görülen, monogenik otoinflamatuvar hastalıktır.Ataklar 6-72 saat aralığında sürer.Yakınma dışı dönemlerde hastalar tamamen semptomsuzdur.Hastaların çoğunluğunda kolşisin tedavisi yeterlidir.Hastaların %5’inde yeterli dozda kolşisin tedavisine rağmen 6 ay boyunca ayda 1 veya daha fazla atak olmakta ve kolşisin dirençli FMF olarak adlandırılmaktadır.Ayrıca ataksız dönemde yükselmiş akut faz reaktan düzeyleri, subklinik enflamasyonun devam ettiğini göstermektedir ve bu durum morbiditeye yol açmaktadır. SBÜ Ümraniye EAH Çocuk Romatoloji Polikliniği’nde FMF tanısıyla izlenen ve en az 6 aydır düzenli olarak takibe gelmiş 0-18 yaş arasındaki 600 hasta dahil edilmiş olup, başka bir merkezde takip edilen ve izlem suresi 6 aydan az olan hastalar çalışmaya dahil edilmemiştir. Hastaların demografik özellikleri, klinik bulgular, soygeçmiş, genetik mutasyon sonuçları, tedavi özellikleri, subklinik inflamasyon laboratuvar bulguları,appendektomi öyküsü, komplikasyonlar ve komorbid hastalık varlığı değerlendirildi. Hastaların izlem dosyalarından boy ve kilo değerleri ve persentil aralığı, atak sıklığı, atak süresi değerlendirildi. Laboratuar tetkiklerinden HLA B27,atak dışı dönemde CRP ve SAA değerleri tarandı.Subklinik inflamasyonun etkileri;kronik hastalık anemisi, büyüme gelişme geriliği, hepatomegali, splenomegali, osteoporoz ve adet düzensizliği varlığı ile değerlendirildi.Komorbid hastalık ise direkt ilişkili, otoimmun direkt ilişkili, otoimmun insidental ve insidental tespit edilmiş hastalıklar olarak dört grupta incelendi. Çalışmamızdaki FMF tanılı 600 hastanın %22’sinde subklinik inflamasyon, %21,2’sinde subklinik inflamasyon komplikasyonu mevcuttur.Subklinik inflamasyon komplikasyonlardan büyüme gelişme geriliği %13,6, kronik hastalık anemisi %3,83, osteoporoz %0,83, hepatomegali %2, splenomegali %4,3, adet düzensizliği ise %2,5 oranında tespit edildi.Çalışmaya alınan hastaların %28.5’unda direkt ilişkili,%14’ünde otoimmun direkt ilişkili, %2,5’unda otoimmun insidental ve %60’ında insidental hastalık saptandı. Eşlik eden direkt ilişkili hastalıklar en sık sırasıyla seronegatif sakroileit(%13,3),apendektomi(%6,3),psikiyatrik hastalıklar(%5),fk öyküsü(%3,6) testiküler/scrotal hastalıklar (%2,3), uzamış febril myalji(%1,1), işitme kaybı (%0,5), Kawasaki Hastalığı(%0,33), otonomik bozukluklar(%0,33) ve amiloidoz(%0,01) idi. Otoimmun direkt ilişkili hastalıklardan en sık sırasıyla JİA(%6), HSP(%4.1), ARA(%1.8), Behçet hastalığı(%1.3), IBH(%0.66), PAN(%0.5), psöriasis(%0.5), SLE(%0.16) tespit edildi. Anahtar Kelimeler: Ailevi Akdeniz Ateşi, Komorbidite, Subklinik İnflamasyon

[S-48] Otizm Spektrum Bozukluklarında EEG Anormallikleri ve Epilepsi: Klinik ve EEG Bulguları Fatma Hancı1, Sevim Türay2, Yusuf Öztürk3, Nimet Kabakuş1 1Abant İzzet Baysal üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatri Ana Bilim Dalı, Bolu 2Düzce üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatri Ana Bilim Dalı, Düzce 3Abant İzzet Baysal üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ana Bilim Dalı, Bolu Otizm spectrum bozukluklarına (OSB) sıklıkla epilepsi eşlik eder. Bu çalışmanın amacı, epilepsili OSB ve epilepsi olmaksızın OSB tanısı alan hastalar arasında klinik ve elektroensefalogram (EEG) bulguları arasındaki ilişkileri araştırmak, klinik ve EEG bulguları arasındaki farklılıkları inceleyerek OSB'de epilepsiye eğilim yaratabilecek EEG özelliklerini araştırmaktır. Çalışmaya Ocak 2017-Haziran 2019 tarihleri arasında DSM-5 tanı kriterlerine göre OSB tanısı alan 218 yaş arası yüz bir hasta dahil edildi. Hastalar iki gruba ayrıldı: a) epilepsili OSB ve b) epilepsi olmaksızın OSB. Hastaların dosyalarından klinik bulgular ve tanı anında EEG laboratuvarındaki ilk EEG kayıtlarından EEG bulguları alındı. EEG bulguları, ritmik deşarjların yerine bağlı olarak, I) anormal zemin ritmi aktivitesi (varlığı veya yokluğu) ve II) santral, parietal, frontal, temporal veya jeneralize olarak tanımlandı. OSB hastalarımızda epilepsi sıklığı % 33,7, ateşli konvülsiyon sıklığı% 4 idi. Jeneralize motor nöbetler en yaygın nöbet tipiydi. EEG'lerin% 19.9'unda anormal Zemin ritmi aktivitesi gözlendi. Epileptiform deşarjlar en çok santral ve frontal bölgelerden kaynaklanır. OSB sıklıkla epilepsi ile birlikte görülür ve EEG anormallikleri sıklıkla OSB'de görülür. Frontal ve jeneralize ritmik deşarjlardan ve anormal zemin ritmi aktivitesinden oluşan bu anormallikler, OSB’ de epilepsi gelişimi için öncül olabilir. Anahtar Kelimeler: elektroensefalografi, epilepsi, otizm spektrum bozuklukları

SÖZLÜ BİLDİRİ ÖZETLERİ TARİH SAAT SALON BİLDİRİLER BAŞKANLAR

: : : : :

20 Aralık 2020, Pazar 10.30 - 11.30 B S 49 - S 56 Sevtap Velipaşaoğlu Yaşar Topal

[S-49] Ergenlerde Çevrim içi Oyun Bağımlılığının Algılanan Stres Düzeyi ve Algılanan Sosyal Destek ile Arasındaki İlişki Abdullah Yağcı, Zahide Yalaki SBÜ. Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Kliniği Giriş: Çalışmamızda ergenlerde sık görülen çevrimiçi oyun bağımlılığının bunları etkileyen sosyal destek algısı, algılanan stres düzeyi ve sosyodemografik etmenler ile ilişkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal-Metod: Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Poliklinikleri’ne başvuran 12-18 yaş arası ergenlerden Çevrimiçi Oyun Bağımlılığı Ölçeği, Çocuk Ergen Sosyal Destek Ölçeği ve Algılanan Stres Ölçeğini doldurmaları istendi. Bulgular: Çalışmaya 1057 ergen katıldı. Çevrimiçi oyun oynayan ergenlerin yaş ortalaması 14,93±1,91 idi. Erkek ergenlerin %80,4’ünün çevrimiçi oyun oynadığı saptandı (p=0,000). Babası üniversite mezunu olan ergenlerin çevrimiçi oyun oynama oranları yüksek saptandı (p=0,000). Çevrimiçi oyun oynayan ve oynamayan ergenler için ‘sınıf arkadaşları için algıladıkları sosyal destek’, ‘sınıf arkadaşları için algıladıkları sosyal desteği önemli bulma’, ‘algıladıkları sosyal destek toplam puanları’ ve ‘algıladıkları sosyal desteği önemli bulma’ puanları çevrimiçi oyun oynamayan ergenlere göre düşük saptandı (p<0,05). Çalışmaya katılan ergenlerin algılanan stres ölçeği ile çevrimiçi oyun oynayan ve oynamayanların puanları arasında fark saptanmadı (p>0,05). Çevrimiçi oyun oynayan erkek ergenlerin çevrimiçi oyun bağımlılığı ölçeğinin tüm alt ölçeklerinden; kendilerine ait bilgisayarı olan ergenlerin ‘aksaklık’, ‘başarı’ ve ‘toplam’ alt ölçeğinden; kendine ait cep telefonu olan ergenlerin ‘aksaklık’ ve ‘ekonomik kazanç’ alt ölçeğinden; telefonda her gün oyun oynayan ve telefonda >2 saat vakit geçirenlerin ‘aksaklıklar’, ‘başarı’ ve ‘toplam’ alt ölçeğinden aldıkları puanlarda yükseklik saptandı (p<0,05). Sonuç: Erkeklerde çevrimiçi oyun bağımlılığının daha sık olduğu, daha küçük yaşlarda ve sınıflarda okuyan ergenlerin çevrimiçi oyun bağımlılığının daha fazla olduğu saptanmıştır. Çevrimiçi oyun bağımlılığının telefonda her gün oyun oynanması, günlük oyun oynama süresinin >2 saat olması, ergenlerin kendine ait cep telefonu veya bilgisayarının olması ile ilişkili olduğu gözlenmiştir. Ergenlerin özellikle sınıf arkadaşları, yakın arkadaşlar ve baba tarafından yapılacak sosyal desteği önemli bulduğu düşünülmüştür. Anahtar Kelimeler: Algılanan sosyal destek ölçeği, algılanan stres düzeyi, çevrimiçi oyun bağımlılığı, ergen

[S-50] Antropometrik ve Hormonal Olarak Gelişme Görülen Ergenlik Döneminde B 12 ve D Vitamini Eksikliği: Bir Üniversite Hastanesinin Üç Yıllık Tecrübesi Muhammet Mesut Nezir Engin1, Önder Kılıçaslan2, Kenan Kocabay3 1Düzce Atatürk Devlet Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Düzce 2Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Enfeksiyon Bilim Dalı, İstanbul 3Düzce Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Düzce Giriş: B12 ve D vitaminlerinin eksiklikleri ve neden olduğu patolojiler son yıllarda en çok araştırılan konular arasında yer almaktadır. Yaşam tarzı, diyet, beslenme özellikleri, güneşe maruz kalma ve emilim bozukluğu vitamin seviyelerini etkiler. D vitamininin temel görevi gerekli kalsiyum ve fosfor seviyelerini sağlamaktır. D vitamini kas-iskelet sistemi, bağışıklık sistemi, solunum sistemi, üreme sistemi, dermatoloji üzerine çeşitli mekanizmalara ve etkilere sahiptir. Literatürde yapılan çalışmalarda D vitaminin yokluğunda COVID-19 ve birçok hastalık riskinin arttığı bildirilmektedir. B12 vitamini DNA metilasyonunda önemli roller oynar. B12 vitaminin eksikliği özellikle hızlı büyüyen ve yenilenen hücreleri etkilemektedir. Nörobilişsel bozukluklara neden olan B12 vitamini eksikliği, beyinde gri cevher gelişiminin en hızlı olduğu özellikle ergenlik döneminde klinikte nonspesifik şikayetlerle karşımıza çıkabilmektedir. Bu nedenle bu vitaminlerin eksikliğine bağlı sorunlar, insan organizmasının en hızlı büyümesi ve geliştiği ergenlik döneminde daha sık görülmektedir. Materyal-Metod: Ocak 2015-Mayıs 2018 tarihleri arasında Düzce Üniversitesi Hastanesi Çocuk Hastalıkları Kliniğine nonspesifik yakınmalarla ya da kontrol amaçlı başvuran ve muayene sonrası kan alınan 6083 hastanın kayıtları incelendi. Bu hastalardan 10-18 yaş arasında olan 1907 ergenin verileri tarandı. Vitamin B12 düzeyi bakılan 999 hasta ve 25-OH Vitamin D düzeyi bakılan 752 hasta çalışmaya alındı. Bulgular: 25-OH vitamin D düzeylerine bakılan hastaların %45,7’si(n:344) erkek ve %54,2’si(n:408) kızdı. Ergenlerin %7’sinde 25-OH vitamin D düzeyi <=7ng/ml, %37’sinde <20ng/ml, %21’inde ise 20-30ng/ml arasındaydı. Vitamin D düzeyi ergenlerin %61,9’unda optimal düzeyin altındaydı (30ng/ml). Vitamin B12 düzeyine bakılan hastaların %45,5’i(n:455) erkek ve %54,4’ü(n:544) kızdı. Vitamin B12 düzeyi ergenlerin %25,4’ünde(n:254) optimal düzey olan 300pg/ml’nin altındaydı. Sonuç: Ergenlerde meydana gelen antropometrik ve hormonal değişim için B12 ve D vitamin düzeylerini normal tutmak oldukça önemlidir. Çalışmamızda ergenlerde B12 ve D vitamin eksikliğinin oldukça yüksek olduğu saptanmıştır. Özellikle büyük şehirlerde ergenler bu vitamin eksiklikleri açısından riskli sayılmalı, B12 ve D vitamin düzeyleri yönünden değerlendirilmelidir. Eksiklik saptandığında gerekli önerilerde bulunulup tedavi başlanması önem arz etmektedir. Anahtar Kelimeler: Ergen, B12 vitamini, D vitamini

[S-51] COVID-19 Salgınının Özel Gereksinimi Olan Çocuklar Üzerine Etkisi Ayşe Mete Yeşil, Buse Şencan, Emel Ömercioğlu, Elif N. Özmert Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalu, Gelişimsel Pediatri Bilim Dalı Giriş: COVID-19’un yayılımının önlenmesi amacıyla alınan önlemler ve salgının psikososyal zorlukları, çocukların günlük hayatlarında büyük değişikliklere sebep olmuştur. Kırılgan özelliklere sahip özel gereksinimli çocukların bu süreçten oldukça olumsuz etkilendiği düşünülmektedir. Çalışmamızda salgının, kısıtlamaların ve özel eğitimlerinin sekteye uğramasının özel gereksinimi olan çocukların hayatlarında ve ebeveyn-çocuk ilişkisinde yarattığı değişikliklerle; duygu ve davranışlarına olan etkilerininin değerlendirilmesi amaçlandı. Materyal-Metod: Dil-konuşma; bilişsel veya sosyal iletişim alanında özel eğitim almakta olan 4-6 yaş çocuklar çalışmaya dahil edilerek ebeveynin internet üzerinden doldurduğu anketle yaşanılan duygusal, davranışsal değişiklikler; bu süreçte karşılaşılan zorluklar tespit edilerek; bu verilerin birbirleriyle ilişkileri değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya katılan 117 çocuktan 29’u global gelişim geriliği, 32'si dil konuşma bozukluğu, 32'si otizm spektrum bozukluğu, 24'ü işitme kaybı tanılarına sahipti. Ailelerin hayatı %94,6 oranda olumsuz etkilemiş olup; anne-babayla geçirilen zamanın sırasıyla % 86 ve %78 oranda artış göstermesine rağmen; %41 ailenin beraber kitap okuma süresi kısalmıştır. Çocukların % 20'sinin ebeveynle oyun süresinin ve %29'unun toplam aktivitelerinin azaldığı saptanmıştır. Ekran süresi medyan değeri 1 saatten 3 saatte çıkmıştır(t = -9.79;P <0.01). Bu süreçte anneler çocuklarında en çok çığlık atma, huzursuzluk ve hiperaktivite problem davranışlarını bildirirken; ruh hallerini en sık sıkılmış, mutlu ve kızgın olarak tanımlamışlardır.Annenin çocuğa intoleransı fiziksel aktivite ile negatif koreleyken(φ: -0.37;p <0.01); çocuğun endişeli görünmesinin kitap okumayla negatif korele olduğu görülmüştür(φ: 0.37;p <0.05). Ailelerin % 18,8'i çocuklarının gelişiminde gerileme tariflerken, gerileme tariflemeyen grupta toplam etkinlik miktarında bu gruba göre daha çok artış bildirilmiştir(x2 = 5.26;p <0.05). Evde özel eğitim uygulamalarına % 17,2 oranda ara verilmiş olup özel eğitime devam etme sıklığı açısından gelişimde gerileme olan ve olmayan gruplar arasında anlamlı farklılık bulunmuştur(x2:7,37;p<0,05). Sonuç: Pandemi sürecinde özel gereksinimi olan çocukların yaşadığı değişikliklerin ve zorlukların ortaya konulmasıyla destek ihtiyaçları açığa çıkarılmıştır. Gelişimin devam eden özellikte olduğu akılda tutularak; bu çocuklara gelişimleri açısından uygun bir çevre yaratmak temel amaçlarımızdan olmalıdır. Anahtar Kelimeler: COVID-19, özel gereksinimli çocuklar

[S-52] Okul Öncesi Çocukların Beslenmesi ile Annenin Duygu Durum Değişikliği Arasındaki İlişki Şule Bölükbaş Özdemir, Aliye Gülbahçe, Selda Bülbül Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Beslenme ve Metabolizma Ana Bilim Dalı, Kırıkkale Giriş-Amaç: Büyümenin daha yavaş ancak gelişmenin hızlı olduğu okul öncesi dönemde tüketilen besin miktar ve kalitesi önemlidir. Çocuk bakımında en büyük rolü oynayan annelerin duygu durum değişiklikleri, tutum ve davranışları ile ailenin beslenme düzeni çocukların beslenme alışkanlıklarını etkiler. Bu çalışmada 2-6 yaş arasındaki çocukların annelerinin duygu durum değişikliği ile çocuklarının beslenmesi arasındaki ilişki değerlendirilmiştir. Metod: Bu kesitsel tanımlayıcı çalışma, Bartın Halk Sağlığı Müdürlüğü Merkez Toplum Sağlığı Merkezine başvuran 2-6 yaş arası çocuğa sahip olan annelere araştırmacılar tarafından hazırlanmış anket soruları yöneltilerek yapılmıştır. Annelerin anksiyete ve depresyon düzeyleri Beck Depresyon Ölçeği ve Beck Anksiyete Ölçeği kullanılarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya yaş ortalaması 33.4±5.2 yıl olan 195 anne katılmıştır. Annelerin %73.3’ü ev hanımı olup, %48.7’si 8 yıl üzeri eğitim almıştır. Çalışma grubunun hafif-orta-ağır depresyon oranı %44.1, hafif-orta-ağır anksiyete oranı ise %45.1’dir. Annelerin depresyon ve anksiyete düzeyleri yükseldikçe çocuklarının beslenme davranışlarının etkilendiği görülmüştür (p<0.05). Anksiyete puanı yüksek olan anneler çocukları yemek yemediğinde; zorla yedirme, ödül veya ceza verme, sinirlenerek yemek yedirme yöntemlerini kullanmaktadır (P<0.05). Annenin depresyon-anksiyete düzeyinden bağımsız olarak yemek masanında yemek yiyen çocukların tost hamburger sandviç tüketme alışkanlıklarının daha az olduğu saptanmıştır (p:0.018), bu atıştırmalıkları tüketim oranı azaldıkça çocuklarının beslenmesinin yetersiz olduğunu düşünen anne sayısı artmaktadır (p<0.05). Annelerin anksiyete düzeyi azaldıkça çocukların süt ve süt ürünleri tüketimi (p:0.014), depresyon oranı düştükçe de kurubaklagil, et, yumurta tüketimleri artmıştır (p:0.021). Sonuç: Annelerin ruhsal durumu, eşler arası iletişim, ekonomik nedenler, kalabalık yaşam koşulları, çocuk sayısı, kronik hastalık gibi birçok nedenden etkilenebilir ve kendi ruhsal sıkıntılarının çocuğunun beslenmesi üzerinde olumsuzluklara neden olması anneleri kısır bir döngü içine iter. Bu da hem anneyi hem de çocuğu olumsuz yönde etkiler. Ruhsal ve fiziksel açıdan sağlıklı anneler özgüveni yüksek sağlıklı çocuklar yetiştirir. O nedenle bebeğin kontrolleri sırasında annenin duygu durumunun da gözlenerek bu konuda yardım edilmesi bebeğin gelişimine olumlu katkı sağlayacaktır. Anahtar Kelimeler: çocuk, anne depresyonu, beslenme

[S-53] Pediatrik COVİD-19, Uyku ve Melatonin Özlem Yayıcı Köken1, Pembe Gültutan1, Merve Sibel Güngören2, Gülsüm İclal Baykan3, Deniz Yılmaz1, Esra Gürkaş1, Hamit Özyürek1, Ayşegül Neşe Çıtak Kurt1 1Ankara Şehir Hastanesi, Çocuk Hastanesi, Çocuk Nörolojisi Kliniği, Ankara 2Düzen Laboratuvarlar Grubu 3Ankara Şehir Hastanesi, Çocuk Hastanesi, Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Kliniği, Ankara Amaç: Ilımlı hastalık bulguları gösteren coronavirus disease 2019 (COVİD-19) tanılı pediatrik hasta popülasyonunda serum melatonin düzeyleri ve uyku özelliklerindeki değişimin ortaya konulmasıdır. Metod: Tanımlayıcı, kesitsel ve prospektif olarak tasarlanan bu çalışmada 6-16 yaş aralığındaki 80 COVİD-19 pozitif ve kontrol grubu olarak (yaş benzer, COVİD-19 temas öyküsü olmayan ve 2 PCR testi negatif saptanmış) 26 pediatrik olgu çalışmaya dahil edildi. COVİD-19 pozitif hastaların serum melatonin düzeyleri kontrol grubu yanısıra yaşa göre normal değerler ile karşılaştırıldı. Hasta ve kontrol grubunun primer bakımverenine uygulanan Çocuklar için Uyku Bozukluğu Ölçeği (ÇUBÖ) ile uykunun, enfeksiyondan önceki 6 ay ve enfeksiyon dönemini değerlendirilmeye ve farklılık olu olmadığı değerlendirilmeye çalışıldı. Results: Serum melatonin düzeyleri COVİD-19 pozitif hasta grubunda ortalama 136.72 pg/ml kontrol grubunda ise 172.63 pg/ml olarak saptandı; ancak gruplar arasında istatistiksel anlamlı farklılık saptanmadı (P=0.161). 7 ile 11 yaş arasında bulunan katılımcılar ile kontrol grubu serum melatonin düzeyleri karşılaştırıldığında ise COVİD-19 pozitif hasta grubunda istatistiksel anlamlılıkla birlikte düşük olduğu saptandı (p:0.034). Serum melatonin düzeyleri her 2 grupta da serum referans değerlerin üzerinde saptandı. Uykunun ÇUBÖ ile değerlendirilebilen 6 alt parametresi açısından farklılık saptanmadı. Hasta ve kontrol grubunun ÇUBÖ toplam skorları arasında; kesme değer olarak önerilen 39 puan baz alınarak yapılan karşılaştırmada; hastalık öncesi ve hastalık döneminde bir farklılık saptanmadı (P=0.999). Tartışma: Bu çalışma ile geniş bir pediatrik hasta grubunda COVİD-19 enfeksiyonun semptomatik evresinde serum melatonin düzeyleri belirlenmiş ve literatürde bildirilen referans değerlere göre yüksek olduğu ancak diğer viral ve bakteriyel etkenlerle ilişkili ateşli hastalık geçiren çocuk ve adolesanlarla karşılaştırıldığında daha düşük olduğu görülmüştür. Çalışmanın ikincil amacı olarak anket yolu ile uykunun özellikleri değerlendirilmiş olup gruplar arasında, enfeksiyon öncesi ve COVİD19 enfeksiyonu döneminde bir farklılık olmadığı ortaya konulmuştur. Anahtar Kelimeler: COVİD19, melatonin, uyku

[S-54] Çocuk Nöroloji Pratiğinde Anamnez ile Fizik Muayenede İnspeksiyonun Önemi Hilal Aydın1, İbrahim Hakan Bucak2 1Balıkesir Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Balıkesir 2Adıyaman Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Adıyaman Giriş: Genel fizik muayeneye başlamadan önce hastadan/ebeveynlerden detaylı bir öykü alınmalıdır. Kapsamlı bir öykü sonrasında yapılan ayrıntılı nörolojik muayene, nörolojik hastalıkların tanısının konulması ve tedavinin planlanmasında ilk adımdır. Nörolojik muayane birçok hekim tarafından fizik muayanenin en zor kısmı olarak görülür. Bütün muayanelerde olduğu gibi nörolojik muayanede de inspeksiyonun önemi tartışılmazdır. Muayenenin ilk kısmı gözleme dayalıdır; çocuğun spontan hareketleri, anne-babası veya bakım verenle iletişimi, spontan konuşması, yürüyüş şekli, göz hareketleri, yüz görünümü, dismorfik belirtiler vs gözlemlenir (nörolojik muayane kitabından). Bulgular: Çocuk Nöroloji polikliniğine başvuran, anamnez ve inspeksiyon ile ön tanılarını düşündüğümüz ve ayrıntılı nörolojik muayane, laboratuvar/klinik görüntüleme ile tanıları kesinleşen vakalarımızı olgular eşliğinde sunmayı hedefledik. Olguların yaş, cinsiyet, özgeçmiş-soygeçmiş, laboratuvar tetkikleri/kranial görüntülemeleri kayıt altına alındı. Olgular başvuru şikayetlerine göre yürüyüş bozukluğu, yüzde asimetri/anormal yüz görünümü/göz hareketlerinde kısıtlılık ve hareket bozukluğu olmak üzere 3 gruba ayrıldı (Tablo1,2 ve 3). Çocuk nöroloji pratiğinde en sık/nadir görülen vakalar çalışmada sunuldu. Sonuç: Bu çalışmada hastalarımızı değerlendirmede fizik muayanede inspeksiyon ve anamnezin önemini vurgulamaya çalıştık. Hastanın muayane odasına girişi (yardımsız, yardımla, koltuk değneği veya tekerlekli sandalye ile ve/veya isteyerek, sıkıntılı, zorla….), yürüyüşü, davranışları, yüzde asimetri, cilt lezyonları hasta hakkında ilk anda bir fikir verir (Korkut Yalçınkaya Nörolojik muayane adlı kitabından). Günlük pratiğimizde polkliniklerde hasta sayısının fazla olması ve ayrıntılı nörolojik muayanenin zaman alması nedeniyle zaman zaman tanı karmaşası yaşanmaktadır. Bu süreçte detaylı anamnez ve fizik muayane işimizi kolaylaştırmaktadır ve kolaylıkla ayırıcı tanı yapılabilmektedir. Anahtar Kelimeler: çocuk, nörolojik muayane, inspeksiyon, anamnez, tanı

[S-55] Stres Altındaki Sıçanlarda Glukokortikoid Kullanımına İkincil Gastrik Mukozal Hasardan Korunma Tedavisi Hülya Şeker Yıkmaz1, Hacı Hasan Esen2, Nurettin Onur Kutlu3 1Sağlık Bilimleri Üniversitesi, Dr. Sami Ulus Kadın Doğum Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Pediatri ABD, Ankara 2Necmettin Erbakan Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi, Tıbbi Patoloji ABD, Konya 3Başakşehir Çam ve Sakura Şehir Hastanesi, Çocuk Yoğun Bakım ABD, İstanbul Giriş: Nonsteroid antiinflamatuvar ilaçlar, glukokortikoidler ve stres yoğun bakım hastalarında gastrik mukozal hasar riskini artırmaktadır. Bu çalışmada stres altındaki sıçanlarda glukokortikoid tedavisine ikincil gastrik mukozal hasardan korunma tedavisinde misoprostol, melatonin, montelukast ve omeprazolün etkinliklerinin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal-Metod: Çalışmada Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Deneysel Tıp Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde yetiştirilen ortalama ağırlığı 200–250 g olan 8–10 haftalık Wistar cinsi, sağlıklı albino erkek sıçanlar kullanıldı. Deksametazon ile kısıtlama ve açlık stresi uygulanan hayvanlarda proflaktik melatonin, montelukast, misoprostol, omeprozol verilerek (Tablo 1), gastrik hasar skorları hesaplandı (Tablo 2). Profilaktik tedavi gruplarındaki ülser skorlarının, deksametazon grubundaki ülser skorlarından farklılığı Tek Yönlü Varyans Analizi (ANOVA) yöntemlerinden biri olan “Dunnett Çoklu Karşılaştırma Testi” ile analiz edildi. Çalışmamız, Necmettin Erbakan Üniversitesi Deney Hayvanları Etik Kurulu tarafından 28.02.2011 tarih ve 2011-015 sayılı kararıyla onaylanmıştır. Bulgular: Deksametazon verilen olgularda plasebo (serum fizyolojik) grubuna göre anlamlı düzeyde yüksek oranda gastrik erozyonlar izlenmiştir (p>0,05). Proflaktik tedavi gruplarından sadece melatonin ve misoprostol tedavi grubunda deksametazon kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlılık bulundu (p<0,05) (Tablo 3). Çalışmamızda melatoninin koruyucu etkinliğini göstermiş olmamız, mide hasarı yapan glukokortikoid harici ilaçlara karşı melatoninin koruyuculuğunu gösteren çalışmalar ile paralellik göstermektedir ve bu tıbbi literatür için özgül bir nitelik arz etmektedir. Çalışmamız literatürdeki steroid ilişkili gastrik mukozal hasardan korunmada misoprostolün etkinliğini gösteren çalışmalarla paralellik göstermektedir. Gastrik mukozal hasarlarda montelukastın etkili olduğuna dair literatürde az sayıda veri bulunmakta olup çalışmamızda montelukast gastrik mukozal hasarlarda deksametazon kontrol grubuna göre istatistiki olarak anlamlı fayda sağlamamıştır. Oluşturduğumuz rat modelinde omeprazolün kısıtlama stresi ve deksametazonun gastrik erozyon hasarını engellemediği görülmektedir. Sonuç: Deksametazon verilen stres altındaki genç ratlarda gastik mukozal hasar proflaksisinde melatoninin ve misoprostolün etkili bir koruma sağladığı; montelukast ve omeprazolün uygulanan dozlarda koruyucu etkisinin olmadığı gösterilmiştir. Sonuç olarak, yoğun stres altında olan ve glukokortikoid tedavisi verilen yoğun bakım hastalarında, melatonin ve misoprostolün profilaktik amaçlı kullanılabileceğini düşünmekteyiz. Anahtar Kelimeler: Gastrik mukozal hasar, glukokortikoid, stres

[S-56] Sağlık Çalışanı Çocuklarında Uyku Alışkanlıkları COVID-19 Pandemi Sürecinde Daha Mı Fazla Etkilendi? Ibrahim Hakan Bucak, Habip Almış, Songül Okay Taşar, Hatice Uygun, Mehmet Turgut Adıyaman Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Adıyaman Giriş: COVID-19 pandemisi ortaya çıktığı ilk günden bu zamana kadar çocukların hayatında daha önce eşi benzeri görülmemiş etkiler oluşturmuştur. Bu etkilerden birisi de uyku üzerinedir. Bu çalışmada sağlık çalışanları (Grup 1) ile sağlık çalışanı olmayan (Grup 2) ebeveynlerin okul çağı çocuklarının uyku alışkanlıklarının COVID-19 pandemi döneminde karşılaştırılması amaçlandı. Materyal ve Metod: Çalışma COVID 19 pandemi sürecinin devam ettiği, 18 yaşından küçük olguların sokağa çıkmasının yasak olduğu, 25-29 Mayıs 2020 tarihleri arasında yapıldı. Çalışmaya Grup 1’de 122, Grup 2’de 250 katılımcı dahil edildi. Çalışmada ailenin sosyo-demografik özellikleri, çalışmaya dahil edilen çocuğa ait genel bilgiler, Children’s Sleep Habits Questionnaire (CSQH)-kısa formu’nda bulunan sorulara verilen cevaplar değerlendirildi. Bulgular: Grup 1’de 66 (% 54.1)’sı kız, 56 (% 45.9)’sı erkek 122 olgu, Grup 2’de 129 (% 51.6)’sı kız, 121 (% 48.4)’i erkek 250 olgu bulunmakta idi. Gruplar arasında çocukların evde etkinlik yapma süresi (p:0.029) ve çocukların COVID-19 tanısı alması (p:0.002) ile ilgili istatistiksel olarak anlamlı fark var idi. ÇSQH anketi sonucuna göre elde edilen toplam puanlar karşılaştırıldığında; Grup 1’de 41.57 ± 7.57 (20-60) iken Grup 2’de 39.6 ± 8.47 (17-68) puan olduğu belirlendi (p:0.03). Sonuç: COVID-19 pandemi döneminde sağlık çalışanlarının okul çağı çocuklarının uyku alışkanlıklarında bozulmanın sağlık çalışanı olmayanlara göre daha fazla olduğu bu çalışma ile ilk kez kanıtlanmıştır. COVID-19 pandemi sürecinin çocuklarda uyku alışkanlıkları üzerine etkileri daha fazla değerlendirilmeli ve elde edilecek veriler ışığında önlem alınmalıdır. Anahtar Kelimeler: COVID-19, Çocuk, Uyku, Sağlık çalışanı

SÖZLÜ BİLDİRİ ÖZETLERİ TARİH SAAT SALON BİLDİRİLER BAŞKANLAR

: : : : :

20 Aralık 2020, Pazar 14.00 - 15.00 B S 57 - S 64 Mukaddes Kalyoncu Muzaffer Polat

[S-57] Türkiye’de Referans Bir Merkeze Ait Pediatrik Üveitlerin Klinik Özellikleri Sedef Türk1, Duygu Gülmez Sevim2 1Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatri Anabilim Dalı, Kayseri 2Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri Giriş: Bu çalışmada üveit ile takipli pediatrik hastaların demografik ve klinik özellikleri, oküler komplikasyonları ve görsel sonuçlarının değerlendirilmesi hedeflenmiştir. Materyal-Metod: Tıbbi kayıtların retrospektif incelenmesi. Bulgular: Bu çalışmaya 42 hastanın 67 gözü dahil edilmiştir. Olguların 25’i erkek, 17’si kızdır. Üveit tanısı alınan ortalama yaş 9,82 ± 4,65’dir. Hastaların ortalama takip süresi 21,31 ± 24,88 aydır. Bilateralite 25 hastada (%59,5) görülmüştür. 22 hastada akut, 20 hastada ise kronik üveit izlenmiştir. En sık görülen üveit tipi anterior üveit (%45) iken, diğerleri takip eden sıra ile intermediate üveit (%24), panüveit (%19) ve posterior üveit (%12) idi. Üveite en sık eşlik eden sistemik hastalık juvenil idiopatik artrit (JİA) (%19), ikinci sıklıkta ise Behçet hastalığı (%12) idi. Olgularda üveit remisyonu hedefi ile çeşitli immunsüpresif ajanlar ve olguların %14’ünde kolsişin kullanılmıştır. (Tablo 1). Enfeksiyöz sebepler içerisinde ek sık toxoplasma, ikinci olarak CMV enfeksiyonu izlendi. Başlangıç muayenede gözlerin % 33’ünde posterior sineşi, katarakt, glokom, bant keratopati vb. komplikasyonlardan en az biri mevcut idi (resim 1). On hastada başlangıç muayenede disk sınırları silik idi (resim 2,3), bu hastalardan 7’sine KİBAS ön tanısı ile dış merkezlerde L/P yapılmış ve BOS basıncı hepsinde normal sınırlarda saptanmıştı. Akut ve kronik üveitlilerde başlangıç görme keskinliği benzer iken (sırasıyla 0,27 ± 0,42 LogMAR, 0, 29 ± 0,44 LogMAR; p= 0,529); final görme keskinliği sırasıyla 0,08 ± 0,19 LogMAR ve 0,19 ± 0,32 LogMAR idi (p < 0,05). Son muayenede gözlerin %63,4’ünde ortalama LogMAR görme keskinliği 0,3’ün altında idi. Sonuç: En sık üveit lokalizasyonu ön segment, en sık eşlik eden sistemik hastalığın ise JIA olduğu görülmektedir. Başlangıç muayenede dahi komplikasyonların eşlik etmesi sessiz üveitler açısından alert olmak ve rutin takibin önemini göstermektedir. Özellikle intermediate üveit olgularında papilödem bulgularının üveite eşlik edebileceği ve fundus floresein anjiografi yapılmaz ise retinal vasküler kaçağın görülemeyip hastaların KİBAS hatalı ön tanısı alabileceği akılda tutulmalıdır. Anahtar Kelimeler: Behçet üveiti, biyolojik ajanlar, idiopatik pars planit, juvenil idiopatik artrit, pediatrik, toksoplazmozis, üveit

[S-58] Kronik Böbrek Hastalığı Olan Çocuklarda Glomerüler Filtrasyon Hızındaki Bozulmayı Göstermede Beta-Trace Proteinin Yeri Betül Şenyürek1, İbrahim Gökce2, Ali Yaman3, Harika Alpay2 1Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı, İstanbul 2Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı, Çocuk Nefroloji Bilim Dalı, İstanbul 3Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıbbi Biyokimya Ana Bilim Dalı, İstanbul Amaç: Böbrek hastalıklarının tanı, takip ve değerlendirilmesinde kullanılan glomerüler filtrasyon hızı (GFH), böbrek fonksiyonunun en iyi göstergesi olarak kabul edilir. Kreatinin en yaygın kullanılan endojen GFH belirtecidir. Ancak kas kitlesi, protein alımı, yaş, cinsiyet, ırk, etnik köken ve kronik hastalıklarla değişkenlik gösterir. GFH hesaplamasında kullanılabilecek pratik ve özgünlüğü yüksek belirteçlere ihtiyaç duyulmaktadır. Beta-trace protein (BTP) beyin omurilik sıvısında üretilen 23-29 kDa büyüklüğünde düşük molekül ağırlıklı proteindir. Bizim çalışmadaki amacımız kronik böbrek hastalığı (KBH) olan çocuklarda BTP’nin serum ve idrar düzeylerini araştırmak ve GFH’deki bozulma ve son dönem böbrek hastalığı gelişimi ile ilişkisini incelemektir. Yöntem: Çalışmaya Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Nefroloji Bilim Dalı’nda KBH tanısı ile takip edilen 136 hasta alındı. Hasta çocuk polikliniğimize başvuran benzer yaş grubunda kronik hastalığı olmayan 43 sağlıklı çocuk kontrol grubunu oluşturdu. Tüm çocukların rutin kontrollerinde alınan kan kreatinin, BUN, sistatin C, spot idrarda kreatinin, mikroalbümin, 24 saatlik idrarda kreatinin, protein ve mikroalbümin tetkiklerine ek olarak hastaların kan ve idrar örneklerinden BTP ve beta-2 mikroglobülin (B2M) çalışıldı. Serum BTP (S-BTP) ve idrar BTP (U-BTP) atılımını gösteren idrar BTP/kreatinin (U-BTP/kreatinin) ve fraksiyone BTP atılımları (FEBTP) hesaplandı. Bulgular: Hasta grubunda S-BTP değeri kontrol grubuna göre anlamlı yüksek saptandı (0,36±0,14 vs 0,29±0,13, p:<0,001). U-BTP atılımını gösteren U-BTP/kreatinin ve FEBTP hasta grubunda kontrol grubuna göre anlamlı yüksek saptandı (sırasıyla; 87,69±107,90 vs 21,47±30,41 ve 0,44±0,71 vs 0,04±0,06, p:<0,001). KBH olan çocuklarda evre arttıkça S-BTP, U-BTP/kreatinin, FEBTP’nin arttığı saptandı. Özellikle U-BTP/kreatinin ve FEBTP’nin GFH ile kuvvetli negatif (sırasıyla p:0,000, r:-0,690 ve p:0,000, r:-0,784), sistatin C, idrarda protein, mikroalbümin ve B2M atılımları ile kuvvetli pozitif ilişkili oldukları saptandı. Çoklu regresyon analizinde U-BTP/kreatinin değerinin en fazla idrar mikroalbümin atılımından olmak üzere (p:<0,001, t:5,670), S-BTP ve GFH değerlerinden etkilendiği görüldü. Sonuç: Serum ve U-BTP değerleri KBH olan çocuklarda artmış olup GFH’deki bozulmayı göstermede ideal bir belirteç olabileceği düşünülmüştür. Anahtar Kelimeler: Kronik böbrek hastalığı, çocuk, glomerüler filtrasyon hızı, beta-trace protein, lipokalin tipi prostoglandin D sentaz

[S-59] Çocukluk Çağı Henöch Schönlein Purpurası Nefritinde İmmunsupresif Tedavinin Değerlendirilmesi Tülin Güngör, Evrim Kargın Çakıcı, Mehmet Bülbül SBÜ Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Nefroloji-Romatoloji Anabilim Dalı, Ankara Giriş: Henoch Schönlein purpurası (HSP), cilt, eklem, gastrointestinal sistem ve daha nadir olarak da böbrekleri tutabilen çocukluk çağının en sık görülen vaskülitidir. HSP nefritinin klinik spektrumu geçici izole mikroskobik hematüriden, nefrotik sendroma, hızla ilerleyen glomerülonefrit ve böbrek yetmezliğine kadar değişmektedir. Böbrek tutulumu insidansı %20-55 oranındadır, son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) vakaların %2-5’inde bildirilmiştir. HSP'nin prognozu hastalığın ciddiyetine ve renal tutuluma bağlıdır. Bu çalışmada kliniğimizde izlediğimiz immunsupresif tedavi alan HSP nefriti olgularında böbrek tutulum şekli, derecesi, olgulara verilen tedaviler ve olguların son durum bilgileri değerlendirildi. Materyal-Metod: Çalışmaya 2001-2019 yılları arasında merkezimize başvuran ve en az 1 yıl izlenen, 18 yaş altı immunsupresif tedavi alan 89 HSP nefriti olgusu dahil edildi. Bulgular: Böbrek tutulumu olan 492 hastadan 89 HSP nefriti olgusuna immunsupresif tedavi verildi. Hastaların ortalama yaşı 10.3 ± 2.9 yıl ve erkek/kadın oranı 1.5 idi. Medyan takip süresi 62 (12-194) aydı. Otuz sekiz hasta (%42.7) nefrotik sendrom ve 51 hasta (%53.3) nefritik-nefrotik sendrom kliniği ile başvurdu. Hastalara immunsüpresif tedavi öncesi perkütan böbrek biyopsisi yapıldı. Kresent oluşumu 48 (%53.9) biyopside mevcuttu ve bunlardan 11'inde (%22.9) kresentlerin glomerüllerin > %50'sinde yer aldığı görüldü. Segmental glomeruloskleroz 19 (%21.3), tubuler atrofi 16 (%17.9) biyopside saptandı. Otuz yedi (%41.6) hasta oral prednizolon (2 mg/kg/gün), 33'ü (%37.1) yüksek doz intravenöz puls metilprednizolon (30 mg/kg/gün, 3 gün) ve diğer 19 hasta (%21.3), başlıca siklofosfamid, siklosporin, mikofenolat mofetil veya azatioprin dahil olmak üzere kombine kortikosteroid ve sitotoksik ajan tedavisi aldı. Hastaların 78'inde (%87.6) klinik remisyon görüldü. On bir hastada ise (%12.4) kalıcı böbrek fonksiyon bozukluğu gelişti. Beş olguda SDBY gelişti. SDBY olan hastalardan ikisine böbrek nakli yapıldı ve diğer üç hasta periton diyalizi programında devam etmektedir. Sonuç: Henoch Schönlein purpurasının her ne kadar prognozu iyi olsa da kronik böbrek yetmezliği gelişme ihtimali olmasından ötürü hastaların yakın izlemi önemlidir ve erken patolojik tanı ile erken tedavisi gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Henoch Schönlein purpurası, nefrit, tedavi

[S-60] Mikrolititiazis: Oldukça Sık ama Ne Kadar Önemli? Songül Yılmaz Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Nefrolojisi Bilim Dalı, Ankara Giriş: Böbrek taşı, yetişkin dönemde olduğu gibi çocukluk çağında da hastaneye başvuruların önemli bir nedenini oluşturmaktadır. Çocuklarda üriner sistem taşına pek çok metabolik ve anatomik bozukluk neden olabilir. Boyutu 3 mm’nin altında olan taşlar pratikte oldukça sık karşımıza çıkmakla beraber klinik önemi tartışmalıdır. Bu çalışmanın amacı mikrolitiazisli çocukların değerlendirilmesi, etiyolojik faktörlerin ortaya konması ve izlemde prognozu etkileyebilecek faktörlerin araştırılmasıdır. Materyal-Metod: Çalışmamız Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Yenimahalle Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk nefrolojisi polikliniğinde Ocak 2017-Aralık 2019 tarihleri arasında böbrek taşı nedeni ile izlenen hastaların dosyaları geriye doğru taranarak gerçekleştirildi. Toplam 254 hasta dosyasına ulaşıldı. Bunlardan taş boyutu 3 mm ve altında olan 152 çocuk çalışmaya dâhil edildi. Hastaların demografik özellikleri, aile öyküleri, laboratuvar bulguları ve izlem sonundaki durumu değerlendirildi. Bulgular: Çalışma grubunun 72’si kız (%47), 80’i (%52,6) erkekti. Ortanca başvuru yaşı 13 ay (1192 ay) iken yarısının yaşamının ilk yılında tanı aldığı görüldü. En sık başvuru şikâyeti huzursuzluktu. Prematürite 26 (%17) çocukta mevcutken 31’inin (%20) yenidoğan yoğun bakımda yattığı öğrenildi. Anne baba arasında akrabalık 34 çocukta mevcutken, 84’ünün (%55,3) ailesinde böbrek taşı mevcuttu. Hastaların yarısında taş nedeni ortaya konuldu, en sık neden hipositratüri ve hiperkalsiüri olarak bulundu (sıra ile %30,3-25,7). Hastaların ortanca 12 ay izlemi sonunda 95 hastanın (%62,5) taşı kaybolduğu görüldü. Taşı kendiliğinden kaybolan ve kaybolmayan hastalar risk faktörleri açısından karşılaştırıldığında prematüre doğan ve hipositratüri saptanan çocukların böbrek taşlarının izlemde daha az oranda kaybolduğu ortaya konuldu (p:0,03 ve p:0,037). Diğer faktörler ile ilişki saptanmadı (p:>0.05) Sonuç: Mikrolitiazis, oldukça erken yaşlarda ve en sık huzursuzluk şikâyeti ile karşımıza çıkmaktadır. İzlem boyunca tedavi verilmemesine rağmen büyük çoğunluğu kendiliğinden kaybolmaktadır. Bu nedenle böbrek taşı boyutu <3 mm ‘nin altında olan çocukların aileleri bu konuda bilgilendirilmeli, gereksiz yönlendirilmelerin ve ileri tetkiklerin önüne geçilmelidir. Bu hastalarda metabolik değerlendirme yapmadan izlemin uygun olacağı, özellikle prematüre doğan bebeklerin takibinde daha dikkatli olunması gerektiği düşünülmüştür. Anahtar Kelimeler: Böbrek taşı, çocuk, mikrolitiazis

[S-61] Çocukluk Çağında Otozomal Dominant Polikistik Böbrek Hastalığında Ambulatuvar Kan Basıncı Monitorizasyonu ile Hipertansiyon Sıklığının Araştırılması Alper Uygun1, Hülya Nalçacıoğlu2, Demet Tekcan2, Özlem Aydoğ3 1Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD, SAMSUN 2Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji BD, SAMSUN 3Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji ve Romatoloji BD, SAMSUN Giriş: Otozomal dominant polikistik böbrek hastalığı (ODPKBH) en sık görülen herediter böbrek hastalığıdır. Hastalığın klinik bulguları genelde erişkin yaşta ortaya çıkmasına rağmen hipertansiyon gibi prognozu önemli derecede etkileyen belirti ve yakınmalar özellikle çocukluk döneminde görülmeye başlar. Ayaktan kan basıncı izleme, hipertansiyonu teşhis etmek için tercih edilen yöntem olmasına rağmen, çocukluk çağında, ODPKBH ile alakalı yapılmış çalışma sayısı oldukça azdır. Bu çalışmanın amacı, ODPKBH tanılı çocuklarda hipertansiyon sıklığının araştırılmasıdır. Materyal-Metod: Çalışmamıza Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Çocuk Nefroloji Kliniği’nde ODPKBH tanısıile Ocak/2015 - Ocak/2019 tarihleri arasında izlenen 23 hasta alınmıştır. Hastaların demografik özellikleri, klinik semptom ve bulguları, laboratuvar bulguları, renal ultrasonografi sonuçları, ofis tansiyon ölçümleri ve ambulatuvar kan basıncı monitorizasyonu (AKBM) ölçümleri kaydedilmiştir. Bulgular: Çalışma kapsamında 23 hasta (13 kız, 10 erkek) incelendi. Hastaların yaş ortalaması 11,94±4,01(min-maks: 4,6-18) yıl olup kız/erkek oranı 1.3/1 idi. Hastaların tanı yaşı ortalama 6,25±4,17 (min-maks: 0,6–14,2) yıl olarak bulundu. Hastaların 17’sinde (%73,9) ailede kistik böbrek hastalığı öyküsü;9’unda (%39.1) ailede son dönem böbrek yetmezliği gelişen ve diyalize giren hasta öyküsü mevcuttu. Üriner ultrasonografi ile hastaların 12’sinde (%52,2) böbrek boyutlarında artış, 20’sinde (%87) bilateral böbreklerde multipl kistler saptandı. Hastaların 7’sinde (%30,4) 24 saatlik idrarda hafif-orta dereceli proteinüri, 6’sında (%26,1) mikroalbuminüri saptandı. Ofis tansiyon ölçümü ile 12 hasta (%52,2) hipertansif,3 hastada (%13) artmış kan basıncı tespit edildi. AKBM ile 10 hasta (%43,5) hipertansif, 4 hastada (%17,4) artmış kan basıncı ve 1 hasta (%4,3) beyaz önlük hipertansiyonu olarak değerlendirildi. AKBM ölçümlerinde 14 hastada (%60,9) non-dipper, 4 hastada (%17,4) reverse dipper patern saptandı. Sonuç: Çalışmamızda ODPKBH olan çocukların %50-60 oranında ofis ve AKBM ile hipertansiyon tespit edildi. Bu veriler, otozomal dominant polikistik böbrek hastalığı olan çocuklarda küçük yaşlarda başlayan hipertansiyon varlığına işaret etmektedir. Anahtar Kelimeler: Ambulatuvar Kan Basıncı Monitorizasyonu, Çocukluk çağı, Otozomal dominant polikistik böbrek hastalığı

[S-62] İnfluenza İlişkili Viral Miyozit Gelişen Çocukların Klinik ve Laboratuvar Özellikleri Coşkun Yarar1, Ezgi Baransel2, Cefa Nil Arslan Karademir1, Ömer Kılıç3, Emre Kaplan1, Tercan Us4, Ersin Yüksel1, Kürşat Bora Çarman1 1Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD., Çocuk Nörolojisi BD., Eskişehir 2Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD., Eskişehir 3Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD., Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları BD., Eskişehir 4Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Tıbbi Mikrobiyoloji ABD., Eskişehir Amaç: Viral miyozit influenza, COVID-19 dahil birçok viral etkene bağlı olarak ortaya çıkan genellikle kendini sınırlayan ve iyi seyirli bir klinik tablodur. Çalışmamızda İnfluenza İlişkili Miyozit (İİM) tanısı konulan çocukların klinik ve laboratuvar özelliklerinin tanımlanması amaçlandı. Materyal-Metod: Çalışmamızda 17-30 Aralık 2019 tarihleri arasında kas ağrısı ve yürüme güçlüğü ile ESOGÜ Çocuk polikliniğine başvuran, İİM tanısı alan, yaşları 3,1 ile 7,5 yaş arasında değişen, dördü erkek, biri kız toplam beş çocuğun klinik ve laboratuvar değerleri incelendi. Miyozit tanısı klinik bulgular ve kreatin kinaz (CK) değerinin laboratuvar referans değerinin üst sınırını geçmesi; influenza tanısı ise nazal sürüntü örneğinin PZR ile incelenmesiyle konuldu. Sonuçlar: Tüm olgularımızda son bir hafta içinde ÜSYE geçirme öyküsü, dörder olguda kas ağrısı ve ateş, üç olguda yürüme güçlüğü vardı. Dörder olguda palpasyonla bacaklarda hassasiyet ve alt ekstremitelerde kas gücünde azalma vardı, kas tutulumunun tamamı alt ekstremitelerde, dördünde çift, birindeyse tek taraflıydı. Olgulara oseltamivir ve ağrı kesici tedavisi verildi, hidrasyonları sağlandı. Ortanca 3. günde klinik bulgularda düzelme, CK değerlerinde düşme gözlendi, hiçbir olguda kalıcı sekel gözlenmedi. Başvuru anındaki laboratuvar incelemesinde CK değerleri 299 ile 7324 U/L arasındaydı, maksimum CK değeri 9214 U/L idi. Hiçbir olguda myoglobinüri ve renal fonksiyonlarda bozulma saptanmadı. Hiçbir olguda beyaz küre, CRP, prokalsitonin yüksekliği görülmedi. Ortanca eritrosit sedimantasyon hızı 9 mm/sa (min, max: 5-31 mm/sa), ortanca lenfosit/PMNL oranı 1,41 (min, max: 0,69-3,28) idi. Üç olguda alt grup olarak İnfluenza A/H1 2009 saptandı. Tartışma: İİM'nin literatürde ortanca görülme yaşı 8,3 yaş iken bu çalışmada 6,1 yaş idi. Literatürde erkek/kız oranı 2/1 iken, bu çalışmada 4/1'di. Ortanca 3. günde klinik düzelme ve CK değerlerinde düşme görüldü. Literatürde %3 civarında rabdomiyoliz bildirilmiştir, hiçbir olgumuzda rabdomiyoliz görmedik. Olgularımız destekleyici tedavi ile sekelsiz iyileşti. Sonuç: İİM kendini sınırlayan, sıklıkla iyi seyirli bir miyozit tablosudur. Doğal seyreden olgularda EMG gibi invazif tanı yöntemleri ve agresif tedavi yaklaşımları gereksiz görünmektedir. Anahtar Kelimeler: İnfluenza, miyozit, çocuk, kreatin kinaz, oseltamivir, akut yürüme güçlüğü

[S-63] Pediatri Asistanları ve Uzmanları Arasında Çocukluk Çağı Migren Farkındalığı Şüheda Şahin, Deniz Yüksel Ankara Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi Giriş: Migren çocuklarda ve erişkinlerde en sık primer baş ağrısı sebepleri arasında olan, tedavi edilmediği takdirde iş gücü kaybına, sağlık giderlerinin artmasına neden olan önemli bir sağlık sorunudur. Bu çalışma ile çocukluk çağının migren farkındalığı, bilgi ve tutumunu değerlendirmek için pediatri uzmanlık öğrencileri ve uzmanlarına anket uygulanarak, elde edilen ilgili verilerin var olan eğitim sürecine katkıda bulunması amaçlanmıştır. Materyal-Metod: 01.11.2019-30.11.2019 tarihleri arasında Dr. Sami Ulus Kadın Doğum, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi (EAH), Keçiören EAH, Ankara EAH, Ankara Şehir Hastanesi'nde çalışmakta olan pediatristlere 32 sorudan oluşan çoktan seçmeli anket soruları yönlendirildi. Sorularda bilgi içeren kısımlar uluslararası baş ağrısı sınıflaması tanı kriterlerinin son versiyonu (ICHD-3) esas alınarak hazırlandı ve sonuçlar buna göre değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya 311 doktor katıldı, katılım oranı %90’dı, katılımcıların yarıdan fazlası pediatri asistanı, kalan kısmı yan dal/genel pediatri uzmanıydı. Katılımcıların %12’sinin kendisinde, %28,9’unun aile üyelerinde migren tanısı mevcuttu. Tüm tanı kriterlerini doğru bilme oranı %5,8’di. En az bilinen tanı kriteri atak sayısıydı. Katılımcıların yarısı tanı için baş ağrısı güncesi kullandığını, %6’sı tedaviyi kendisinin başladığını belirtti. Katılımcıların büyük bir kısmı nöroloji rotasyonlarında migren ile ilgili aldıkları eğitimi yetersiz bulduğunu, %79,4’ü migren ile ilgili ek eğitime katılmak istediğini belirtti. Ek eğitime katılmak isteyenler daha genç yaşta ve bekar ve nöroloji rotasyonu yapmayanlar arasında daha yüksekti. Nöroloji rotasyonu yapanlar rotasyon yapmayanlara göre atak sayısını ve akut atak tedavisini daha yüksek oranda doğru bildi. Kendisinde ve ailesinde migren tanısı olanlar atak süresini ve akut tedaviyi daha yüksek oranda bildi. Daha sık hasta görenler görmeyenlere göre atak süresini daha yüksek oranda doğru bildi. Sonuç: Bu çalışmada çocukluk çağı migreni tanı kriterlerini bilme oranı yüzde ellilerde iken tedaviyi bilme oranı çok düşük saptanmış, katılımcıların büyük bir kısmı migren ile ilgili aldığı eğitimleri yetersiz bulmuş ve ek eğitime katılmak istediklerini belirtmişlerdir. Bu sonuçlar migren ile ilgili eğitimlerin arttırılması gerektiğini göstermektedir. Anahtar Kelimeler: baş ağrısı, doktor, farkındalık, migren, pediatri

[S-64] Pediatristler Çocuk Nöroloji Polikliniklerine Hangi Hastaları Yönlendiriyor? Müge Ayanoğlu, Ayşe Tosun Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Pediatrik Nöroloji Bilim Dalı Giriş: Ülkemizde, hastalar önce pediatristler tarafından değerlendirilip daha sonra gerek görülürlerse ilgili yan dal polikliniğine yönlendirilmektedirler. Bu çalışmada, pediatristlerin olguları hangi tanılarla çocuk nöroloji polikliniğine yönlendirdiklerini, çocuk nöroloji uzmanı tarafından yapılan değerlendirme sonrasında hangi tanıların düşünüldüğü, olguların ek tetkik ve/veya klinik izleme gereksinimi olup olmadığının ve tanılar arasındaki uyumun belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve method: Mart ve Mayıs 2019 tarihleri arasında Çocuk Nörolojisi Polikliniği’ne pediatri hekimlerince yönlendirilen olgular, çalışmaya dahil edildi. Olguların çocuk nöroloji polikliniğine, hangi tanılar ile yönlendirildiği, öykü ve fizik bakı sonrasında bu olgulara hangi tanıların konulduğu, çocuk nörolojisi açısından ileri tetkik ve/veya klinik izleme gerek olup olmadığı dosya kayıtlarından retrospektif olarak kaydedildi. Pediatrist ve çocuk nöroloji uzmanının oluşturduğu tanılar arasındaki uyum incelendi. Bulgular: Çocuk nöroloji polikliniğine yönlendirilen olgular 336’sı (%54.5) erkek olmak üzere toplam 653 olgu idi. Ortanca yaş 80, çeyrekler arası mesafe ise 125.25 ay idi. Olgular 43 farklı ön tanı ile yönlendirilmişti ancak bu olgularda 55 farklı tanı düşünüldü, tanılar arasındaki uyum %76.7 idi. Olguların en sık sırasıyla afebril konvulziyon, febril konvulziyon, baş ağrısı, gelişme geriliği ve akut yürüyüş bozukluğu tanılarıyla yönlendirildiği (Tablo 1) ve olguların çocuk nörolojisinden en sık afebril konvulziyon, vazovagal senkop, nonepileptik paroksizmal fenomenler, sınıflandırılamayan baş ağrısı, gerilim tipi baş ağrısı, migren ve basit febril konvulziyon tanılarını aldığı ve tüm olguların %29.6’sının (188) çocuk nöroloji uzmanı tarafından ek tetkik ve/veya izleme gereksinimi olmadığı görüldü. Olguların öykü ve fizik bakı sonrasındaki tanıları tetkik ve/veya izlem gereksinim oranları Tablo 2, 3, 4 ve 5’te verilmiştir. Sonuç: Basit febril konvulziyon, tipik vazovagal senkop, gerilim tipi baş ağrısı, artrit/artralji gibi patolojiler, genel pediatristler tarafından tanısı konulabilir ve tedavi/klinik izlemi yapılabilir durumlardır. Bu çalışma, pediatri hekimlerinin, polikliniklerde öykü ve fizik bakı için hastalara ayırdıkları sürenin arttırılması, sıkça karşılaşılan çocuk nörolojisi ile ilgili konulardaki eğitimlerinin uzmanlık sonrasında da güncellemesi ile, çocuk nörolojisine yönlendirilen olguların önemli bir kısmının azaltılabileceğini düşündürmektedir. Anahtar Kelimeler: Çocuk nöroloji, pediatri, tanı uyumu, tetkik ve/veya klinik izlem gerekliliği

Related Documents


More Documents from "christian romero"