Ruh Bukucu

  • Uploaded by: Nilgün Bereketli
  • 0
  • 0
  • March 2021
  • PDF

This document was uploaded by user and they confirmed that they have the permission to share it. If you are author or own the copyright of this book, please report to us by using this DMCA report form. Report DMCA


Overview

Download & View Ruh Bukucu as PDF for free.

More details

  • Words: 51,860
  • Pages: 274
Loading documents preview...
 

 

 

   

 

2  

 

“RUH BÜKÜCÜ” bir sinema filmi senaryosunun romanlaştırılmış halidir. Yazarın yazılı izni alınmaksızın kısmen ya da tamamen alıntı yapılması, kitapta bulunan ve kitaba özel herhangi bir bilginin aynen ya da değiştirilerek kullanılması, kitapta verilen bilgiler üzerine yeni bir öykü tasarlanıp yayınlanması FİKİR VE SANAT ESERLERİ YASASININ İLGİLİ MADDELERİ GEREĞİNCE suç teşkil etmekte ve cezai müeyyide gerektirmektedir. RUH BÜKÜCÜ romanının telif ücreti yoktur, e-book formatında internetten indirilmesi ve dağıtılması serbesttir. ADNAN KURT

                   

Bir yazısında ki tek bir cümlesi ile beni bu romanı yazmaya teşvik eden Cengiz Semercioğlu’na teşekkür ederim...

 

3  

  BEYOĞLU, 2010 Yetmiş ikinci yaş gününü tek başına kutladı komser Sadun, arasıra uğradığı Beyoğlu’nda ki bir barda bir duble buzlu viski eşliğinde. Gerçi barmenle geçen onca yıl içinde arkadaş olmuştu ancak barmen de doğum günü olduğunu bilmiyordu, kimse bilmiyordu aslında. Yalnızca bir hafta önce emekli olmuştu komser Sadun ve hayatında kendini ilk kez bu denli yalnız hissetmişti. Emniyette göreve başladığı yirmi beş yaşından itibaren çok acı anlara şahit olmuştu. Rahmetli babası ona her daim ‘Oğlum bir şeyi anlamak için mutlaka yaşaman gerekmez, başkalarının yaşadıklarından ders almasını ve başkalarının yaptığı hataları yapmamayı öğren’ demişti, belki de binlerce kez. Sadun babasının bu öğütüne uymuş ve şehit polislerin ardından bıraktığı gözü yaşlı, yüreği yangın yeri eşleri ve çocuklarını gördükten sonra asla evlenmeme kararı almış, bu kararına sadık kalmıştı. Görevi başındayken hiç yalnızlık çekmemişti, her daim emniyette dostları, peşinden koştuğu suçlular vardı. Oysa şimdi... İlk kez yapayalnız hissetti kendini Sadun, emekliliği hiç sevmedi o an! Kimsenin duyamayacağı kadar kısık sesle ‘doğum günün kutlu olsun komser Sadun’ dedi kendi kendine ve viskiyi fondipledi, bar taburesinden kalktı yavaşça. ‘Eve mi komserim?’ diye sordu barmen. Yan taburede duran fötr şapka ve paltosunu alıp giymekte olan Sadun tebessümle baktı barmene, gerçi yüzünde acı bir tebessüm vardı ama barmen bunu hissetmedi,

 

4  

  ‘Evet, kar iyice bastırmadan gitsem iyi olur’ ‘Arayı açmayın komserim, iyi akşamlar size’ ‘Sağol Salih uğrarım ara sıra, hadi kal sağlıcakla’ Elinde şapkasıyla dışarı çıktı ve yüzüne çarpan kar tanelerinin huzurunu hissetmek istercesine kısa bir an gözlerini yumup öylece kaldı. Kar taneleri seyrelmiş ve geriye taranmış beyaz saçlarının üzerine konuyordu. Gözlerini açtı, derince bir nefes aldı ve şapkasını takıp ağır adımlarla Taksim yönüne doğru yürümeye başladı komser Sadun, yolu uzundu ve biraz bacaklarını açmak maksadıyla arabayla gelmemişti. Aslında eve gitmek istemiyordu, belki birazda bu yüzden adımlarını daha da ağırlaştırdı. Eve gidip yalnızlığa gömülmek daha şimdiden ağır gelmişti ona. Halbuki son yıllarda ağzından hep aynı cümleyi duymuştu mesai arkadaşları; ‘artık emekli olup dinlenmek istiyorum.’ Ama şimdi istemiyordu! Yarım asır boyunca çalışmış ve aile hayatı olmadığı için tek odalı bir evde sade bir hayat yaşamıştı. Evi arasıra uyumak ve elbiselerini yıkamak için kullanır olmuştu. Cinayet masasında komser olmak ona ağır bir sorumluluk vermişti ve aldığı işi çözmeden gözüne uyku girmezdi. Bunca yıl içinde kendine yalnızca iki şey almıştı komser Sadun. İlki 1969 yılında görüp hayran olduğu siyah renk bir spor mustang arabaydı... Aslında binmeye bile pek kıyamazdı onun için kutsal bir mabed gibiydi o araba. Ancak o araba sayesinde kendini her daim genç hissederdi, bu haftaya gelene kadar! İkinci olarak aldığı şey ise... Bir ay önce emekliliğin tadını çıkartmak gayesi ile neredeyse tüm birikimiyle satın aldığı bir köşktü.

 

5  

  Beykoz sırtlarında ki köşkün dış duvarlarını kaplayan ve yeryer çürümüş olmasına rağmen oldukça dinç bir havası olan ahşaplar Osmanlı kırmızı rengindeydi. İmparatorluk döneminde inşa edilmiş, ancak imparatorluk gibi yıkılmamış, dimdik ayakta kalmıştı etrafı duvarlarla çevrili büyük bir bahçenin içinde bulunan koca köşk. Komser Sadun köşke ulaştığında gecenin karanlığı beyaz kardan zeminin üzerini sarıp sarmalamıştı. Hemen bahçe girişinde duran siyah Mustang’ına durup baktı, eski bir dosta bakar edayla ve isteksiz adımlarla köşkün kapısına yöneldi. Köşkü mesai arkadaşları gazete ilanından bulmuştu, görür görmez beğenmişti Sadun da. Özellikle boğaz manzarası cezbetmişti onu. Orta yaşlarda bir kadındı sahibi, köşk ona miras yoluyla kalmıştı ve hiç ısınamamıştı bu köşke, yıllarca boş tuttuktan sonra içindeki eşyalarla beraber satmaya karar vermişti. Sadun kapısından ilk girdiğinde köşk hayalet evden farksızdı, her yan kalın bir toz katmanı altında ezilmiş, köşkün temizliği bile neredeyse bir hafta sürmüştü. Köşke doğal gaz sistemi yaptırmaya karar vermişti Sadun ve bir kaç gündür tadilat devam ediyordu. Gerçi ilk başta yaptırmadığına pişman olmuştu, her yan tekrar batmıştı nede olsa. Sadun önce palto, ardından ceket ceplerini yokladı ve kapının anahtarını bulup kapıyı açtı, o içeri girerken tesisat ustası ve iki çırağı çıkmaya hazırlanıyorlardı; ‘Beyim hoşgeldin, karşılaştığımız iyi oldu aslında. Şimdi biz bodruma doğalgaz kazanını koyduk bugün, bağlantı borularını döşemek için bizim çocuklar duvarda matkapla delikler açıyordu yalnız duvarın bir yeri delinirken içeri göçüverdi. Aradan baktım el feneriyle galiba kiler gibi bişey

 

6  

  varmış duvar örüp kapatmışlar nedense. Yarın orayı sıvayıp eski haline getiririz beyim, söyleyimde sonra kırıp dökmüşler demeyesin!’ dedi, şişman tesisatçı, soluk bile almadan konuşarak. Aslında bu hızdan Sadun da rahatsız olmuştu ama bir an önce kurtulmak için zoraki de olsa tebessüm etti ustaya, ‘Önemli değil ustam, elinize sağlık. Hadi size iyi geceler.’ ‘Size de iyi geceler komserim’ dedi ustabaşı ve çıraklarıyla birlikte çıkıp kapıyı arkalarından kapadılar. Sadun palto ve şapkasını çıkartıp girişte ki köşk kadar eski portmantoya astı, ayakkabılarını da çıkartmak üzere hamle yaptı ancak yerlerin batmış halini görünce vazgeçti, giriş kattaki büyük oturma odasına geçti, içeri girdi, ışığı açtı ve doğruca pencere önüne gitti. Pencereden kuşbakışı boğaz manzarasına daldı bir an, yine kar yağmaya başlamıştı. Yorgun gözlerinin ağırlaştığını hissetti Sadun ve yan tarafında bulunan koltuğa oturdu, iyice yaslandı arkasına. Gözlerini açtığında uyuyup kalmış olduğunu anladı, kolundaki saate baktı, ikiyi çeyrek geçiyordu. Eve geldiğinde saatin kaç olduğunu hatırlamaya çalıştı ‘altı saat uyumuşum’ dedi, kendi kendine kısık sesle. Doğruldu ve yavaşça kalktı yaşlı koltuktan, ağır adımlarla odadan çıktı, yürürken zemindeki eski ahşap döşemelerin gıcırtısı gecenin sesliğinde hafifçe yankılanıyordu. Banyoda yüzünü yıkadı Sadun ve tekrar odaya yöneldiğinde bir an öylece durdu, etrafına bakındı, yabancı gözlerle. Sanki ‘burada ne işim var?’ dercesine baktı etrafa. ‘Keşke evlenseydim!’ dedi belkide anlık bir refleksle. ‘Keşkelerle olmuyor Sadun bey!’ diyede kendi kendine cevap

 

7  

  verdi. Odaya girmek üzereyken vazgeçti, geri dönüp mutfağa yöneldi. Mutfağın ışığını yakıp içeri girdi ve buzdolabını açıp göz gezdirdi. Dolabı kapadı, etrafa göz gezdirdi. Yapacak, oyalanacak bir şey arar gibiydi aslında. Artık sararmış beyaz mermer tezgahın üzerinde duran parlak çelik çaydanlık gözüne iliştiğinde ne yapacağını bulmuş edayla tebessüm etti. ‘Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek gererek he Sadun?’ dedi. Çaydanlığın altına su, üstüne biraz çay koydu ve çaydanlığı ocağa koyup altını yaktı. Asırlık köşkün asırlık mutfağın da son model buzdolabı ve fırının adeta sırıttığını fark etti, doğu batı sentezi gibi duruyordu mutfak bu haliyle. Başını kaldırıp tavandan sarkan oldukça kasvetli zayıf bir ışık veren gücü düşük ampule baktı, ‘Yarın ilk iş ampulleri değiştirmek’ dedi ve mutfaktan ayrıldı. Her adımda gıcırdayan ahşap merdivenlerden üst kata çıktı, yatak odasına girdi Sadun. Rengi solmuş kahverengi gömme dolabın kapağını açtı, raftan pamuklu kumaştan yapılma pijamaları aldı. Üzerini çıkartmaya başlamışken duvar önünde duran boy aynasına ilişti gözü, kendine baktı alıcı gözlerle. Halen oldukça dinçti, yaşıtları ya çökmüş ya göbek bağlamıştı ama o en az yirmi belki otuz yaş genç duruyordu ve halen fiziği çakı gibiydi. Yaşıtları gibi gözünün feri sönmemişti üstelik, kahverengi gözleri halen parlıyordu. Yalnızca saçları biraz seyrelmişti hepsi bu. Elini hafifçe yanağına sürtüp sakal traşını kontrol etti. Hiç sevmemişti sakal ve bıyığı, her sabah aksatmadan yıllardır sakal traşı olurdu. Gençliğinde bir kez bıyık bırakmaya niyetlenmişti ancak suratının orta yerinde bir kıl birikintisi gibi durduğunu görünce vazgeçmişti.

 

8  

  ‘Hala şansın var bence Sadun, boy pos endam yerindeyken hala şansın var! Bul bir hatun evlen bence geç olmadan!’ dedi ve hafifçe güldü. Siyah takım elbisesini ve beyaz gömleğini özenle askıya koyup dolaba astı. Pijamalarını giydi ve tıpkı mutfaktaki gibi loş olan ışığı kapayıp odadan çıkarken ‘yarın bir değil bir düzine ampul almam gerek!’ dedi. Çatırdayan merdiven basamaklarını bir kez daha aşarak giriş kata indi ve durmaksızın doğruca bodruma inen merdivenlere yöneldi ‘bakalım neler yaptın usta, inşallah fazla dağıtmamışsındır ortalığı’ dedi. Bodruma inen taş merdivenlerin başında bodrum ışığının düğmesine bastı ve aşağı indi. Etrafa göz gezdirdi, basık tavanlı ve dar, insanı rahatsız eden havasız bodrum, konulan doğalgaz kazanı sayesinde iyice daralmıştı. Her yandan gelen borular bir ağacın kökleri gibi sarmıştı ortalığı. Ustabaşının çıkarken söylediği duvardaki göçüğe takıldı gözü. Sıvası dökülmüş bir kaç kırmızı taş tuğla kırık vaziyette kenarda duruyordu. Yere yakın bir bölgece küçük bir gedik açılmıştı duvarda. Sadun eğilip baktı, karanlıktan başka bir şey göremedi. Etrafına bakındı ve kazanın üzerinde duran ustabaşının el fenerini fark etti. El fenerini alıp açtı, fenerin ışığı bodrum tavanından sarkan kırk vatlık ışığı neredeyse bastırıyordu. Sadun el fenerinin ışığını açılan gedikten içeri doğru tutarken eğilip içeri baktı. Karşı duvara üst üste dizilmiş eski dosyalar ve deri ciltli kitapları gördü! Ayağa kalktı ve kısa bir tereddüt ardından duvara yaslanmış halde duran balyozu aldı! ‘Hadi bakalım, iş yok diye sıkılıyordun al sana eğlence!’ dedi ve balyozu aldığı gibi duvara ardı ardına

 

9  

  indirmeye başladı! Yalnızca on dakika sonra içeri girebileceği kadar büyük bir gedik açılmıştı duvarda. Balyozu duvara dayayıp bıraktı ve el fenerini alıp gedikten içeri girdi. El fenerinin güçlü ışığıyla hızlıca etrafı yokladı. Bir masa, bir sandalye ve sayısız dosya, kalın deri ciltli el yazması kitaplar vardı. Bir kaç dosyayı alıp içindeki sararmış evraklara baktı; el yazısıyla ve Osmanlıca yazılmıştı. Sadun henüz çocukken o zamanlar hayatta olan dedesinden osmanlıca okuyup yazmayı öğrenmişti. Gerçi buna hiç bir işine yaramayacak boş bir öğreti gözüyle bakmıştı ama şimdi elinde tuttuğu dosyada ki her şey Osmanlıcaydı. Tozlu masanın üzerine bıraktı dosyayı ve masanın çekmecesini açmaya yeltendi. Kilitliydi, etrafa bakındı ama anahtar bulamadı. Tekrar gedikten dışarı çıktı ve ustabaşının takım çantasından tornavida ile çekiç alıp geri döndü. Tornavidayı kilit yerinin üzerine koyup çekiçle bir kaç güçlü darbe indirince kilit kırıldı. Çekmeceyi açtığında kalınca bir kaç defter olduğunu gördü, birini masa üzerine koydu ve açıp sayfalarına hızlıca göz gezdirdi ‘bu bir günlük’ dedi. Çekmecedeki diğer dört defteri de alıp gedikten dışarı çıktı. Ustanın tornavida ve çekicini tekrar takım çantasına koydu, el fenerini de kapatıp kazanın üzerine bıraktı. Sadun elinde tozlu defterlerle merdivenlerinden çıktı, ışığı kapattı.

bodrumun

taş

Mutfağın rahatsızlık verici loş ışığı bir kez daha yandı, Sadun elinde kahverengi deriyle ciltlenmiş kalınca beş defterle içeri girdi, defterleri mermer tezgahın üzerine bıraktı. Sabırsız bir telaşla çekmeceleri açıp açıp kapattı, ta ki aradığı toz bezini bulana değin. Her bir defterin cildinin

 

10  

  üzerini kaplamış tozları hızlıca sildi, bezi de çöp tenekesine attı. Defterleri kucağına alıp mutfaktan çıkacakken durdu, geri göndü, defterleri yine tezgahın üzerine bıraktı. Çayın suyu kaynamış, kaynayan suyun buharı çaydanlıktan dışarı sızıyordu. Hızlıca çayı demledi ve defterlerle birlikte mutfaktan ayrılıp oturma odasına geçti. Boğaza nazır pencere önündeki koltuğa oturdu, defterleri de koltuğun yanında duran antika sehpanın üzerine bıraktı. Defterlerin sırayla ilk sayfalarına açıp göz attı önce, yazım tarihine göre sıraya koydu ve ilk günlüğü alıp okumaya başladı.

 

11  

  LONDRA, 1929 Halit bey cumhuriyetin ilanı ardından devlet tarafından eğitim için yurt dışına gönderilmiş yüzlerce kişiden biriydi ve 1926 yılında psikoloji ihtisası için Londra’ya gönderilmişti. Üniversitede ki ilk aylarında İsrail asıllı Yahudi bir genç olan İzak ile tanışıp arkadaş olmuşlar, bu arkadaşlık zamanla dostluğa dönüşmüştü. İzak kıvrak Yahudi zekasına sahipti ve haham olan dedesi tarafından yetiştirilmişti. Buna rağmen Yahudi öğretilerini pek önemsemezdi ve görünüşü daha ziyade ‘serserinin tekiyim’ diye haykırırdı. Yahudi mistizmi kabala hakkında da çok derin bilgiye sahipti ve bu bilgileri başkalarıyla paylaşması her ne kadar yasak olsa da biricik dostu Halit’le cömertçe paylaşmaktan çekinmezdi. Gerçi Halit’in ne mistizmi ne de kabalayı önemsediği yoktu, onun tüm derdi bir an önce eğitimini tamamlayıp vatanına dönmek ve ölene dek hizmet ülkesine etmekti. Ancak ne olduysa 1929 yılının mayısında olmuştu. İzak ona bir soru sormuştu alt tarafı. Ama sorunun ve cevabının onu nerelere sürükleyeceğini o tarihte aklından bile geçirmemişti Halit bey. İzak’ın sorduğu soru çok basitti aslında, cevabı da herkes tarafından bilinmekteydi. Ama İzak herkesin bilmediği bir şey biliyordu! ‘Üç kıtaya yayılmış, onlarca farklı milleti ve kültürü içinde barındıran bir imparatorluğa yüz yıllar boyunca nasıl olurda imparatorluğun sınırlarına dahil olan hiç bir millet başkaldırmamıştır? Üstelik imparatorluğun merkezi çoğu yere onbinlerce kilometre uzaktayken, iletişim at üzerinde

 

12  

  gidip gelen habercilerce sağlanırken bu nasıl olmuştur?’ Soru buydu, cevapsa şu, en azından Halit'in İzak’a verdiği cevap; ‘Bu imparatorluktan ziyade Türklerle alakalı. Özgürlük ve adalet adına savaşmaktan çekinmeyen ve asla yılmayan bir millet için bunu başarmış olmak hiçte zor değil. Üstelik fethedilen ülkelerde halk devletlerin zulmü altında eziliyordu. Osmanlı o insanları zulümden kurtarmakla kalmadı insanca yaşamaları için gerekli olan her türlü zemini de hazırladı. Hayatlarında ilk kez hak, adalet ve özgürlüğü tadan bu toplumlar neden başkaldırsınlar ki?’ İzak ona hep yaptığı yapmış ve önce alaycı ifadesiyle gülmüş sonrada Halit’in hayatını değiştirecek cevabı vermişti; ‘Dostum, bu sorunun cevabı yüzyıllarca gizli tutuldu imparatorluk tarafından. Ancak bir gün bu sır bir kişi tarafından açığa çıkartıldı. İşte o andan itibaren neredeyse tüm dünyanın boyun eğdiği Osmanlı için çöküş başladı!’ Halit içten içe merak etmişti cümlenin devamını, ama ne zaman bir tartışma ortamı olsa birbirlerine üstün gelme yarışına girerdi iki genç. Halit merakını bastırıp, sanki umursamıyormuş gibi dinlemişti İzak’ı. İzak ise az sonra Halit’in yüzünün ne hale geleceğini bildiği için keyifle devam etmişti; ‘Aslında siz Türklerin kesin bir tarihi yok. Bir anda ortaya çıkmış, nereden geldiği bile belli olmayan bir milletsiniz. Sanki Tanrı sizi bir anda var etmiş ya da sizi bir yerde gizlemiş gibi.’ Halit tıpkı İzak’ın her daim ona yaptığı gibi alaycı bir tebessümle karşılık vermişti bu cümleye, ancak izak aynı ciddiyetle devam etmişti;

 

13  

  ‘Sizler şaman bir toplumsunuz. Şamanlık kültürünüz de en az sizin kadar gizemli. İşte Osmanlının sırrı da burada yatıyor aziz dostum. Şamanlar vecd halindeyken karşısındaki insanları ruhen etkileme gücüne sahiptiler. Osmanlı bu gücü devlet yönetiminde kullanmayı düşündü ve imparatorluğun kurucusu Osman Gazi yüzlerce yıl gizli kalacak bir adım attı! Feth edilen her beldeye gizlice bir şaman gönderildi ve bu şamanlar orada yaşayan insanların zihinlerini kontrol ederek adeta bastırdılar!’ Halit bunu ilk duyduğunda gülmüştü! İzak ise iyice hırslanmış aynı ciddiyetle devam etmişti; ‘Bak dostum kabul ediyorum elbet, imparatorluk gerçektende feth ettiği her ülkenin insanlarına hep adil davrandı ancak ne olursa olsun her toplum özgür olmak ister. Bu toplumlar yüzlerce yıl bırak başkaldırmayı, özgür olmayı bile akıllarından geçirmediler!’ ‘Huzur içinde yaşarlarken neden başkaldırsınlar ki?’ diye sormuştu Halit bey, iyice keyiflenerek; ‘Bunu sen kendine sor bence! Bu dünyada sizin kadar özgürlük uğruna savaş vermiş başka bir toplum var mı? Siz hep özgür yaşamak istedinizde başka toplumlar istemedi mi aziz dostum?’ ‘Diyelim ki öyle, maden Osmanlının elinde böylesine mistik bir güç vardı, peki ne olduda koskoca imparatorluk dağılıverdi?’ ‘Aslında... Üzgünüm dostum, bana kızmayacağını ümit ederek söyleyeceğim bunu ama... Osmanlıyı yıkan biz Yahudiler olduk! Daha da doğrusu tek bir Yahudi koskoca imparatorluğu yıkmayı başardı!’ Halit o ana değin alaycı tebessüm ve mimiklerle karşılık vermişti, ama bu son cümle üzerine kahkahası içinde

 

14  

  bulundukları odanın duvarlarında yankılanmıştı! ‘İmparatorluğun yüzlerce yıl saklamayı başardığı bu mistik sırrı bir Yahudi ele geçirdi ve uzun yıllar izini sürdü dostum! Ve sonra bu bilgiyi bir servet karşılığı İngilizlere sattı! İngilizler önderliğinde ki Avrupa bir yandan Osmanlıyı içten sabote ederken, diğer yandan da o şamanları teker teker bulup öldürmeye başladılar! İşte o andan itibaren sesi soluğu çıkmayan aynı çatı altında yaşayan toplumlar isyan bayrağını çektiler! Çünkü artık zihinlerini kontrol ederek özgürlük duygularını baskı altında tutan güç yok olmuştu! E birazda kışkırtmayla hepsi aslan kesildi ve sonrası malum! Birazcık düşün dostum. Birazcık mantık yürüt! Koskoca imparatorluk, onlarca farklı kültür, onlarca farklı millet ve hiç kimse özgürlük falan istemiyor? Kimse çıkıpta, tamam ey Osmanlı, bizi zulümden kurtardın, hak ve adalet getirdin. Sen özgürlüğün ne olduğunu bilirsin, bizede saygı duy ve özgürlüğümüzü geri ver demedi. Bu sana ne kadar mantıklı geliyor sevgili dostum?’ Halit gülmeyi kesmiş, kuşkucu ifadeyle bakar olmuştu ancak tatmin değildi elbet; ‘En acısı nedir bilir misin Halit? Bu sır Avrupa'nın eline geçince onlarda bu gizemli gücü kendi lehlerine kullanmaya başladılar! Ve emin ol yüzyıllar sonra dünya yaşanması çok zor bir yer olacak. Buna şüphen olmasın ki tüm dünya insanları köle gibi, üstelik gönüllü birer köle gibi yaşayacaklar. Nedenini dahi bilemeden üstelik! Onları gizemli bir gücün kontrol ettiği bilemeden özgür iradeleri bastırılmış halde yaşayacaklar. Ben buna inanıyorum dostum, inanıyorum çünkü kanıtları gördüm, bizzat şahit oldum! Halit inanmamıştı aslında, ama içine bir kuşku düşmüştü bir kere. İzak kanıtlardan bahsediyordu üstelik.

 

15  

  ‘Peki dostum, diyelim ki öyle... Kanıtla!’ Deli doluydu İzak, avını ele geçirmiş yırtıcı hayvan gibi kısmıştı gözlerini; ‘Emin misin? Tanık olacağın şeylerden sonra huzur içinde uyuyacağını hiç sanmıyorum sevgili dostum!’ Halit’in de ondan aşağı kalır bir yanı yoktu, içindeki kuşku bir yana İzak’ın ona nasıl bir kanıt göstereceğini merak ediyordu. ‘Ertesi gece’ demişti İzak, ‘istediğin kanıtı vereceğim sana’ ve daha o geceden Halit’in uykusu kaçmıştı!

 

16  

  İLK ŞOK Saatler boyunca aralıksız okudu günlüğün ilk cildini. Okudukça şaşırıyor, meraklanıyor ve bazen irkiliyordu emekli komser Sadun! Osmanlıca el yazısı onun yaşlı gözlerini zorlamıştı, istemeye istemeye defteri diğerlerinin üzerine bıraktı, okuduğu son sayfa açık kalacak şekilde. Gözleri boğaz manzarasına daldı, kar durmuştu ve şehrin parlak ışıkları gecenin karanlığı ile dans halindeydi. Düşünceli gözlerle öylece dalıp gitmişken aslında manzaraya bakmıyor, zihninde okuduklarını canlandırıyordu. ‘Şaka mı bu? Böyle bir şey mümkün olabilir mi?’ diye sordu kendi kendine. Gözü diğer dört cilde kaydı, henüz günlüğün ilkinin dörtte birini okuyabilmişti. Neler vardı acaba daha? Sadun yavaşça kalktı koltuktan ve mutfağa gidip kendine demi iyice çıkmış çaydan koydu, dolaptan henüz açılmamış bir kutu şeker alıp, karton kutuyu kenarından yırtıp açtı. İçinden bir şeker alıp çayına attı ve karıştırırken taze çayın kokusunu içine çekip bir yudum aldı. Sadun elinde çayla koltuğuna geri döndü. Günlükleri biraz ileri itip çay bardağına yer açtı ve günlüğü tekrar alıp okumaya devam etti.

 

17  

  YÜZLEŞME Uykusuz bir gecenin ardından sabaha doğru biraz kestirmişti Halit. İzak’ı iyi tanırdı, boş konuşmazdı, ortaya bir şey atmışsa hele ki Halit’le tartışmaya girmişse galip ayrılana değin savaşırdı! Bu yüzden tedirgin di Halit, ‘ya gerçekse anlattıkları?’ sorusu zihnini işgal etmiş, onu bir türlü bırakmıyordu! Geceyi zor etti o gün Halit, İzak kaldıkları yurt binasına geldiğinde kendinden emindi, onun bu kendinden emin hali Halit’i büsbütün tedirgin etmeye yetmişti! Halit, İzak’la birlikte yurttan ayrılmış ve Londra’nın karanlık sokaklarında bir süre yol almışlardı. Uzunca bir yürüyüşün ardından bir havranın kapısında durmuşlardı. ‘Gece gece ibadet mi edeceksin?’ diye alaycı bir o kadarda sabırsız tavırla yapıştırmıştı Halit İzak’a! ‘Gel dostum, benden istediğin kanıt içeride seni bekliyor!’ demişti İzak ve Halit'i kolundan çekerek havranın avlu kapısından içeri sokmuştu! Onları orta yaşlarda bir haham olan Şimon karşılamıştı, İzak heyecanlanmıştı diğer yandan eğlenir bir hali vardı, bu durum Halit’in iyiden iyiye canını sıkmıştı. Öncelikle haham Halit’in önünde İzak’a bozuk atmıştı, ne kadar güvenilir olursa olsun dostlarına dahi sırları ifşa etmemek gerektiğini sertçe hatırlatmıştı! Diğer yandan Türkleri sevdiğini, vaktiyle Osmanlı imparatorluğunun onlara her daim kucak açtığını bu yüzden de içtenlikle Türklere müteşekkir olduğunu söylemişti Halit’e. Halit’in onuru okşanmıştı bu sözler karşısında ama onun aklı kanıttaydı!

 

18  

  Haham Şimon kısa bir tereddüt ardından İzak’ın önceki gün anlattıklarını tekrarladı Halit’e. ‘Öncelikle ortada bir kanıt yokken böyle bir şeye inanmamı beklemeyin. Kaldı ki kanıt olsa bile olan olmuş, bu anlattıklarınız İzak’ın bir konuda daha haklı çıkması haricinde hiç bir işe yaramaz ki’ demişti Halit. Haham Şimon acı tebessümle süzmüştü genç Halit’i; ‘O gizemli güç artık düşmanınızın elinde evladım! Ve onu yalnızca size karşı değil tüm dünyaya karşı kullanmaya başladılar bile!’ Halit şaşırmış ve bir parçada içten içe korkmuştu! Var gücüyle savaşarak kurulmuş Cumhuriyetin karşısında yeni bir düşman var mıydı gerçekten? Üstelik bu düşman söylenenler doğruysa görünmez ve bilinmez çok güçlü bir silaha sahipti! Ancak Halit aldığı psikoloji eğitimin de etkisiyle pozitif bilim ışığıyla yaklaşırdı herşeye ve konusunda uzman bir psikiyatrdan hipnoz üzerine ciddi bir eğitim de almıştı. Şunu biliyordu ki hipnoz ancak kişilerle sınırlıydı. Burada bahis konusu olan milyonlarca insanın aynı anda hipnoz edilmesiydi! Bu mümkün olabilir miydi? ‘Bu mümkün değil!’ dedi Halit, ‘Hipnozda bile karşınızda ki kişinin rızası olmadan onu etkilemek mümkün değilken milyonlarca insanı haberleri bile olmadan bu şekilde etkilemek imkansız!’ Halit’in son hatırladığı İzak’ın haham Şimon’a yalvarırcasına bakan bir çocuğun başını andırır bakışıydı! Hahamdan bir şey ister gibiydi ve Halit belli etmediği merakla Hamama ve İzak’a bakıyordu!

 

19  

  Halit kendine geldiğinde Londra’nın karanlık ve ıslak sokaklarında iç çamaşırlarıyla koşuyordu! Kendine gelmişti bir anda ve hiçbir şey hatırlamıyordu! Ne zaman soyunmuştu? Neden sokakta bu şekilde koşuyordu? Buraya nasıl gelmişti? Sorular ardı ardına zihninde yankılanırken birileri görecek korkusuyla hemen kuytu gölgelere gizlenerek uzaklaşmıştı oradan! Halit havraya geri döndüğünde acı tebessümle ona bakan Şimon ve gülerek zaferini kutlayan İzak karşılamıştı onu! Halit yerde duran giysilerini gördüğünde ağlayacak gibiydi! Giyinmeye başlamıştı, sessizce, yenilmiş gibi hissediyordu kendini ama derdi İzak’a bir tartışmada yenilmiş olması değildi! Titreyen dudaklarından ‘bu nasıl mümkün olur?’ sorusu dökülmüştü Halit’in. Ancak Hamam cevap vermemiş, bilmesi gereken tek şeyin Avrupa'nın elindeki ‘özel insanların’ yanında kendi yeteneğinin çok küçük kaldığını söylemekle yetinmişti! O gece de önceki gece gibi uyuyamamıştı Halit. Ancak önceki gece merakından uyuyamamıştı, şimdi ise korkusundan! Duyduklarına içinde şüpheler olsa bile inanmıştı artık, kendini Londra sokaklarında yarı çıplak koşarken bulmuştu! Ve hipnoz bile söz konu değildi! Bu nasıl olur sorusu içini kemiriyordu. İzak ve Şimon’un söyledikleri doğruysa savaşarak, acı çekerek kurulan Türkiye Cumhuriyeti hiç savaşılmadan ele geçirilecekti! Belki de ele geçirilmişti bile! Halit’in aklında artık tek bir şey vardı; diplomasını alır almaz ülkesine dönüp bu konu hakkında derin araştırmalar yapmak ve elbette devlet büyüklerini bu gizemli sır hakkında uyarmak!

 

20  

  *** Diplomasını alıp ülkesine dönmüştü Halit bir kaç ay sonra. Ancak devlet erkanı onu ciddiye almak bir yana devletin imkanlarını kullanarak okumuş olduğunu unutmakla bile suçlamışlardı! Halit bir kaç ay sonra İstanbul Üniversitesin de hocalık yapmaya başlamış, bir yandan da aklından çıkartıp atamadığı bu gizemli sırrı araştırmaya başlamıştı! *** Tam dokuz yılını vermişti Halit bey, her taşın altına bakmış, kısıtlı imkanlarını adeta vakfetmişti! Güvenilir bulduğu öğrencilerinden on bir kişiyi daha bu gizli araştırmaya dahil etmiş ve İzak’ın verdiği bilginin doğru olduğuna kesin olarak inanmıştı sonunda! Konferanslara katılma bahanesiyle değişik ülkelere gidip araştırmalar yapmış, ekibinde ki öğrencilerini de zaman zaman kendi imkanları ile araştırmalar için yurtdışına göndermişti. Artık emindi ancak emin olmak yetmiyordu! Bu sinsi oyunu bozacak bir plana ihtiyacı vardı Halit beyin. Ona öğrencilerinden başka inanan da yoktu, elindeki kanıtları bir keresinde içişleri bakanının önüne koymuş ancak buna rağmen deli saçması olarak nitelendirilmiş, üzerinde bile durulmamıştı! Halit Bey aile yadigarı köşkün bodrum katında gizli bir odayı karargahı haline getirmişti, geçen dokuz yıl boyunca. Alçak tavanlarından sular sızan taş tuğlarla örülü duvarların önü yığılı evrak dosyaları, el yazması kitaplarla dolup taşmıştı. Her daim yanan gaz lambalarının loş ışıkları dahi ortamın kasvetini bastırmaya yetmiyor, kimi an sönecek gibi olan ışıklar türlü gölge oyunları oynuyordu Halit Bey’e!

 

21  

  Uykusuzluktan gözleri zor açılırken kimi anlar bu gölge oyunlarının tuzağına düşüyor ve irkiliyordu! Gerçi bu sayede tekrar uykusu dağılıp kendine geldiği için halinden şikayet etmeyen Halit Bey, elde ettiği tüm bilgiyi bu gizli odada topluyor, geceler boyu tekrar tekrar inceliyordu! Ve en önemlisi geçen yılların ardından artık ne yapacağını biliyordu!

 

22  

  SORGULAMA İstanbul güne yine yağan karla merhaba diyordu. Sadun ilk günlüğü bitirmek üzereydi. Yüzüne yerleşmiş merak ve şaşkınlıkla ilk günlüğün son sayfasını heyecanla okudu ve deri cildi yavaşça kapattı. Sadun ülkenin durumunu düşündü. Halit beyin öğrendikleri gerçekse şayet, bunun bir şekilde güncel hayata yansımış olması gerekliydi. Dünya pekte hoş günler yaşamıyordu gerçi ama toplumların özellikle de Türk toplumunun böyle bir zihin kontrolüne maruz kalmış olması ona pek mümkün gelmiyordu. Çünkü öyle olsa tüm toplum hiç bir konuda fikrini dahi ifade edemeyen, köle gibi çalışan insanlardan oluşuyor olmalıydı. Ancak öyle bir durum yokdu, en azından genel olarak. Sadun saatine baktı, sekize geliyordu. Ustabaşı her sabah saat on gibi geliyordu çıraklarıyla birlikte. Onlar gelmeden bodrumda bulduğu gizli odadaki tüm evrak ve yazmaları oradan alıp uygun bir yere koyması gerektiğini düşündü. Şimdi birde onların gereksiz sorularına cevap vermek zorunda kalmak istemiyordu. Diğer yandan orada bulunan herşeyin muhafaza edilmesi gerektiğini düşündü Sadun, olurda çıraklar hatta ustabaşı merak edip bir şeyleri alıp gidebilirlerdide. Sadun günlüğü koltuğa bırakıp kalktı, mutfağın önünden geçerken gözü içeri kaydı ve halen altı yanmakta olan çaydanlığı fark edip hızlı adımlarla ocağın yanına gitti. Çaydanlığın üstünü kaldırıp baktı, altta su kalmamıştı! ‘Hay Allah!’ dedi, unutmuş olduğundan dolayı kendini suçlar edayla. Ocağı kapadı, çaydanlığı yerine koydu ve köşkün girişinde molazları taşımak için ustabaşının getirdiği

 

23  

  çuvalların alabildiği kadarını alıp tekrar bodruma indi. Herşeyi çuvallara doldurması neredeyse bir saatini almıştı. Her bir çuvalı, ki çok ağırlardı her biri, sırtında en üst katta ki çalışma odasına çıkartıp içindekileri hızlıca istifledi. Son çuvalı çıkarttığında saat ona geliyordu. Moloz çuvallarını aldığı yere düzgünce katlayıp bıraktığında ustabaşı ve çıraklarının seslerini duydu, köşke doğru konuşarak yaklaşıyorlardı. Yorgundu ve birde onlarla muhatap olmak istemiyordu, hızlı adımlarla oturma odasından günlükleri aldı ve aynı hızla yatak odasına çıktı. Kitapları yatağın altına bıraktı, dolaptan havlu alıp banyoya girdi. Doğalgazı henüz bağlanmadığı için soğuk suyla duş aldı, gerçi bu onun genel bir alışkanlığı idi ama dışarıda kar yağarken ve köşkün buzhaneden farkı yokken suyun soğukluğuna zorlukla dayandı. Evrak ve kitapları üç kat yukarı taşırken kan ter içinde kalmış, yıkanmaya mecbur hissetmişti kendini. Banyodan sonra yeni pijamalar giydi üzerine ve kendini yatağın üzerine bıraktı, bir süre daha günlükte okuduklarını düşündü, düşünürken uyuyakaldı. Gözlerini açtı ve garipser gözlerle bakındı odanın tavına, eski tek odalı evinde geçirdiği onca yıldan sonra hala köşke alışamamıştı. Saatine baktı, öğleden sonra ikiye geliyordu. Yavaşça doğrulup yatağın kenarına oturdu, aklına bir şey gelmiş edayla ve merakla yatağın altına eğilip baktı, günlükleri görüp birini aldı, ‘Rüya sandım bir an, gerçekmiş!’ dedi! Ustabaşı ve iki çırağı doğalgaz kazanının bağlantılarını bitirmek için uğraşıyorlardı. Önceki gece Sadun’un balyozla indirdiği duvarın molozları temizlenip çuvalların içine konmuş bir köşede duruyordu.

 

24  

  Sadun merdivenlerden inip yanlarına geldiğinde ustabaşı İngiliz anahtarıyla tüm gücünü vererek bir boruyu sıkıyordu, ‘Ustam kolay gelsin’ dedi Sadun. ‘Eyvallah komserim, sağolun’ ‘Nasıl gidiyor?’ ‘Az bir işimiz kaldı yarına biter inşallah. Bu arada duvarı indirmişsin beyim, çocuklara toplattım etrafı’ ‘Evet, merak ettim ne varmış diye’ ‘Bir masayla bir sandalye varmış anlaşılan beyim. Dertleri neyse artık kapatmışlar öyle duvar neyim örüp’ ‘Belki kötü bir anısı vardı eski sahibi o yüzden ördürdü duvarı, kimbilir?’ ‘Doğru diyorsun komserim.’ ‘Neyse hadi size kolay gelsin, ben biraz dışarı çıkıyorum işlerim var. Çıkarken kapıyı çekersiniz.’ ‘Tamam komserim, size de kolay gelsin.’ Sadun merdivenleri hızlıca çıktı ve portmantodan paltosunu alıp giydi, şapkasını ve portmanto üzerine bıraktığı Halit beyin günlüklerinden ikincisini de alıp köşkten ayrıldı. Siyah Mustang’ın yanında durdu ve ceplerini yokladı Sadun, ceketinin sağ cebinde bulduğu anahtarı alıp arabanın kapısını açtı ve bindi. Günlüğü ve şapkasını yan koltuğa bırakıp anahtarı kontağa yerleştirdi, çevirdi. Arabanın güçlü motoru tüm ihtişamıyla kükredi adeta. Yavaş yavaş gaza yüklendi Sadun, bu ses onun için senfonik bir müzikten farksızdı, yüzünde haşarı bir çocuğun ifadesi vardı gaza basarken.

 

25  

  Arabayla Beykoz sahil yoluna indi ve Çengelköy tarafına doğru ağır hızla ilerlerken göz ucuyla kar altında kalmış İstanbul’a bakındı. Neyse ki yollar açıktı, aksi halde bu güçlü canavarı kar üzerinde zapt etmek onun için zor olabilirdi. Çengelköy’e gelinde arabayı cadde üzerinde yol kenarında ki bir boşluğa park etti, günlüğü ve şapkasını alıp arabadan indi ve kapıları kilitledi. Şapkasını taktı, tarihi Çınaraltı çay bahçesinin olduğu sokağa doğru yürüdü. Çay bahçesinin kapalı bölümüne girdi, içerisi tenhaydı, pencere önünde boğaza nazır masalardan birine oturdu. Onu fark eden genç garson daha yanına gelmeden, ‘Bey baba çay veriyorum!’ diye seslendi. ‘Ver bakalım aslan parçası’ dedi Sadun, babacan tavrıyla. Garson çay ocağına giderken, Sadun şapka ve paltosunu çıkartıp yanda ki sandalyenin üzerine bıraktı, günlüğü önüne çekip ilk sayfasını açtı, okumaya başladı.

 

26  

  ARAŞTIRMA Gündüzleri üniversitede hocalığa devam ederken, geceleri hiç durmadan araştırmalarına yoğunlaşmıştı Halit Bey. Mezun olan ya da halen eğitimi devam eden on bir öğrenciside onun yolundan gidiyor, iki hayatı birden yaşıyorlardı! Halit bey ekibine dahil ettiği her bir öğrencisini uzun zaman dilimlerinde gözlemlemiş, güveneceğine emin olana değin beklemiş ve nihayetinde hepsiyle teker teker görüşüp tüm kutsal şeyler üzerine yemin ettirmişti! Üzerinde çalışacakları bu gizemli sır ne pahasına olursa olsun saklı kalmak zorundaydı ve bu uğurda gerekirse hepsi canlarını hiç düşünmeden feda etmekten çekinmeyeceklerdi! Halit Bey ve ekibi her taşın altına bakmışlar, elde edilen her bilgi kırıntısı üzerine bazen aylarca tartışarak doğruyu bulmak, eksik parçaları yerli yerine oturtmak için uğraşmışlardı. Kimi anlar ümitsizliğe düşmüş olmalarına rağmen, her şey bitti derken hiç ummadıkları bir bilgi parçası önlerine yeni bir kapı açmış, yorulmadan yola devam edebilmişlerdi. Halit Bey sevgili dostu İzak’ın da kısmen bilgisinden faydalanmış, ancak şüphe uyandırmamak adına psikolojide derin bilinç halleri üzerine bir araştırma yaptığını ve bu konuda kitap yazdığı yalanını söylemeyi yeğlemişti. Kalaba, uzak doğu metafiziği, halktan gizlenen ve olduğunu bile kimselerin bilmediği İslam metafiziği, şamanik öğretiler hatta büyücülük üzerine titizlikle araştırmalar devam etmiş, elde edilen her yeni bilgi Halit bey’in adeta içini ürpertmeye devam etmişti!

 

27  

  Tüm kutsal kitaplar mercek altına alınmış, her kutsal metinde inanılmaz bulgular elde edilmişti! Halit Bey tanrının bile artık bu oyunun içinde olduğuna inanır olmuştu! Hatta kendi yaşadıklarını uzun uzadıya analiz etmiş ve bir sonuca ulaşmıştı! Eğitim için İngiltere’ye değil, başka bir ülkeyede gönderilebilirdi, ama İngiltere’ye gönderilmişti. Yapılan mülakatlarda çıkan sonuca göre Psikoloji değil başka bir dal için seçilebilirdi. Ama Psikoloji ihtisası için seçilmişti. Tüm bunlar olmasa İzak ile tanışıp dost olamayabilirdi. Ama İzak’la tanışmış ve dost olmuştu. İzak bu sırrı bilmiyor da olabilirdi ya da bildiği halde onunla paylaşmamış, bunu gizlemişte olabilirdi. Ama öyle olmamıştı! Halit Bey artık tanrı tarafından seçildiğine emindi ve elde ettiği her yeni bilgi onun karanlık ve aydınlık arasında gidip gelmesine sebep oluyordu! Psikoloji üzerine ihtisas yapmış olmasına rağmen artık kendi psikolojisi üzerindeki egemenliği yitirmiş, adeta saplantılı biri haline dönüşmüştü! Daha da kötüsü araştırmaları nihayete erip ihtiyacı olan tüm bilgiye sahip olduğunda zihninde farklı ve karanlık hayaller canlanmaya başlamış, bu hayaller onu adeta ele geçirmeye başlamıştı! Önceleri ülkesini olası bir gizli düşmandan korumak adına başlamıştı bu gizemli çalışmalara. Ancak olabilirliğini görünce daha fazlası neden olmasın diye kendini sorgulamış ve bu sorgulama da fazla sürmeden cevabı yine kendisi vermişti. Tıpkı Osmanlı gibi yeniden tüm dünyaya hakim olma şansı varsa bu neden kullanılmasın? Ve daha da önemlisi devletinin ciddiye almadığı Halit bey neden yeni imparatorluğun hükümdarı olmasın? Halit bey an be an karanlıkların içinde kaybolmaya başlamıştı ki bu durumu onu vermekte zorlandığı kararları

 

28  

  kolayca vermesini sağladı. Bu uğurda yüzlerce cana kıyılması, yüzlerce hayatın adeta mahvedilmesi gerekecekti ki bunu vicdanı bir türlü kabul etmemişti, ta ki o ana kadar! Artık kendinden emindi ve ne yapması gerektiği de ortadaydı, yapacaktı da! Halit Bey’i araştırmalara başladığı ilk yıllarda onu en çok meşgul eden soru zihin başka bir zihin tarafından nasıl kontrol edilebilir sorusuydu. Psikoloji bilgisi hipnoz haricinde bunun mümkün olmadığını söylüyordu ama kendisi Haham Şimon tarafından hipnoza maruz kalmadan etkilenmiş ve utanç verici bir hale düşürülmüştü. Şu halde bunun bir yolu olmalıydı. Araştırmaları özellikle eski Mısır ve uzakdoğu kadim öğretileri üzerinde yoğunlaştığında yavaş yavaş cevaplar almaya başlamış, en azından başlangıç noktasını yakalamıştı Halit Bey. Aradığı ilk cevabı Tanrı ilmi içinde bulmuştu; Tanrı yaratım sürecini katmanlar halinde gerçekleştiriyordu, bu katmanların en alt basamağında ise içinde yaşadığımız maddi evren katmanı vardı. Tanrının bilinci denilen külli bilinç katmanlardan aşağı doğru iniyor ve en alt katmanda madde olarak tezahür ediyordu! En önemli ayrıntı ise külli bilinç insan olarak tezahür ettiğinde bölünüyor ve cüzi bilinç olarak her insanda ayrı ayrı oraya çıkıyordu. Bu cüzi bilinç sayesinde insan var olduğunu ve kendini bilebiliyordu! Kutsal kitaplar üzerine yaptığı incelemeler esnasında iki denizi birbirinden ayıran sınırdan ve bu denizlerin birleşimini anlatan ayetler dikkatini çekmişti. Çok geçmeden bu ayetlerde bahsedilen iki denizin külli ve cüzi bilinç olduğu sonucuna vardı Halit Bey. Bu iki denizi birbirinden ayıran şeyin ise psikolojinin ego olarak adlandırdığı kavram olduğuna kanaat getirdi.

 

29  

  Bu bilgi onun için çok önemliydi çünkü diğer cüzi bilinçlere ulaşmanın yolu, külli bilince ulaşmaktan geçiyordu ona göre. Ancak egonun yok edilmesi imkansızdı, bunu ihtisası sayesinde biliyordu ve bunu aşmanın bir yolunu aramaya başlamıştı. Diğer yandan maddenin oluşumu üzerinde araştırmalar yapıyordu ve maddenin temelde dört ana elementin karışımı olduğunun farkındaydı; Toprak, Su, Hava, Ateş. Bunların bir anlamı olmalı diye düşündü uzunca bir zaman, Tanrı maddeyi neden dörde bölsün ki? Elementler üzerin mistik ilimler üzerine yaptığı araştırmalar devam ederken, yine kutsal metinler ona bir anda yol gösterdi! Kutsal kitaplarda yer alan ‘Canlı olan herşeyi sudan yaratmışızdır’ ayeti onu bir anda cezbetti. O ana kadar o hep hava elementi üzerinde durmuştu, çünkü hava elementinin diğer elementlerin üzerinde ve hepsini kontrol edebilecek yegane element olduğunu düşünmüştü. İnsan hayatı için dört şey hayati öneme sahipti; besin, su, hava ve vücut ısısı. Besin Toprak elementine karşılık geliyordu ve insan yemeden haftalarca yaşayabilirdi. Su olmadan da günlerce yaşayabilirdi. Vücut ısısı düşse yada artsa bile yinede hayatta kalmaya mani değildi. Ancak hava olmadan en fazla bir kaç dakika hayatta kalabilirdi. Bu fikir sayesinde havanın diğer elementlerin üzerinde olduğunu fikrinin peşinden giderken karşına çıkan suyla ilgili ayet onu farklı bir yöne itmişti. Su üzerine yaptığı araştırma neredeyse bir yılı almıştı ama sonunda istediği bilgiyi bulmuştu; kadim din ve öğretilerde suyun üzerine okunan bazı mantra ve duaların o

 

30  

  suyu içen insana etki ettiğini, hatta hasta ise hastalığını iyileştirdiğini, büyü yoluylada insanları birbirine düşman ve hatta aşık etmekte kullanıldığını bulmuştu! Daha da önemlisi dört element arasında yalnızca suyun kısmende olsa bir bilince sahip olduğunu anlamıştı Halit bey! Başka türlü edilen bir dua ya da devamlı tekrar edilen bir mantranın suya etki edip onu adeta yeniden yapılandırması mümkün olamazdı. Diğer bir çalışmasında elde ettiği bilgi ise şimdi yerine oturmuştu; madde ve bilinç arasında karşılıklı bir etkileşim vardı ve biri diğerini değiştirebiliyordu. Ancak burada baskın olan bilinçti çünkü Tanrı ilmine göre her şey aslında bilincin maddi alemde görünür, duyulur, tadılır hale gelmesiydi. Ancak su bir maddeydi, geri planda ise bilincin madde alemde su olarak tezahür etmesiydi. Ses ve düşünce yoluyla edilen bir dua suyu etkiliyor, su ise içen kişinin bilincini etkiliyordu! Ve en önemlisi hatta olayı çözen yapı taşı Halit bey için şu olmuştu; insan bedeninin büyük bir kısmı sudan meydana gelmekteydi! Elde ettiği her bilgi ve çıkarımlardan büyük bir heyecana kapılan Halit Bey çok geçmeden hastalık bahanesiyle hocalık görevinden ayrılmış ve kendini tamamen araştırmalarına vermişti. Gerek kendisi ve gerekse araştırmayı beraber yürüttükleri öğrencileri tarafından her yandan bilgi akışı devam ediyor, hepsi üzerinde çalıştıkları konunun olabilirliğini artık sorgulamıyorlardı bile, hepsi inanmışlardı! Halit bey insanların zihinlerini kontrol etmek için yapılması gereken yegane şeyin insan bedenindeki su moleküllerine etki etmek olduğuna artık emindi. Ancak aşması gereken başka bir sorun vardı karşısında; Nasıl?

 

31  

  Diğer yandan bu çalışmanın devam edebilmesi için elinde kısıtlı maddi imkanlar artık imkansızlığa dönüşmeye başlamıştı. Halit bey son çare olarak aile yadigarı köşkü satmaya karar vermişti ki ekibine katılan yeni bir öğrenci tüm sıkıntıları çözümü oluvermişti. Gizemli ekibin yeni elemanı oldukça varlıklı bir ailenin tek çocuğuydu ve kısa süre önce babası hayata gözlerini yummuş, mal varlığının kontrolü henüz 24 yaşında olan bu gence kalmıştı. Halit beye ve üzerinde çalışılan gizli projeye yürekten inanan bu genç mal varlığının önemli bir bölümünü hiç düşünmeden çalışmalara vakfetmeye karar vermiş, bu sayede maddi sorun engeli aşılmıştı. Halit beyin isteği üzerine diğer ekip üyeleride işlerinden çeşitli bahanelerle ayrılmışlar ve tüm vakitlerini Halit beyin emrine vermişlerdi. Halit bey herbirine ayrı görevler vererek değişik ülkelere araştırma için göndermiş, elde edilmesi neredeyse imkansız gibi gözüken pek çok gizli el yazması kitaplara ve konuyla ilgili bilgi sahibi olan kişilere ulaşmalarını sağlamıştı. Öyle ki her biri neredeyse devlet ajanı gibi hareket eder olmuşlar ve bu birazda gururlarını okşamaya yetmiş, onları daha da motive etmişti. Halit bey aradığı cevabın şamanik bilgiler içinde olduğuna kanaat getirmişti. İzak ona bu sırrı ilk açtığında da özellikle şamanlardan bahsetmişti ve Halit bey de bu yolda ilerleyip ihtiyacı olan asıl bilgiye nihayet ulaşmıştı. Şamanlar bir hastayı iyileştirmek için iki yol kullanıyorlardı; ilki çeşitli bitkilerden elde ettikleri ilaçlar, ikincisi kendilerini vecd haline getirip, bir nevi transa girerek hastanın bilincine etki ediyorlardı.

 

32  

  Araştırmaların değişik safhalarında farklı kadim bilgilerin hep aynı kapıya çıktığını görmüştü Halit bey. İnsanın böyle bir hale gelebilmesi için kendi bilincini adeta yok etmesi gerekiyordu! Yani iki denizi ayıran ego duvarının yıkılması şarttı! Uzakdoğu metafiziği buna aydınlanma hali derken, İslam metafiziği erme terimini kullanmıştı. Ancak bu hale gelebilmek için geçilmesi gereken zor ve uzun bir süreç vardı. Diğer yandan bu da yeterli değildi, çünkü Halit bey ermişlerden oluşan bir ordu değil, insanların zihinlerine hükmedecek bir savaşçı birliği kurmanın derdindeydi! Psikoloji ihtisası ve araştırmalardan elde ettiği bilgiler ışığı altında Halit bey dokuz yılın sonunda nihayet kusursuz sayılabilecek bir reçeteye sahipti. Ancak bu yola birlikte baş koyduğu diğer on iki öğrencisine henüz açıklamadığı bazı gerçekler vardı ve bu gerçekleri artık açıklama vakti gelmişti!

 

33  

  MELTEM Neredeyse altı saat boyunca okudu günlüğü Sadun komser, okurken içtiği çay sayısı bir düzineyi buldu. Her sayfa onda daha fazla merak ve heyecan uyandırıyor, günlüğü bırakmak istemiyordu adeta. Nihayet başını kaldırıp dışarı baktı ve gece karanlığının iyice çöktüğünü fark ettiğinde ikinci günlüğün yarıdan fazlasını okumuştu. Kalktı, paltosunu giydi ve şapkasıyla günlüğü de alıp kasaya gitti, hesabı ödeyip çay bahçesinden ayrıldı. Arabasının yanına geldiğinde cep telefonu çaldı, ceketinin sol cebinden eski model telefonunu çıkartıp açtı. Arayan manevi kızı gözüyle baktığı, kendi elleriyle yetiştiği genç komser Meltem’di. Kısa bir hal hatır sormanın ardından müsaitse onu ziyarete gelmek istediğini söyledi Meltem. Sadun memnuniyetle kabul etti, nihayet yeni evine bir misafir gelecekti. Telefonu kapadı ve etrafa bakındı, az ilerde bir pastane olduğunu fark etti ve gidip biraz kurabiye aldı, hızlıca arabaya döndü. Köşk kapısından içeri girdiğinde etrafı dinledi, bodrumun ışığıda sönük olduğunuda fark edince ustabaşı ve çıraklarının gitmiş olduğuna kanaat getirdi. Paltosunu, şapkasını ve günlüğü portmantoya bıraktı, kurabiye paketiyle mutfağa girip ışığı yaktığında, ‘Hay Allah, ampul alacaktım!’ dedi, canı sıkkın ses tonuyla ve kendine kızdı unuttuğu için. Kurabiye paketini tezgaha bıraktı, hızlıca çayın altını yaktı, çaydanlığın üzerine biraz çay koyup mutfaktan çıktı. Portmantodan aldığı günlükle birlikte oturma odasına girip ışığı yaktı. Pencere önündeki koltuğa oturdu, günlükte

 

34  

  kaldığı sayfayı buldu ve bir süre daha okumaya devam etti. Yirmi dakika kadar geçmişti ki çay geldi aklına, hızlıca günlüğü sehpaya kaldığı sayfa açık halde bırakıp kalktı, mutfağa gidip çayı demledi. Dolaptan iki çay bardağı ve tabak aldı, bardakların içine kaşıklarını da koyup tezgahın üzerine bıraktı. Başka bir dolaptan iki tabak çıkarttı, paketini açtığı kurabiyeleri tabaklara koyarken kapı zili çaldı. Hızlı adımlarla kapıya gidip açtı, Meltem, yün örgülü beresinin altında tebessümle ona bakıyordu, ‘Komserim misafir kabul ediyor musunuz?’ dedi muzipçe. ‘Soğuktan donmaya niyetin yoksa hemen gir içeri’ diye gülerek cevap verdi Sadun komser. Meltem içeri girip ayakkabılarını yeltenmişken Sadun kapıyı kapadı,

çıkartmaya

‘Çıkartma Meltem kalsın, doğalgaz tesisatı yapılıyor her yan batmış halde zaten’ dedi. ‘Yeni eviniz hayırlı olsun komserim’ dedi Meltem ve sıcak bir tebessümle sarıldı Sadun’a, Sadunda kızına sarılır edayla sarıldı ona. ‘Sağol canım kızım, darısı başına’ dedi. ‘Önümüzdeki kırk yıl boyunca o biraz zor komserim’ dedi gülerek Meltem ve elindeki poşeti uzattı,

be

‘Tam sizin sevdiğinizden!’ ‘Su böreği, üstelik sıcak?’ ‘Aynen öyle komserim’ ‘Sağol güzel kızım, hadi sen paltonu atkını çıkart bende şunu mutfağa bırakayım.

 

35  

  Meltem üzerindekileri çıkartıp portmantoya asarken, Sadun da börek paketini tezgaha bıraktı, ‘Komserim mis gibi çay koktu’ ‘Tam demledim sen geldin, kaynanan seviyormuş!’ ‘olsa da varsın sevmese!’ dedi gülerek Meltem. ‘İlahi deli kız, geç bakalım içeri’ Birlikte oturma odasına girdiler, ‘Komserim köşkte köşk yani, manzara deseniz almış başını gidiyor’ dedi Meltem, Sadun’un karşısındaki koltuğa otururken. ‘Orası öyle Meltem de, ne yalan söyleyeyim aldığıma pişman oldum’ ‘Neden halbuki?’

komserim?

Alırken

çok

beğenmiştiniz

‘Koskoca köşkte tek başına yaşamak sandığım gibi kolay değilmiş Meltem, daha ilk haftadan anladım’ ‘Aman komserim ondan kolay ne var size eli hamarat bir eş buluruz hemen, siz merak etmeyin’ dedi Meltem, muzipçe gülerek. Sadun da güldü onunla beraber, ‘Sen beni bırakta kendine bul bir tane, sonra benim gibi yalnızları oynamak zorunda kalırsın demedi deme!’ ‘Valla komserim ben kendime sizi örnek alıyorum bu konuda’ ‘Sakın!’ dedi Sadun, yarı ciddileşmiş tavrıyla ‘aklından bile geçirme bunu, ben evlenmedim de ne oldu? Şu hale bak, koca ev, içinde insan sesi bile yok. Ustabaşının yarın bitecek

 

36  

  dırdırını saymazsak şayet’ ‘Komserim haklısınız, zamanı gelince bakıcaz artık, helalinden bir kısmet çıksında hele’ ‘Çıkar çıkar, senin gibi güzel bir kızada çıkmayacaksa kimseye çıkmaz. Valla bir oğlum olsa kesin almıştım seni oğluma’ Gülüştüler Sadun komserin bu sözü üzerine, Meltem ayağa kalktı, ‘Ben çayları koyayım komserim’ ‘Bende şimdi misafir gibi oturacağına kalk çayları getir diyecektim ağzımdan aldın’ ‘Emredersiniz komserim, hemen geliyorum’ dedi Meltem ve koşarcasına mutfağa giderken Sadun arkasından güldü. Mankenleri kıskandıracak kadar düzgün bir fiziği ve alımlı bir yüzü vardı Meltem’in. Bu sebeple Sadun hep takılırdı ona, yanlış meslek seçmişsin artist olmalıymışsın diye. Kuzguni siyah dalgalı saçları ve beyaz teni mavi gözlerini iyice ortaya çıkartıyordu Meltem’in. Emniyette ki en uzun bayan polislerden biriydi aynı zamanda. Komser yardımcısı olarak başlamıştı göreve, Sadun beyin yanında. Son üç yılını onun bilgi ve tecrübelerinden faydalanarak geçirmiş, Sadun komser emekli olmadan bir hafta kadar öncede komserliğe terfi etmişti. Meltem önce çayları getirip bıraktı sehpaların üzerine, ardından kurabiye ve su böreklerinin olduğu tabakları. Bir saat boyunca baba kız edasıyla sohbet ettiler, güldüler. Bir ara meltem aldığı yeni bir soruşturma için Sadun komserinin fikirlerini de almayı ihmal etmedi. Sohbet esnasında Meltem’in gözü günlüğe ilişti,

 

37  

  ‘Can sıkıntısından bir şeyler okuyup vakit geçirmeye çalışıyorum’ diye geçiştirdi Sadun komser. Ertesi sabah erkenden kalması gerektiğini söyleyerek izin istedi Meltem. O gittikten sonra ev yine eski sessizliğine büründü, Sadun komserin bir kez daha içine oturdu bu derin sessizliğin eşlik ettiği yalnızlık. Önce kendine bir bardak çay alıp çayın altını kapadı, sonra tekrar günlüğü okumaya başladı, kaldığı yerden. İkinci günlüğü de bitirdiğinde sabah olmuştu ve Sadun’un göz kapakları iyice ağırlaşmıştı. Son sayfayı da okuduktan sonra günlükle birlikte odasına çıktı, günlüğü yatağın altına bıraktı, pijamasını giydi ve yatağa girip üzerini sıkıca örttü. Sonraki gün evden hiç çıkmadı ve ondan sonraki günde ve ondan sonraki günde. Bu arada doğalgaz tesisatı tamamlanmıştı ve nihayet Sadun komser sıcak ortamın keyfini sürüyordu. Gerçi okuduğu günlükler biraz keyfini kaçırmıştı ama bir anda rengini kaybeden hayatına bir parçada olsa renk gelmişti.

 

38  

  KARANLIK ODA Şiddetli yağan yağmur köşkün ahşap kaplı duvarlarını dövüyordu. Duvarları siyaha boyalı odanın üç duvarına yaslanmış deri kaplı koltuklarda Halit Bey’in on iki eski öğrencisi, yeni yoldaşı yerlerini almışlar ve sessizce, bir o kadarda heyecanla bekliyorlardı. Heyecanlıydılar çünkü hocaları araştırmaların son bulduğunu ve bu gece neticeyi onlarla paylaşacağını söylemişti. Bu kara ve kara olduğu kadar karanlık oda da her biri daha önce Halit beye ve uğrunda hayatlarını ortaya koydukları bu yola bağlı kalacaklarına dair yemin etmişlerdi. Yine pek çok bilgi ve görev paylaşımı da bu odada gerçekleşmişti. Şimdi hepsi verdikleri uzun ve yorucu mücadelenin sonucunda neler olacağını ve bu yolda onları nelerin beklediğini öğreneceklerdi. Asırlık yaşlı kapı gıcırdayarak açıldı, Halit bey içeri girince hepsi saygı ile ayağa kalktılar. İçlerinden birisi kapıyı kapatmak üzere kapıya atıldığında geç kalmıştı, Halit bey kapıyı kapatıp onlara döndü; ‘Gençler lütfen oturun’ dedi, evlatlarına hitap eden bir babanın ses tonuyla. Gençler yerlerine otururlarken, Halit bey kapının yer aldığı dördüncü duvara dayalı tek kişilik koltuğa oturdu ve onlara duyduğu hayranlığı belli etmek istercesine bir tebessümle her birinin gözlerine ayrı ayrı baktı. Her bir yoldaşı ile teker teker gözgöze geldi Halit Bey, tüm gözlerde sonsuz bağlılık, inanç ve heyecandan başka bir şey görmedi, görmek istediği de buydu zaten.

 

39  

  ‘Arkadaşlar... Birlikte uzun bir yoldan geçtik. Eminim ki hepiniz artık sonucu elde edeceğimiz o ana odaklanmış haldesiniz. Ancak baştan şunu belirtmeliyim ki, geçtiğimiz uzun yol ancak yolu başı sayılır! Bu projenin gerçekleşmiş halini görmeye ömrümüz yetecek mi açıkçası bilemiyorum. Ancak bizi bu yola sokan ve yardımı ile an be an destekleyen tanrıdan dileğim... Hayalimizin gerçek olduğunu görmeden canımızı almamasıdır!’ diyerek söze girdi Halit Bey. Belli etmemeye gayret etseler bile duydukları canlarını sıkmıştı on iki genç adamın! Onlar bu geceden itibaren kesin bir sonuca ulaşacaklarını düşünmüşlerdi oysa. ‘Ülkeler ve milletler için on yılların, yüz yılların bir önemi yoktur. Bir devletin ömrü, o devletin fertlerinin ömrü ile sınırlı değildir. Dolayısıyla kendimizi adadığımız bu kutsal yolda ömürlerimiz yetmesede her ne yapıyorsak ve her ne yapacaksak devletimiz için yaptığımızı aklınızdan bir an olsun çıkartmayın evlatlarım. Bizim ömrümüz belki yetecek, belki yetmeyecek. Ancak bu kutsal vazifeyi bizden sonra devralacak yeni gençlere ihtiyacımız olacaktır, bu vazife elden ele yeminlerle aktarılacak ve nihayetinde devletimiz baki kalacak, hatta belkide yeniden tüm dünyaya egemen olacaktır’ Gençlerin yüzünde ki endişe yerini yeniden takdir eden bir tebessüme bıraktı. Halit bey bir kez daha her gencin, her yoldaşını gözlerinin içine baktı, adeta her birinden bir kez daha emin olmak istedi, oldu da! ‘Sözü fazla uzatmadan yeni yolculuğumuzun detaylarını size aktaracağım, lütfen beni tüm dikkatinizle dinleyiniz. Zihninizi kurcalayan bir detay olursa hiç çekinmeden sonunuz ve tartışmaya açalım’ dedi Halit bey ve devam etti,

 

40  

  ‘Sıradan insanların bilinçlerine kitlesel olarak nüfuz edecek güç ve yeteneğe sahip insanlar yaratmamız gerektiğinin hepimiz farkındayız. Bende sizler gibi ilk başta bu kişilerin bizler olacağını düşünmüştüm. Ancak üzülerek bunun mümkün olamayacağını söylemek zorundayım!’ Gençler saygılarından dolayı bir şey diyemediler belki ama hepsi yüzlerinde ki ifadelerle söylemek istediklerini söylediler. Çünkü hepsi sonunca o gizemli gücü kullanacakları günün hayali ile yanıp tutuşuyorlardı ancak şimdi hocaları bunun mümkün olmadığını söylüyordu! İçlerinden birisi kendini tutamadı ve sordu; ‘Hocam bağışlayın beni lütfen, ancak biz bu güce sahip olamayacaksak verdiğimiz tüm çaba boşuna gitmiş olmuyor mu?!’ ‘Biz bu güce sahip olamayacağız demedim genç yoldaşlarım. Yalnızca bu güç bizden açığa çıkmayacak, birazdan açıklayacağım etmenlerden dolayı bu mümkün değil demek istedim. Biz bu güce sahip insanları yetiştirecek ve onları kontrol altında tutup yönlendireceğiz, özeti budur!’ Gençlerin yüzlerinde biraz panik, biraz hayal kırıklığı okunuyordu, Halit hocalarının bir an önce gerekli cevapları vermesini bekliyordu hepsi. Nede olsa dokuz yıldır neredeyse tüm sosyal hayatlarını ve geleceklerini bu uğurda bir kenara itmişlerdi ve şu saatten sonra tüm bu emeklerin boşa gitmesini hiç birisi asla istemiyordu, böyle bir durumu kabullenemezlerdi de! ‘Peki efendim, kim olacak bu kişiler?’ ‘Önümüzdeki en büyük engel sahip olduğumuz ve artık bilincimizin derinliklerine kadar işlemiş, sökülüp atılması imkansız olan şartlandırmalarımızdır arkadaşlar. Ya da bizi biz yapan her şey!’

 

41  

  ‘Ego!’ diye karşılık verdi bir başkası. ‘Evet muhterem arkadaşım. Şu an aşmamız gereken engel bu maalesef!’ ‘Ancak bir çözüm yolu buldunuz efendim, sözlerinden çıkarttığım budur, umarım yanılmıyorumdur’ ‘Doğru, doğru... Ancak yeni doğmuş bir bebekte bu şartlandırmalar yoktur... En azından kısmen durum böyledir.’ dedi Halit Bey ve derin bir iç çekti. Gençler birbirlerine ve üstatlarına baktılar tereddüt içinde; ‘Şu halde... Birilerinden yeni doğmuş çocuklarını istemek zorundayız. Gönüllü olacaklar mı acaba hocam?’ Halit Bey bir an başı önde düşünür ifadeyle öylece durdu. O an için odada zamanda durdu sanki. Tüm gençler dikkatlerini hocalarına vermiş öylece bakıyorlardı. Neden sonra Halit Bey başını kaldırıp onlara baktı, belki de gençlerin ilk kez Halit Bey’in bakışlarından içleri ürperdi! ‘Kurtuluş savaşında kaç can verdik? Bilen var mı? Ve hiç kimse onlara gidip bu vatan için canını verir misin diye sormadı! Yalnızca gidin ve ölün denildi, onlarda emri yerine getirdiler! Şu an bu odada toplanmış konuşabiliyorsak, bu verilen emir ve verilen canlar sayesindedir arkadaşlarım! Ve bizde hiçkimseye canını verir misin diye sormayacağız!’ Kısa bir sessizlik oldu, bu sessizlik tereddüt doluydu aslında, Halit Bey bu kokuyu hemen aldı elbet; ‘Beyler! Bizzat kendiniz kanıtları topladınız! Bizzat kendiniz gittiğiniz yerlerde bazı sıradışılıklara şahit oldunuz! Sizler bu ülkeyi nasıl bir tehlikenin beklediğini şu an için tek bilenlersiniz! Hepimiz geleceklerimizi, hayatımızı, aile yaşantımızı bunca yıldır rafa kaldırdık! Ne için?

 

42  

  Korkacaksak, tereddüt edeceksek hiç bir yere varmamız mümkün değildir! Boşa zaman harcamış, boşu boşuna uykumuzdan, geleceklerimizden olmuşuz demektir! Bu işi yapacaksak şüphesiz ve kesin bir inançla yapmak zorundayız! Aksi halde kapı orada çıkıp gidebilirsiniz!’ Belki de hiç birisi Halit Bey’den böyle bir sert bir çıkış beklemiyordu. Ancak içten içe hepsi ona hak vermişti ve bu yüzlerindeki ifadelere, gözlerindeki bakışlara o anda yansımıştı, ‘Size verdiğimiz yeminimize de devletimize de bağlığız hocam!’ dedi içlerinden biri ve hemen ardından hepsi aynı şeyi tekrarladılar! Halit Bey rahatlamış şekilde ardına yaslandı; ‘Dahası var!’ dedi! Gençler ne duyarlarsa duysunlar yollarından dönmeyeceklerini bakışlarıyla belli ettiler ve Halit Bey hafifçe başını sallayarak onları anladığını ifade etti, ‘Yeni doğmuş bir bebekte tam olarak bize istediğimizi veremez. Çünkü anne karnındayken annesinin düşünceleri onun bilincini kirletmeye yetecektir! Aileden aktarılan ırsi özellikleri hiç söylemiyorum bile!’ ‘Hocam bu nasıl olur?’ ‘Su elementi üzerine yaptığımız araştırma ve sonuçlarını sizlerle paylaşmıştım... Bebek anne karnında sıvının içinde hayat buluyor ve gelişiyor. Kaldı ki bebeği oluşturan bedenin de büyük bir bölümü su elementine ait. Ve annenin düşünceleri, geçmişten gelen şartlandırmaları daha bebek doğmadan bebeği bir nevi eğitmeye başlıyor. Çocuk bu sayede konuşmayı öğreniyor, bu sayede neyin ne olduğunu kısa sürede öğreniyor. Ancak egoyu güçlendiren ve aşılmaz

 

43  

  bir duvar haline getiren tüm etmenlerede yine bu sayede kavuşuyor.’ ‘Çözüm?’ diye sordu birisi. ‘Çözüm... Erkek ve kız bebekler alacağız! Ve bunları herkesten uzak bir yerde herkesten uzak bir şekilde yetiştireceğiz! Bunlar ergen çağına geldiğinde çiftleştirip yeni bir bebek doğmasını sağlayacağız! Bu sayede annelerinin hiç bir şey bilmediği, bilmediği için düşünemediği, hiç bir şartlandırmaya sahip olmayan bebekler olabildiğince saf halde doğacaklar!’ Yüzlerde tatmin olmamış bir merak gören Halit Bey devam etti; ‘Yapılması gereken nihai işlemleri anlatıyorum, lütfen dikkatle dinleyiniz... Öncelikle az önce dediğim gibi bize gözden ırak ve olabildiğince büyük bir arazi lazım.’ ‘Hocam bizim Aydın da istediğiniz gibi bir aramiz var’ dedi oluşumu aile serveti ile desteklemekte olan Salih. ‘Aydın olmaz Salih kardeşim. İhtiyacımız olan arazi deniz seviyesinden olabildiğince yüksek olmalı.’ ‘Bunun belli bir sebebi var mı hocam?’ ‘Hatırlayın... Peygamberlere vahiyler hep dağlarda geldi. Musa on emri dağda aldı, tanrı ile ilk görüşmesini bile dağ da yaptı. İbrahim peygamberde Hz. Muhammed de! Neden? Doğunun mistik kişilikleri hep dağlarda yaşadılar ve yaşamaya devam ediyorlar. Neden?’ Gençler cevap bekler ifadeyle baktılar hocalarına; ‘Deniz seviyesinden yükseldikçe havadaki oksijen miktarı azalır. Bu da kandaki karbondioksit seviyesini arttırır. Bunun doğal sonucu olarak damarlar, özellikle beyni

 

44  

  besleyen damarlar genişler ve beyin daha fazla oksijen alır. Böyle bir yükseklikte uzun süre kalmak beynin sezgisel gücünü arttırdığı gibi algılama kapasitesini de arttırıyor. İşte bu yüzden dostlarım, bize yüksek bir yerde büyük bir arazi lazım, ikliminde ılıman olması gerek... Toros dağları bunun için uygun olur, orada tam istediğim gibi bir arazi buldum.’ ‘Bunu en kısa sürede ayarlarım efendim’ dedi Salih. ‘Dikkat çekmemek için orada hayvancılıkla uğraşıyormuş gibi bir izlenim bırakmalıyız. Görünürde mandıralar olmalı, bizlerde orada çalışanlar olmalıyız.’ Hepsi tasdiklercesine başlarını hafifçe salladılar. ‘Mandıra bölgesinden en az bir kilometre uzakta araştırma alanımızı oluşturacağız. Bebekler bizden olabildiğince uzakta olmalı arkadaşlar, aksi halde bizim düşüncelerimiz dahi onların bilincini farkında bile olmadan etkileyecektir! Hepiniz psikoloji okudunuz, toplum bilincinin bilinçaltında nasıl oluştuğunu bir kez daha anlatmama gerek yok sanırım!’ Başlar tebessümle bir kez daha sallanır; ‘Yaptığımız araştırmanın en can alıcı noktalarından birisi aslında az önce değindiğim konuydu genç dostlarım. Bizler dahi her birimiz birbirimizi farkında bile olmadan etkileyebiliyoruz. Her birimizin etrafında uzakdoğulu mistiklerin Aura dedikleri muazzam bir enerji alanı var ve düşüncelerimiz bu enerji alanında oluşuyor! Açıkçası bu benide çok şaşırtan bir bulguydu çünkü aldığım onca yıllık eğitime bakarak, düşüncelerin hep beyinde oluştuğunu sanıyordum... Sizler gibi! Meğer beyin aura katmanlarında oluşan duygu ve düşünceleri deşifre eden bir cihaz gibi çalışıyormuş!’

 

45  

  ‘Hocam bu bebeklerle birinin ingilenmesi gerek, peki o kişinin düşünceleri bebekleri etkilemeyecek mi?’ ‘Hipnoz dostum, hipnoz! Bu sorunu böyle aşacağız. Çocuklarla biz ilgilenemeyiz. Yeterli miktarda kadına ihtiyacımız var ve bu kadınların hepsini hipnoz yoluyla bir nevi trans haline sokup çocukların olduğu bölüme göndereceğim. Öyle ki hiç biri düşünemeden, yalnızca çocukların beslenme ve bakım işleriyle uğraşacaklar’ ‘Efendim bu süreç kaç yılı kapsıyor?’ ‘İşi şansa bırakmak istemiyorum hele bu kadar emek vermişken ve daha nice emekler verecekken. Bu işlemi iki kez tekrar edeceğiz genç dostlarım! Yani alacağımız ilk bebekler büluğ çağına geldiğinde onları birbirleri ile çiftleştirip yeni bebekler doğmasını sağlayacağız. O bebekler de büluğ çağına geldiğinde bir kez de onları birbirleriyle çiftleştireceğiz. Onlardan doğan bebekler bizim istediğimiz sonuca uygun olacaklar!’ Halit Bey cümlesini daha bitirmeden yüzlerde şaşkın ifadeler belirmişti bile; ‘Kısaca dostlarım... Şimdi alacağımız bebekleri on beş yıl boyunca büyütüp çiftleştireceğiz. Onlardan doğacak olan bebekleri de on beş yıl boyunca büyütüp tekrar çiftleştireceğiz. Bu ikinci nesilden doğacak olan üçüncü jenerasyon bizim savaşçı neferlerimiz olacak’ ‘Hocam... Şu an başlasak, en erken 30-32 yıl sonra demektir bu!’ ‘Evet, konuşmamın en başında bende tam olarak bunu anlatmak istemiştim! Uzun sürecek, belki bizim ömrümüz yetmeyecek derken kastettiğim buydu!’

 

46  

  ‘Peki efendim, bunların hepsini yaptık diyelim. İki sorun kalıyor önümüzde... İlki; şu an kaç bebek alacağız? İkincisi; 30 yıl sonra doğacak olan bu jenerasyon nasıl eğitilecek? Nasıl bir yoldan geçirilecekler ki istediğimiz o güce sahip olsunlar?’ ‘Öncelikle yapmanız gereken bir araştırma var. Bebekleri rastgele alamayız beyler. Diyelim ki aldık, büyüttük, çiftleştirdik ve ilk jenerasyon doğdu. Ya hepsi erkek doğarsa ya da kız? O zaman herşey boşa gider! Yapacağınız ilk araştırma şu; devamlı kız çocuk doğuran çiftleri ve devamlı erkek çocuk doğuran çiftleri tespit etmeniz ve onların yeni doğmuş bebeklerini bir şekilde almanız gerek!’ ‘Kaç tane efendim?’ Halit bey yerinden doğruldu ve yüzünde kati bir ifadeyle soruyu cevapladı; ‘Otuz kız, otuz erkek!’ Halit Bey bir kez daha teker teker hepsinin gözlerinin içine baktı, gördüğüne memnun ifadeyle konuşmasına devam etti; ‘Salih... Sen arazi ve arazi üzerine yapılacak inşaatlarla ilgileneceksin. Yapılacak olan tesisin projelerini sana birazdan teslim edeceğim’ ‘Peki efendim, nasıl arzu ederseniz’ ‘Ve sizler... Arazi ve tesisler hazır olur olmaz üniversite adına ülke çapında bir araştırma yaptığınızı söyleyerek hastanelerin doğum bölümlerinde doğum için gelen kadınlarla görüşeceksiniz... En az üç çocuk doğurmuş ve üçüde kız doğmuş... Ya da en az üç çocuğun üçüde erkek doğmuş olanları tespit edeceksiniz. Doğan dördüncü çocukta

 

47  

  öncekilerle aynı cinsiyette ise o bebeği ne yapıp edip alacaksınız! Tüm gençler kendilerinden emin ifadelerle başlarını bir kez daha hafifçe sallarlarken, yüzleri artık buz gibi soğuktu! ‘Enver... Çocuklar toplanmaya başlanmadan önce sen çocuk esirgeme kurumlarını dolaşacaksın ve bakıcılık için yaşı on sekize gelmiş beş genç kıza iş teklif edeceksin!’ ‘Peki efendim...’ ‘Başka sorusu olan?’ ‘Hocam otuz yıl sonra herşey umduğumuz gibi gitmiş ise doğmuş olan üçüncü jenerasyon nasıl eğitilecek?’ ‘Gençler bu sorunun cevabı aynı zamanda size vasiyetimdir! Olurda benim ömrüm yetmezse eğitim için ihtiyacınız olan her türlü bilgi bodrum katındaki gizli odamda, masamın çekmecesindeki dosyadadır! Yarın o odanın kapısına güçlü bir duvar örüp kapatmanızı istiyorum. O oda üçüncü jenerasyon bebeklerin doğacağı zamana kadarda asla açılmayacak! İçinizden bir kişiyi seçeceksiniz ve o odaya yalnızca o kişi girecek, o dosyayı da yalnızca o kişi okuyacak! Güvenliğiniz ve planımızın güvenliği için bu böyle olmak zorunda!’ Henüz bilmeseler bile o dosyanın ilk sayfasında, okuyan kişinin hayatta kalmış diğer kişileri projenin güvenliği açısından mutlaka öldürmesi gerektiğini yazmıştı Halit bey! Yok eğer o tarihte hala hayattaysa... Ekibindekilerin hepsini bizzat kendisi öldürecekti! ‘Efendim aklıma takılan bazı sorular var, müsaade buyurursanız sormak istiyorum’ dedi gençlerden biri.

 

48  

  ‘Elbette, bu gece bu odadan aklınızda hiç bir soru işareti olmadan çıkmanızı istiyorum genç dostlarım. Herşeyi sorun lütfen’ dedi Halit Bey, babacan tavrıyla. ‘Efendim bu bebekler büyümeye başladıklarında ne konuşmayı bilecekler nede başka bir şeyi. Cinsellikte buna dahilken, nasıl ilişkiye girip çocuk yapacaklar? Ayrıca onlarla işimiz bittiğinde bu çocukları nereye bırakacağız?’ Soru çok önemliydi, Halit Bey önemin farkındaydı kısa bir an sessiz kaldı, ‘Onları yetiştireceğimiz tesis için özel bir tasarım yaptım. Otuz ayrı oda olacak ve oda orta yerinden cam bölmeyle ayrılacak. Bir tarafında kız, diğerinde erkek çocuk büyütülecek. Odalarda hiç eşya olmayacak. Duvarlar beyaza boyalı ve yerler baştan aşağı minderlerle kaplı olacak. Çiftleşecek her çift birbirlerini görerek büyüyecek. Büluğ çağına geldiklerini her çifti aynı bölmeye alacağız. Tahminimce hayvansal güdülere sahip olacaklar. Kendileri çiftleşmeyi beceremeyecektir elbet, bakıcılıklarını üstelenecek kızlar onlara bu konuda yardım edecek’ Sorunun ilk bölümünü yanıtladıktan sonra Halit Bey derin bir nefes aldı, ‘Artık hepimiz biliyoruz ki Osmanlı bu sır sayesinde yüzlerce yıl ayakta kaldı. Sırları ne zaman ifşa oldu, işte o zaman çöktü koskoca imparatorluk. Bu sırrın bir şekilde dışarı sızması herşeyin sonu olabilir. Bunu göze alamayız dostlarım. Onlarla işimiz bittiğinde... Götürüp herhangi bir yere teslim etmeyeceğiz, edemeyiz! Olabildiğince acısız şekilde hayata gözlerini yummaları gerek, üzgünüm ama böyle olmak zorunda!’ ‘Efendim bakıcı kızlar... Onlar?’ ‘Üzgünüm gençler!’

 

49  

  Sorular soruldu, cevaplar verildi. O gece herkes o odadan ne yapması gerektiğini bilir halde ayrıldı. Ayrılmadan önce bir kez daha yeminler tekrarlandı ve geriye dönüşü olmayan yolda ikinci adım atılmış oldu.

 

 

50  

  YENİ HAYATA İLK ADIM Nihayet son günlüğün son sayfasını da okuyup bitirdi komser Sadun. Günlük, kara odada yapılan nihai toplantının detayları ile son buluyordu. Ancak ondan sonra ne olduğuna dair hiç bir bilgi yoktu. Gerçekten neler olmuştu? Halit bey bu planı, bu acımasız planı gerçekleştirmiş miydi? Zihninde onlarca yeni soru işareti vardı ve bodrumdan çalışma odasına çıkarttığı evrak ve el yazmalarını incelemeye karar verdi Sadun. Ancak büyük bir kısmı farklı dillerde, farklı alfabelerle yazılmıştı. Özellikle dosyalardaki evraklar dikkatini çekti, hepsi Osmanlıcaydı ve farklı el yazılarıyla kaleme alınmıştı. Bunların Halit Bey’in ekibindeki öğrenciler tarafından yazıldığına, elde ettikleri bilgileri rapor haline getirip ona sunmuş olduklarına kanaat getirdi. Sonraki bir kaç gününü de o odada tozlu ve sararmış sayfaların arasında sorularına cevap arayarak geçirdi. Ancak aradığı cevaplar bir yana, okuduğu her yeni sayfada kimi an merakı arttı, kimi an heyecanlandı ama genelde dehşete kapıldı! Diğer yandan etkilenmişti ne de olsa ve sorguluyordu acaba tüm bu okudukları özellikle de halkın şu an zihin kontrolü gibi bir silahla etki altında bırakılıyor olması mümkün müydü? İncelediği tüm o el yazmaları ve sayısız evraktan edindiği bilgiye göre, evet, mümkündü. Hatta bazı dosyaların içinden net kanıtlar, isimler, yerler ve olaylar bile çıkmıştı. Yine de bir yanı tüm bunları reddediyor, inanmak istemiyordu. Kadere bile isyan ederdi halbuki, hayatının kontrolünün kendi elinde olmadığı fikri onu hep olumsuz etkiler buna bile inanmak istemezdi. Şimdi ise içinde yaşadığı toplumun hatta dünyanın tamamının başkaları tarafından

 

51  

  dilenildiği gibi yönlendiriliyor olabileceği gerçeği ile yüz yüzeydi ve bu onu büsbütün rahatsız etmeye yetiyordu. Köşkün kara odasına girdi ve yıpranmış deri koltuklardan birine oturdu. Etrafına bakındı, bu odanın nelere şahit olduğunu düşündü bir an. Halit beyi sorguladı kendi içinde. Bir yanı bende olsam vatanım için aynı şeyi yapardım diyordu ama diğer yanı onlarca cana kıyılmasına razı gelmiyor bunu vahşet olarak tanımlıyordu. Sonraki gün aklı halen okuduğu günlüklerde olsa bile yine o yalnız, heyecansız ve renksiz hayatına geri döndüğünü fark etti. Bir kaç günlüğüne bile olsa kendini yine eskisi gibi aldığı görevi çözmek için çabalayan bir polis memuru gibi hisseder olmuştu. Ancak kısa sürmüş, bitmişti. Emekli komser Sadun’du işte bir kez daha. Günler sonra ilk kez dışarı çıktı, havada açmış hatta karlar erimişti bile, bunu bile yeni fark etmişti. Arabasına binmek üzereyken vazgeçti, yürümeye karar verdi, biraz bacaklarımı açmak iyi olur diye düşündü. Beykoz sahil yoluna inene kadar ağır adımlarla yarım saat kadar yürüdü. Yürürken geçtiği yerlerin bile farkında değildi, hatta yürüdüğünü bile unutmuştu. Hayal dünyasında günlükte okudukları teker teker canlanıyor sanki bizzat o olayın içindeymiş, bir parçasıymış gibi kendisi yaşıyordu. Karşısında İstanbul boğazının mavi sularını görünce kendine geldi, bir an buraya kadar nasıl geldiğini düşündü ama önemsemedi. Sahil kenarından yürümeye devam etti, Üsküdar yönüne doğru. Güneş vardı ama havanın serinliğini teninde hissediyordu. Ellerini paltosunun ceplerine soktuğunda keşke eldiven alsaydım yanıma diye geçirdi aklından. Biraz ilerde bir bank ilişti gözüne, banka oturdu ve boğazın soğuk mavi suları içinde kayboldu sonraki dakikalarda. İçindeki merak onu büsbütün sarmış,

 

52  

  hücrelerine kadar işlemişti ‘ne oldu acaba? Halit Bey ve ekibi bu işin devamını getirdiler mi?’ sorusu ondan karşı konulmaz bir istek uyandırmaya yetiyordu! Köşke döndüğünde günün son ışıkları pencerelerden içeri sızıyordu. Köşk sıcaktı ama içerdeki derin sessizlik ona buz gibi geliyor, içini üşütüyordu. Bir çay demledi kendine ve pijamalarını giydi, tekrar günlükleri gözden geçirmeye başladı. Aslında son günlükte bir ipucu vardı, o da buna takılıp kalmıştı! Halit Bey toroslarda bulduğu arazinin krokisini çizmişti sayfalardan birine. O sayfa açıktı ve sehpanın üzerinde duruyordu günlük. Sadun komser elinde aralıklarla yudumladığı çay bardağı gözünü çekmeden o sayfaya, krokiye bakıyordu. Birden ayağa kalktı, ani ve bir o kadarda kesin bir karar vermiş gibi! Elindeki boş çay bardağını mutfağa, tezgahın üzerine bıraktı, ocağı kapadı ve hızlı adımlarla yatak odasına çıktı, hızlıca üzerini değiştirdi, bodruma inip doğalgaz kazanını kapattı. Portmantodan palto ve şapkasını, odadan krokinin olduğu günlüğü aldı ve evden ayrıldı!

 

53  

  GİZEME YOLCULUK Gecenin karanlığında otoyolda arabasıyla yol alıyordu Sadun. İçinde ki merakı gidermenin tek yolu buydu, krokide çizilen yere gidecek ve bizzat görecekti. Belki gittiğinde hiç bir şey bulamayacaktı. Belki bu proje hayata geçirilemeden yok olup gitmişti. Ama diğer yandan son günlükte Halit Bey’in bahsettiği o zarf neredeydi? Üçüncü jenerasyonun nasıl eğitileceğine ait tüm detaylar o zarftaydı yazılanlara göre. Ancak bodrumda ki o gizli odada öyle bir zarf bulamamıştı Sadun. Şu halde birileri belki de Halit Bey’in bizzat kendisi o duvarı yıkıp içeri girmiş, o zarfı alıp çıkmış ve duvarı yeniden örüp mühürlemişti. Belki de krokide çizilen yerden vazgeçilmiş, bambaşka bir yerde gerçekleştirilmişti bu plan. Şayet öyle ise sonucunu asla bilemeyecekti emekli komser Sadun bu fikir bile onu rahatsız etmeye yetmişti bir kez daha. Belki de proje sonuçlandırılmış Halit Bey savaşçılarını yetiştirmişti. Kim bilir, belki de onlardan biriyle yolda yürürken karşılaşmış, yanından geçip gitmiş bile olabilirdi. Onlarca soru soruyordu zihni ve her soruya olası cevaplar veriyordu. Ama bütün soruların cevapları belki de şu an gittiği yerde onu bekliyordu. Konya Ereğli’de ki Aydos dağlarını işaret ediyordu Halit Bey’in çizmiş olduğu kroki. Direksiyon başında geçen üç saatin sonunda Bolu tünelinden geçti ve tünelden bir kaç kilometre sonra benzin almak için kısa bir mola verdi. Pompacı depoyu doldururken Sadun tesisin marketine girdi, yiyecek bir şeyler almak için. Hazır sandviçler ilişti gözüne, peynirli olanından iki tane aldı ve kasaya gitti. Kasiyere ücreti öderken, gözü kasiyerin arkasında ki raflara takıldı bir an. Raflar da her marka sigara vardı ve birlikte neredeyse otuz yıl geçirdiği eski dostu ile göz

 

54  

  göze geliverdi! Uzun yıllardır içmiyordu, bırakmıştı doktor tavsiyesi hatta zorlaması ile. İşinin verdiği stres ile günde dört paket içer olmuştu bir zamanlar. Ciğerleri iflas etme noktasına gelmişti ve bir tercih yapmasını istemişti doktor. Ya hayatın ya sigara demişti! Kendini değildi düşündüğü sigarayı bırakırken, aşkla bağlı olduğu işiydi! Ölürse işini yapamayacak, suçluların peşinden koşamayacaktı, sırf bu yüzden veda etmişti sigaraya. Ama şimdi, içinde yine bir istek belirmişti o anda! Kasiyer para üzerini uzattığında gözü halen sigara paketlerindeydi, tereddüt etti tam ‘ver bir paket’ diyecek gibi oldu ama vazgeçti, para üzerini alıp teşekür ederek ayrıldı marketten. Arabasının yanına geldiğinde pompacı depo kapağını kapatıyordu. Aldığı benzinin parasını ödedi ve ayrıldı tesisten. Sol eli direksiyondaydı, sağ eliyle sandviçini yiyordu. Yüzünde mutlu bir heyecan vardı, emekli olduğu günden beridir ilk kez. Kendini yine işe yarar hissetmişti çıktığı ve nereye gideceği belli olmayan bu yolda. Ama sonu nereye giderse gitsin umurunda bile değildi. O köşkte tek başına ölmekten korkmuştu aslında. Ölecekse bile ölümün onu yatakta uyurken yakalamamasını isterdi hep, görev başında şehit olarak ölmeliydi ona göre. Ama olmamıştı, emekli olmuştu ve halen hayattaydı. Ve sonunda ölüm dahi olsa bu yolculuk onu asla ürkütmüyordu bu yüzden. Bolu’dan Ankara’ya, oradan da Aksaray’a ulaştığında sabah olmak üzereydi. Mola verecekti ancak vazgeçti, Konya’ya kadar durmadan gitmeye karar verdi. Yol üzerinde geçtiği her yer kar altındaydı ancak yollar açıktı. Gerçi yıllar önce alıp bagaja koyduğu kar zincirleri vardı ama hiç kullanmamıştı. ‘Umarım kullanmama gerek kalmaz’ diye geçirmişti içinden yola çıktığında. En azından şu ana kadar kullanmak zorunda kalmamıştı.

 

55  

  Konya’ya ulaştığında Ereğli’ye giden yola saptı ve bir kaç kilometre daha gidip yol üzerindeki bir tesiste mola verdi. Önündeki açık arazi kar rengine bürünüştü, hava güzeldi, hafif bir esinti vardı ve fazla üşütmüyordu. Tesis restaurantının bahçesinde ki masalardan birine oturdu ve garsona kahvaltı tabağı ile çay sipariş etti. Siparişlerini beklerken doğanın sunduğu göz alıcı manzaraya baktı tebessümle. Gençliğinde söz vermişti kendine, bir gün emekli olmayı başarırsa tüm ülkeyi gezecekti. Kendine verdiği bu sözü unutalı yıllar olmuştu ancak o söz birden aklına gelivermişti. O anılarında gezinirken, garson kahvaltı tabağıyla çayı getirip masaya bıraktı ‘afiyet olsun efendim’ dedi ve uzaklaştı. Ereğli’ye hoş geldiniz tabelasının yanından geçerken saatine baktı, dokuza geliyordu. Uyku büsbütün bastırmaya başlamış, göz kapaklarını zorluyordu. Kahvaltı için mola verdiğinde araba içinde biraz kestirmeyi düşünmüş ancak bundan vazgeçip tekrar yola koyulmuştu. Bir an önce krokide işaretli yeri görmek isteği uykuya ağır basmıştı. Ancak Ereğli’ye ulaştığında uykunun ona galip geleceğini anladı, şehir merkezinde gözüne ilk çarpan otelin önünde park etti arabasını ve otele girdi. Uyandığında akşam karanlığı çökmüştü, şaşkınlıkla kalktı otel odasındaki tek kişilik yataktan. Bir kaç saat kestirip uyanır yola düşerim demişti oysa. Ama yaşlı bedeni onun sözüne kulak asmamıştı. Lavaboda yüzünü yıkadı ve odadan ayrıldı. Otelden çıktı ve otelin hizasında yirmi metre kadar ilerde bir lokanta olduğunu fark etti, sabah yaptığı kahvaltı ile duruyordu.

 

56  

  Yoğurt çorbasının ardından etli pilav söyledi ve yanına bir bardakta yayık ayranı. Üzerine de zerde tatlısı yedi ve hesabı ödeyip lokantadan çıktı. Karla kaptı kaldırımdan otele dönmek üzere ilerlerken önünden geçtiği büfede ki sigara paketlerine takıldı gözü, bir kez daha! Büfeyi bir kaç adım geçti ve durdu. Kısa bir tereddüt ardından geri döndü, büfeye yaklaştı. Büfede duran genç delikanlıdan bir paket uzun Marlboro vermesini istedi ve birde çakmak! Odasının balkonu şehir merkezine bakıyordu, balkondan bir süre şehrin loş ışıklarına gerilerde ay ışığında kendini belli eden beyaza bürünmüş sıradağlara daldı. Elini ceketinin sağ dış cebine attı, sigarayı ve çakmağı aldı. Paketi açıp içinden bir sigara çıkarttı ve yaktı. Çektiği ilk nefeste öksürdü, sanki ilk kez sigara içiyormuş gibi. Ancak bir kaç nefes sonra eski sadık dostuyla iyi geçinmeye başlamıştı bile. ‘Bunun tadı da böyle çıkmaz ki!’ dedi ve sigarayı söndürecek bir yer aradı, bir köşede yerde duran saksıda söndürdüğü izmariti banyoda duran çöp kovasına atıp odadan çıktı. Lokantadan gelirken gözüne çarpan, yolun karşısında ve otelin çaprazında kalan kahvehaneye doğru ağır adımlarla ilerlerken sokaklar tenhaydı. ‘Demli bir çay verir misin yeğenim?’ dedi genç garsona kahvehanenin önündeki masalardan birine otururken. Hava biraz serinlemişti, dışarda ki masalarda başka kimse yoktu ancak kahvehanenin içi yaşlı genç kasaba insanlarıyla doluydu. Kimi okey oynuyordu kimileri pişti, kimileriyle çay eşliğinde muhabbete dalmıştı.

 

57  

  Genç garson çayını getirip masaya bıraktı, paketten bir sigara daha çıkarttı ve yaktı. Bu sefer ilk nefes öksürüğü yoktu hele birde tek şeker atıp karıştırdığı çaydan bir yudum alınca derin bir oh çekti. Çayı yarımlamışken içeriden iki genç dışarı çıkıp sigara yaktılar. Bir süre onların muhabbetine kulak misafirliği yaptı. Gençlerden biri mahallesinden bir kıza tutulmuş bir türlü açılamamaktan yakınıyor, diğeri ona kendince akıl veriyordu. Keyfi iyice yerine gelmişti Sadun’un, sigarasından son nefesi de çekip kül tablasına basarken. ‘İyi ki çıkmışım yola, köşkte kalıp delirtmekten iyidir’ diye düşündü. Sonra hiç düşünmediği bir şeyi fark etti. O köşkü almayabilirdi ama almıştı. Mesai arkadaşları ona başka bir ev de bulabilirlerdi gazete ilanlarından pekala, ama hayır o köşkü bulmuşlardı. Doğalgaz kazanı koydurmak yerine sobaylada idare edebilirdi. Daha da önemlisi çıraklar o duvarı delerken çökertmeyebilirlerdi de. Hatta ustabaşı bunu ona söylemeyebilirdi de. Ya da eline balyozu alıp o duvarı yıkıp arkasına geçmeyebilirdi de. Ve hatta küçüklüğünde dedesinden Osmanlıca okuma yazmayı öğrenmese belkide o günlükleri öylece bırakacaktı orada. Ama hayır, her şey kusursuzca bir araya gelmişti. Tıpkı... Tıpkı yıllar önce o günlükleri yazan Halit Bey’e olduğu gibi! Psikoloji bölümü için değilde başka bir alanda ihtisas yapmak üzere seçilse ya da İngiltere’ye değilde başka bir ülkeye gönderilse, ya da İzak’la hiç tanışmamış olsa veya İzak ona bu sırrı hiç açmamış olsa... Benzer bir kaderin onu buraya sürüklediğini fark etti emekli komser Sadun. Kader! Hayat gerçekten de bizim kontrolümüzde değil midir nedir diye düşünürken genç

 

58  

  garson elinde bir bardak çayla çıkageldi, ‘Dayı çay şimdi demini aldı, kusura bakma az önceki biraz bayatlamıştı o bizden olsun’ dedi, birazda bıçkın Anadolu genci havasıyla. Gencin bu mertliği hoşuna gitti, ‘sağol yeğenim, eksik olma’ dedi tebessümle. Çayın yanına bir sigara daha yaktı ancak bir kez daha esir olmamaya kararlıydı sigaraya. Şehit olarak ölmeyi umarken, sigara yüzünden ölmeyi göze alamazdı, söz verdi kendine, bu yıllar sonra ilk ve son paket, paket bitince bu birliktelik sonsuza değin bitecek! Yıllardır görmediği ve hiç ummadığı bir anda karşısına çıkan eski bir dosta selam vermek gibi, ‘sonra o yoluna ben yoluma’ dedi içinden. Masanın üzerine fiyat tarifinin yazılı olduğu pvc kaplı kartona baktı, çay için elli kuruş, genç içinde yirmi lira bahşiş bıraktı son yudumunu aldığı çay bardağının altına ve kalktı. Arabasının sağ ön koltuğuna bırakmış olduğu Halit Bey’in günlüğünü aldı ve otele girdi, resepsiyonda ki genç bilgisayarda chat yapmaya dalmıştı, Sadun’un ona baktığını fark etmedi bile. ‘Kız arkadaşın mı?’ diye sordu, biraz muzipçe. Genç başını kaldırıp hafif çapkınca gülerek baktı ‘kısmetse olacak’ dedi. Sadun gülerek karşılık verdi. ‘Bir şey mi lazımdı Dayı?’ Sadun günlükte ki krokiyi açıp gösterdi, ‘Şurada tarif edilen araziye gitmek istiyordum.’ ‘Şimdi mi?’ diye sordu genç şaşkınca bakarak.

 

59  

  ‘Yarın sabah, kısmetse’ dedi Sadun, gülerek. ‘Nasıl gidebilirim diye sana bir sorayım dedim, nasılsa sen iyi bilirsin buraları’ ‘Valla dayı kar kış kıyamet zor biraz ama. Ne işin var ki Allah’ın dağında?’ ‘Burası bana miras kaldı bende yeni öğrendim, gidip bir göreyim dedim araziyi’ dedi ve söylediği yalandan dolayı pişmanlık duymadı, yalanı hiç sevmezdi ama bu sefer ki masum ve gerekli bir yalandı. ‘Dayı bari bahara kadar bekleseydin’ ‘İş güç olmayınca insanın canı sıkılıyor işte’ ‘Valla dayı zor biraz. Hani baharda gelmiş olsan sana bir cip ayarlardık ciple çıkardın oraya. Ama bu karda cip de çıkmaz oralara’ ‘Yok mu bir yolu?’ ‘Var aslında. Sen şimdi oraya en yakın Kayasaray köyü var, önce oraya git. Oradan köylüler yardım eder sana. Yardımseverdirler merak etme’ ‘Eee Anadolu insanı işte’ dedi Sadun. ‘Orası öyle dayı zaten ne varsa Anadolu insanında var, büyük şehirdekiler öyle mi? Sokakta aç kalsan bir dilim ekmek uzatan olmaz, acından öl istersen umurlarında değil’ dedi genç, canı yanar ifadeyle! Sadun bir şey demedi, belli ki genç vaktiyle gurbete gidip ağzının payını alarak geri dönmüştü. ‘İyi, madem öyle sabah erkenden dediğin köye giderim’

 

60  

  ‘Kaçta gideceksiniz? Ben gece nöbetteyim burada, hani nöbetimin bittiği saatte çıkarsanız Ereğli çıkışına kadar eşlik ederim dayı’ ‘Bak bu iyi olur, kaçta bitiyor senin mesai?’ ‘Sabah sekiz gibi gelir diğer arkadaş’ ‘Tamam, o zaman sekiz gibi çıkarım bende. Bu arada adın neydi?’ ‘Ramiz, senin adın neydi dayı?’ ‘Sadun’ ‘Yav Sadun dayı şu kapı önünde duran siyah araba senin mi merak ettim?’ ‘Evet, benim’ ‘Valla dehşet bir şey ha, para biriktireyim bende alıcam bir tane’ ‘Tavsiye derim, aklı başında her insan ölmeden önce böyle bir arabaya sahip olmalıdır’ dedi Sadun ve lafın uzamasını istemedi daha fazla ‘o halde kal sağlıcakla, sana hayırlı geceler evlat’ ‘Eyvallah dayı, bir şeye ihtiyacın olursa buradayım’ ‘Sağol evlat, eksik olma’ dedi Sadun ve merdivenlere yöneldi. ‘Dayı!’ diye seslendi ardından resepsiyonda ki genç. Sadun dönüp baktı ona, ‘Dayı köyün yolu karlıdır haberin olsun, lastiklere zincir takmazsan gidemezsin o yolda!’ ‘Var bagajda zincir merak etme’ ‘Dayı istersen ver sen bana anahtarı ben bi ara

 

61  

  takarım zincirleri, Hayır sabah bir de onunla uğraşıp vakit kaybetmeyelim diye’ Sadun gencin niyetini anlamıştı, arabayı alıp turlamak istediği yüzünden okunuyordu. Sadun tebessümle yaklaştı gencin yanına ve cebinden anahtarı çıkartıp uzattı, ‘Doğru diyorsun’ Genç sevinçle anahtarı almak üzere elini uzatıp anahtarı kavramışken, Sadun sıkıca tuttuğu anahtarı bırakmadı, genç şaşırdı, ‘Ama fazla uzaklaşma, otelin civarında turla!’ Genç mahcup halde gülerek başını öne eğdi, Sadun anahtarı bıraktı gencin istekli eline ve cebinden yüz lira para çıkartıp uzattı, ‘Bir zahmet şununla da benzin al, çok yakıyor bu meret. Bolu da depoyu doldurmuştum buraya gelene kadar boşaldı yine’ ‘Tamam dayı sen merak etme’ ‘Pekala, hadi iyi geceler’ ‘Sanada dayı, Allah rahatlık versin’ Gerçi uykusu yoktu ancak ertesi günün çetin geçeceğini anlamıştı, hemen yattı. Bir süre düşünceler denizinde yüzdükten sonra uyuyakaldı. Sabah yumruklanan kapı sesiyle uyandı, kapının ardında ki resepsiyonist genç hızla kapıya vurarak sesleniyordu, ‘Dayı! Dayı! Geç kalacaksın hadi kalk saat sekizi geçiyor! Sadun hızla doğruldu yataktan,

 

62  

  ‘Tamam evlat iniyorum hemen!’ diye seslendi. ‘Aşağıda size kahvaltı hazırladım ben iniyorum!’ ‘Sağol yeğen, eksik olma!’ Yataktan kalktı ve banyoya gidip yüzünü yıkadı, hızlıca üzerini giydi, paltosunu, şapkasını ve günlüğü aldı, bir şey unuttum mu dercesine gözlerle etrafına bakındı ve odadan ayrıldı. Ereğli’den Kayasaray yönüne doğru ilerlerlerken, Sadun hayranlıkla arabanın orasına burasına bakan gence tebessüm etti, ‘Nasıl beğendin mi?’ ‘Dayı bu araba değil Allah’ıma kitabıma, bu başka bir şey ha!’ Sadun güldü ‘Bu arada köye gidince kimle görüşmem gerek?’ ‘Dayı muhtar Salih’i sor orada herkes tanır zaten. Ona anlat derdini o sana yardımcı olur.’ ‘Bu sorun çıkmaz değil mi?’ ‘Dayı ayıp ettin valla şimdi, sen burayı İstanbul’la mı karıştırdın! Buranın insanı iste canını versin!’ Sadun hafifçe güldü, gençte ona katıldı ve ileride bir yol ayrımını işaret ederek, ‘Dayı beni şurada bırak bi zahmet’ dedi. ‘Peki evlat nasıl arzu edersen’ Sadun arabayı durdurdu, tokalaşmak üzere elini gence uzattı, ‘Herşey için sağol Ramiz’

 

63  

  ‘Eyvallah dayı ne yaptım ki? Hadi Allah’a emanet olun’ ‘Sende yeğen, sende’ ‘Dönüşte uğrar mısınız yine?’ ‘Kısmet!’ Genç arabadan inip kapıyı kapadı, Sadun arabayı hareket ettirip uzaklaşırken, genç hayran gözlerle arabaya bakmaya devam etti. Yol gittikçe karla kaplanıyordu. Lastiklere takılı zincir asfalt üzerinde sinir bozucu sesler çıkartıyordu ama kar zeminde o kadar rahatsız etmiyordu. ‘İyi ki Ramiz gece zincirleri takmayı akıl etti, yoksa işim zordu’ diye düşündü. Bir saatlik yolculuğun ardından nihayet Kayasaray beldesinin girişinde ki tabelayı gördü, ilerlemeye devam etti. Genelde tek katlı tipik Anadolu evlerinden oluşuyordu köy ve arka planında görkemli Bolkar dağları bir boydan diğer boya doğru uzanıyordu. Özellikle köyün hemen yanıbaşında sanki el ile şekil verilmiş gibi duran görkemli kayalık bir tepe dikkatini çekti, köyün adının nereden geldiğini anlamıştı. Köy meydanına ulaştığında kahvehaneyi fark etti ve arabayı yakın bir yerde durdurup indi. Elinde günlükle kahvehaneye doğru yürürken onu gören bir kaç yaşlı köylüyle selamlaştı. ‘Selamın aleyküm’ dedi kahvehaneden girer girmez. İçerisi kalabalıktı ‘Ve aleyküm selam’ nidası yükseldi hep bir ağızdan. Girişteki boş bir masaya sandalye çekip otururken, orta yaşlarda kavruk yüzlü çaycı yanına geldi, ‘Beyim hoşgeldin’ ‘Hoş bulduk güzel kardeşim’

 

64  

  ‘Çay mı verem?’ ‘Ver hadi demli olsun, tek şeker yeterli’ ‘Hemen beyim.’ Çaycı ocağa uzaklaşırken Sadun kahvehanede ki köylülere göz gezdirdi, hepsinin yüzünde ki mutluluğa tebessümle baktı ‘Ramiz haklı, Anadolu insanı hem cana yakın hem de daha mutlu’ diye düşündü. Çaycı demli çayı masanın üzerine bıraktı, Sadun içeride sigara içenleri işaret ederek, ‘Buraya sigara yasağı uğramadı herhalde’ dedi, hafif gülerek. ‘Yok be beyim buraya devlet bile anca seçimden seçime uğrar!’ İçeridekiler çaycının verdiler, içlerinden birisi,

cümlesine

gülerek

karşılık

‘Ha birde tarım kredilerinin taksitini geç ödersek kalkıp buraya kadar gelir devlet, hiçte üşenmez ha!’ dedi, gülmeler kahkahaya dönüştü. ‘Beyim hayırdır tanıdığınız neyim mi var bizim köyde?’ ‘Yok, köy muhtarı Salih Bey’i görecektim, maruzatım vardı da, nerede bulabilirim onu?’

bir

Çaycı arka köşede üç kişiyle oturmuş pişti oynayan orta yaşlarda ki adama işaret ederek, ‘Aha orda oturuyo!’ dedi ve ‘Muhtar! Misafirin var hele bi gel buraya!’ diye seslendi. Muhtar Salih masadan kalkıp hızlı adımlarla Sadun’un yanına geldinde Sadun da nazikçe ayağa kalktı,

 

65  

  ‘Beyim hoş geldin’ dedi ve elini uzattı muhtar Salih. Tokalaşırlarken ‘Bir ricam olacaktı sizden Salih bey kardeşim’ dedi Sadun. ‘Hele buyur otur çayını soğutma’ Sadun oturdu, muhtar da karşısında ki sandalyeyi çekip otururken çaycı merakla gözlerle onlara bakıyordu, muhtar onun bakışlarını fark etti, ‘Hele bi git bana çay getir, bak işine hadi!’ diyerek onu adeta kovaladı, ‘Adını bağışlıcan mı dayı?’ ‘Sadun’ ‘Sadun dayı buyur, sana nasıl yardımımız dokunur, elimizden ne gelirse artık’ Sadun günlüğün krokinin muhtarın önüne doğru itti,

olduğu

sayfasını

açıp

‘Bu araziyi görmek istiyordum’ ‘Haaaa şurası. Valla yıllardır orayı ilk sen sordun ha dayı’ ‘Tanır mıydınız sahiplerini’ ‘Arasıra erzak almaya inerlerdi buraya, kendi halinde düzgün insanlardı. Babam iyi tanırdı dur bakim adı neydi? Hah! Halit diye biriydi oranın sahibi. İstanbul da sıkılmışlar kendi gibi adamlarla gelip orada hayvancık çiftçilik neyim yapıyorlardı’ Sadun şaşkınlığını belli etmemeye gayret ederek sordu, ‘Peki şu an bu arazinin durumu nedir?’

 

66  

  ‘Valla beyim 1980’lerde bir anda ortadan kayboldu orayı çekip çevirenler. O zamandan beridir öyle durur işte. Sizin onlarla bir alakanız var galiba?’ Muhtar cümlesi devam ederken sigara uzatmıştı zanikçe, Sadun bir tane çekip almıştı paketten. ‘Bana miras kalmış o arazi, bende yeni öğrendim. Merak ettim gelip bir göreyim istedim’ Muhtar çakmağı ile önce Sadun’un sonra kendi sigarasını yakarken, çaycı muhtarın çayını getirip bıraktı ve uzaklaştı. ‘Valla Sadun dayı havanın durumu malum, hani havalar açıkken gelmiş olsan traktörlen neyim çıkartırdık seni oraya ama şimdi nasıl etsek bilmem ki?’ ‘İstanbul’dan geldim be Salih kardeşim. Boşuna gelmiş olmayayım. Yok mu bir yolu?’ ‘Var, var ama zor olur senin için.’ ‘Sorun değil eski patlıcanım ben merak etme’ Muhtar güldü sevimlice, ‘Eyi o zaman ben bi katır ayarlayım Sadun dayı, yanına bizim köyün gençlerinden birini de katarım seni oraya götürür’ ‘Allah razı olsun Salih kardeşim’ ‘Ne demek Sadun dayı, ta oralardan kalkıp gelmişsin. Yemek yedin mi, aç mısın? Çekinme dayı kendi evinde gibi hisset sonra darılırım ha!’ ‘Sağol, eksik olma. Ereğli de kaldım dün gece, buraya hava aydınlıkken geleyim dedim. Otelde kahvaltı ettim de

 

67  

  geldim’ Muhtar ardını dönüp kahvedeki gençlere baktı ve birini gözüne kestirip seslendi, ‘Lan Nazif! Bırak oyunu gel bura!’ Genç isteksizce yerinden kalktı, muhtarın yanına geldi, ‘He muhtar emmi söyle?’ ‘Sen şimdi koş git benim ahırdan katırı al, sonrada Sadun dayıyı eski mandıraların olduğu yere çıkart, anladın mı?’ ‘Anladım emmi’ ‘E ne duruyon anladınsa, koş git hadi!’ Genç hızlıca çıktı kahvehaneden ve koşarak uzaklaştı köy yolunda. Yarım saat kadar sonra Nafiz ve Sadun iki katırın üzerinde yol alıyorlardı. Katırlar karla kaplı zeminde zorlanıyor olsalarda ağır aksak ilerlemeyi başarıyorlardı. Muhtar, Sadun’a kalınca bir bere ve atkı vermeyi ihmal etmemişti. Hava çok suğuktu ama Sadun soğuğu hissetmeyecek kadar heyecanlıydı. Daha muhtar Halit beyden bahsetmeye başladığı anda içinde inanılmaz bir heyecan dalgasını iliklerine kadar hissetmiş, günlüklerde yazlan herşeyin doğru olduğuna kesin olarak inanmıştı artık. ‘Demek planlarını gerçekleştirdiler, ama ne kadarını? Gerçekten başarılı oldular mı? Öyle ise onlarca cana kıyıldı demektir ve beni oralarda bir yerde bir toplu mezar bekliyor demektir!’ diye düşündü. Heyecanına hüzün karıştı, içi burkuldu.

 

68  

  ‘Dayı gidebildiğimiz yere kadar gideriz katırlarla. Sonra yaya devam edicez haberin ola’ dedi köyün genci Nafiz. ‘Sağlık olsun yeğenim’ diye karşılık verdi Sadun ve ekledi ‘Yaşın kaç? Okuyor musun?’ ‘Yaş on dokuz oldu dayı. Ortaokul terkim. Okuyupta napıcam ki zaten? Bir sürü insan okuyor ben eksik kalsam ne olacak?’ ‘Peki ne yapmayı düşünüyorsun?’ ‘Bağ bahçe işleri yetiyor bana, toprakla uğraşmayı seviyorum. Zaten seneye askerlik var. Ondan sonrada Allah Kerim.’ ‘Eee, var mı yavuklun falan?’ dedi Sadun, imalı bir gülüşle. ‘Olmaz mı be emmi?’ diye karşılık verdi Nafiz gülerek. ‘Aranız nasıl?’ ‘Çok iyi hamd olsun. O da askerliğimi bekliyor. Sonra kısmetse evlenicez.’ ‘Anası babası biliyor herhalde?’ ‘Hee biliyor biliyor. Severler beni de sağ olsunlar’ ‘İyi, senin adına sevindim. Ne diyeyim Allah mesut bahtiyar etsin’ ‘Sende torun torba kaç tane dayı?’ Yüreğinin burkulduğunu hissetti Sadun, ‘Yok, ben evlenmedim’ ‘Hiç mi?’ ‘Hiç’

 

69  

  ‘Niye be dayı, tek başına hayat geçer mi?’ ‘Öyle gerekti be yeğen’ ‘Niye ki? Hiç yavuklun neyim olmadı mı dayı?’ ‘Ben polisim. Daha doğrusu öyleydim, emekli oldum artık’ ‘Vaaaay! Silahın da vardır şimdi senin, bir iki el atsam be dayı? Ha?’ Güldü Sadun ‘İsterdim ama yanımda silah yok’ ‘Yaaa, e sağlık olsun. İyi de dayı niye evlenmediğini ben anlamadım?’ ‘Şehit olursam ardımda gözü yaşlı insanlar kalsın istemedim’ ‘Haaaa, tamam şimdi anladım. Yanlış yapmışsın be dayı, valla bana göre herkes kaderini yaşar. Bak misal ben şimdi askerde şehit olabilirim. Doğru mu?’ ‘Mümkün tabi?’ ‘E şimdi benim yavuklu beni pek bi sever, ölsem ne hale gelir Allah bilir. Ama şimdi ben senin gibi düşünseydim de Zehra’mdan uzak duraydım ne olacaktı? Valla bizim aramızda çok güzel bir sevgi var. Şimdi öyle düşünseydim bu sevgiyi yaşayamayacaktım, bende o da. Asıl o zaman yazık olurdu. Ha diyelim ki cidden şehit düştüm geri dönemedim. En azından yaşadığımız güzellikler Zehra’mı avutacaktır. Öyle değil mi ama dayı? ‘Doğru diyorsun Nafiz. Allah yolunu açık etsin, benim için iş işten geçti artık’ ‘Valla dayı pek bi dinç gördüm seni, bulalım bizim köyden birini hemen istersen?’

 

70  

  Nafiz bunu içtenlikle ve saflıkla söylemişti aslında, Sadun da farkındaydı ve güldü. O gülünce Nafiz de güldü. Bir kaç kilometre kadar katır üzerinde yol aldılar. Ancak yükseklere çıktıkça katırlar kara batmaya başlamışlardı. Nafiz ve Sadun katırları bir kayaya bağlayıp yola yaya devam ettiler. Karın soğuğunu işte o an hissetti Sadun. Nafiz ise yılların alışkanlığı ile hiç umursamadan bata çıka ilerliyordu diz kapağı hizasını aşan karlar içinde. Köyden ayrıldıklarından beridir neredeyse bir buçuk saattir yol alıyorlardı. Gittikleri yol düz olsa belki bu kadar zorlamayacaklardı ancak kimi anlar çıkılması güç dik bayırları aşmaları gerekiyordu. Nihayet Nafiz eliyle ileride zar zor seçilen virane binaları işaret etti, ‘İşte dayı geldik senin araziye!’ Nefes nefese kalmıştı Sadun, durup baktı, karlar altında kalmıştı Halit Bey’in yıllar önce yaptırdığı binalar, ancak halen ayaktaydılar. ‘Acaba beni orada ne bekliyor, buradan sonrası için bir ipucu bulabilecek miyim? Yoksa çıkmaz yola mı girdim?’ diye düşündü soluklanırken. Yaklaşık sekiz yüz kilometre yol kat etmişti Sadun buraya gelebilmek için. İşte karşısındaydı günlükle yazılan binalar! Üç büyükçe bina vardı ve kerpiç, ahşap karışımdan yapılmışlardı. ‘Dayı bak bu mandıraymış. Arkasında ki ahır, aha şu da ev olarak kullanılmış’ diye binaları kısaca tarifledi Nafiz. Önce mandıra olarak kullanılan binaya girdiler. Sadun’un her yanı dikkatle incelemedi, bir şey arar edayla oradan oraya gidişi Nafiz’in garibine gitmişti. ‘Dayı bir şey mi arıyon?’

 

71  

  ‘Burada yaşayan insanlara ait herhangi bir şey! Hatıra olarak alıcam da!’ ‘Haaa anladım. Dur bende bakayım o zaman’ Ancak mandıra binasında bir şey bulmadılar. Ahırda da öyle. Evden umutluydu Sadun. Gerçi çürümüş haldeydi evin her yanı, pencereler kırılmış, içinde ki ahşap ağırlıklı eşyalar kırılıp dökülmüş haldeydi. Sanki içeride savaş olmuş gibiydi! Sadun’un umudu tükenir gibi oldu ancak günlükte bahsedilen asıl tesisi bulursam mutlaka bir ipucu da bulurum diye düşündü. ‘Nafiz, sen beni burada bekle ben biraz etrafa bakınıcam’ ‘Dayı neye bakınıcan Allah’ın arazisi işte, bak burdan gözüküyor zaten her şey. Sen bilmen buraları şimdi soğuk birden bi bastırırsa donarız valla!’ ‘Bir şey olmaz, sen beni burda bakle, ben biraz dolaşıp gelcem’ ‘Olmaz dayı o zaman bende geleyim senle’ Sadun, Nafiz’i zor bela ikna etti orada beklemesi için. Onu beraberinde götürmek istemiyordu, çünkü orada ne göreceğini, onu neyin beklediğini kendisi de bilmiyordu. Belki de Nafiz’in görmemesi gerekecek kadar ağır da olabilirdi görecekleri. Bunu göze alamadı ve Nafiz’i evde bırakıp dışarı çıktı. Etrafa bakındı, sağ taraf aşılması zor kayalıklardan oluşuyordu. Sol taraf ise daha düzdü. Mantık yürüttü kendince ve Halit Bey’in gözden ırak bir yer olarak ulaşılması zor bir yeri tercih etmeyeceğini düşündü. Muhtemelen düzlük alanı takip ederse bulabilirdi asıl tesisi.

 

72  

  Karların içinde bata çıka ilerlemeye başladı, bir kilometre kadar gitmişti ancak görünürde halen bir şey yoktu. Yanlış yönü tercih ettiği düşünüp kendine kızıp söylenmeye başlamıştı ki, ilerde karların arasında binalar olduğunu fark etti! Gücü tükenir gibi olmuştu aslında ama binaları görür görmez içinde adeta ona ait olmayan bir güç hissetti. Artık karlar diz kapağı hizasına kadar değil neredeyse beline kadar geliyordu ve ilerlemek çok zordu! Çocukların yetiştirildiği binalara iyi yaklaşmıştı, bir ara saatine baktı, biri geçiyordu. Nafiz geç kalmadan dönmeleri gerektiğini üstüne basarak söylemişti, akşam karanlığın çökmeden köye gitmiş olmaları gerekiyordu. Yan yana inşa edilmiş on bir bina vardı, diğerleri gibi kerpiç ve ahşaptan yapılmışlardı ve tıpkı diğer binalar gibi virana haldeydiler. Sadun son bir güçle kendini karlardan sıyırdı ve ilk binanın kapısından içeri girdi. Kapıdan girince bir koridor ve koridora açılan üç kapı olduğunu gördü. İlk kapıyı itip içeri girdi, cam bölmeyle ortadan ayrılmış bir oda karşıladı onu! Tıpkı günlükte tarif edildiği gibiydi, yerde artık çürümüş minder zemin haricinde hiç bir şey yoktu. Birde her bölmenin kapının karşısında ki duvarında ince ancak uzun bir pencere vardı hepsi bu. Burada olan bitenleri hayal etti, irkildi! İkinci ve üçüncü odada da aynı manzara ile karşılaştı. Diğer dokuz binada da ilk binada ne gördüyse aynısı vardı! Onbirinci bina diğerlerinden daha büyüktü. Ümitle açıp girdi çürümüş kapısından içeri. Yataklar, giysi dolapları, mutfak ve banyo haricinde hiç bir şey yoktu. Beş yatak vardı büyükçe bir odanın içinde. Bakıcı kızların kaldığı yer olduğunu anladı bu sayede. On birinci binadan dışarı çıktı ve

 

73  

  etrafına bakındı, başka bir bina aradı gözleri ancak yoktu. Belki vardı ama karlar onu gizliyordu, bunu bilmesinede imkan yoktu! Saatine baktı, ikiye geliyordu, geri dönmek zorundaydı ama ayakları gitmek istemiyor, buradan eli boş ayrılmak istemiyordu. Ancak emin olduğu bir şey vardı ki bu binaların yakınlarında pek çok mezar olmalıydı! İçi ürperdi bir kez daha. İstemeye istemeye de olsa geldiği yolu geri dönmek üzere harekete geçti. Uzaklarda mandıra tesisini görmüştü ki, Nafiz’in de karları yararak ona doğru ilerlediğini fark etti. On dakika kadar sonra karşı karşıyaydılar, ‘Dayı nereye kayboldun yaa merak ettim valla dayanamadım seni aramaya çıktım!’ dedi panik kokan sesiyle. ‘Bu kadar uzaklaştığımı bende fark etmedim evlat, dalmışım etrafın güzelliğini görünce, kusura bakma’ ‘Dayım ter içinde kalmışsın hadi şu eve dönelim, dandik bir soba vardı ısınayım diye yakmıştım, biraz ısın terin soğusun sonrada hemen yola koyulalım’ Köye ulaştıklarında akşam karanlığı çökmüştü. Yol boyu hiç konuşmamıştı Sadun, dalgındı. Hatta Nafiz ona bir kaç kez bir şeyler sormuştu ama onu duymamıştı bile. Nafiz de yorgunluğuna verip üstelememişti. Muhtar akşam karanlığında yolların tehlikeli olduğunu söyleyip evine davet etmişti Sadun’u o gece misafirleri olması için. İçinden gitmek gelmemişti zaten, seve seve kabul etmişti muhtarın teklifini. Gece herşeyi düşünüp gözden geçirmek istiyordu.

 

74  

  Muhtarın karısı akşam yemeği olarak tarhana çorbası ve bulgur pilavı hazırlamıştı. Sadun pilavı yerken kendini kaybetmişti adeta, yedikçe yiyesi geliyor ‘yenge eline sağlık harika olmuş’ diye methiyeler dizmesi evin hanımının gururunu okşuyordu. Hava ona iyi gelmiş iştahını açmıştı belki de. Belki de yorgunluk tüm enerjisini tüketmiş, kaybettiğini yerine koymak istiyordu bedeni. Yemeğin üzerine demli çay ve elbette sigaralar içildi muhtarla karşılıklı. Kısa bir sohbetin ardından Sadun’a kalacağı mütevazı oda gösterildi ve odasında yalnız bırakıldı. Yorgun olmasına rağmen uykusu yoktu ya da uyumamak için direniyor, zihninde ki sorular uyumasına izin vermiyordu. Eski yaylı yatağın kenarına oturdu. Emin olduğu tek şey günlükte yazılanların gerçekleşmiş olduğu idi. Ama ne kadarı gerçekleşmişti? Seksenli yıllara kadar faal haldeydi o tesis, bunu muhtar kendi söylemişti ama sonra ne olmuştu? Özellikle mandıranın yanında ki büyük evin içi neden savaş alanı gibiydi? Belli ki birileri bir şeyler aramıştı. Belki de köylüler merak edip gitmişler onlar herşeyi dağıtmıştı. Ama köylüler saygılı insanlardı neden böyle bir şey yapsınlar ki? Kendi sorularına kendisi cevaplar veriyordu Sadun. Bir sigara yaktı ve pencere kenarına gidip dışarı baktı. Pencereden bugün çıktığı araziyi görebiliyordu. Orada bir şeyler vardı ama ne? Köşkün bodrumunda bulduğu gizli oda geldi aklına! Evet, Halit Bey hiç bir şeyi şansa bırakmayacak biriydi, mutlaka orada ki eve de pekala köşkteki gibi gizli bir oda yaptırmış olabilirdi! Kendine kızdı, ‘neden gitmişken adam gibi kontrol etmedin ki?’ diye söylendi. Ama içini yeni bir heyecan kapladı, ya gerçekten gizli bir oda varsa?

 

75  

  Ama bir sorun vardı önünde, şimdi ne diyecekti muhtara? Bir kez daha gitmek istiyorum demesi tuhaf karşılanacaktı elbette. Bir yalan söylemişti ve yalanı devam ettirmek zorundaydı. Yalanına yeni bir yalan ekleyip muhtarı oraya gitmesi için bir kez daha yardımcı olmaya ikna etmeliydi ki çok geçmeden ihtiyacı olan yalanı buldu! Sigarasını kül tablasına bastı, pencereyi açıp içeriyi biraz havalandırdı. Dışarının buzdan farksız kuru soğuğu odaya hücum ediyordu ancak soğuğu tıpkı dağa çıkarken olduğu gibi yine hissetmiyordu, içinde ki yeni umut ve heyecan onu yakıyordu adeta. Sabah saat dokuz gibi katırın üzerinde yine dağ yolunda ilerliyordu Sadun ancak bu sefer tek başınaydı! Muhtara dağdaki evde Nafiz’in yaktığı sobanın başında sınırken bir ara cüzdanını çıkartıp içinden bir şey aldığını ancak cüzdanı orada unuttuğunu ve içinde kendisi için önemli şeyler olduğu yalanını söylemişti. Muhtar ise yine Nafiz’i cüzdanı almak üzere göndermeye yeltenmiş, Sadun dağ havasının ona iyi geldiğini havanında güneşli olduğunu ve kendisinin gitmek istediğinde ısrar etmişti. İşte yoldaydı bir kez daha ve bu sefer eli boş dönmeyecekti, hissediyordu bunu ama bir yandan da şüpheler zihninde oradan oraya uçuşup onu rahatsız ediyordu. Saat on bir gibi bir kez daha mandıra binasının önünden geçip doğruca eve gitti. Önceki gün tepeden tırnağa dolaşmıştı evi. Belli ki Halit ve ekibi bu evde kalmışlardı onca zaman zarfında. Ev iki katlıydı ve giriş katta salon olarak kullanıldığı belli olan büyükçe bir oda ve mutfak vardı. Üst katta ise iki banyo ve dört oda daha. İlk üç odada dörder yatak vardı. Dördüncü odada ise tek bir yatak. Burada Halit Bey kalıyordu diye düşündü, yünden şiltesi çürümüş yatağa

 

76  

  bakarak. Diğer odalarda ise ekibinin elemanları kalıyordu belli ki. Birde tavan arası vardı, basık ve kuytu, tavanda açılan deliklerden içeri gün ışığı süzülüyordu, eski bir kaç eşya haricinde bir şey yoktu. Tekrar giriş kata indi, bir bodrum gözükmüyordu ama bir şekilde gizlenmiş olabilirdi pekala. Her yanı aradı, zemini santim santim kolaçan etti el yordamıyla ancak gizli bir giriş olduğuna dair hiç bir şey yoktu! Bir sigara yaktı, canı sıkkın halde içinde ki ses ona ‘buralarda bir yerde!’ diye fısıldıyordu ama arayışları boşa gibi gözüküyordu. Ahırı ve mandıra binasını da tekrar kontrol etti, bakılacak her şeye, her taşın altına baktı. Hatta ahırda ki bir köşeye yığılı çürümüş samanları bile yerlerinden kaldırıp altına baktı, belki aradığı gizli geçit oradadır diye. Ama yoktu! Belki aradığı şey karların altında gizlenmişti, şayet öyleyse ki bu ihtimal dahilindeydi, o zaman kendine söz verdi, baharda bir kez daha gelecekti buraya! Yeniden son bir kez kontrol etmek istedi evi ve önce dışarıdan çepeçevre dolaştı evin etrafını, kapladığı alanı zihninde tutmak istedi bu sefer. Belki de bir odanın içine gizlenmiş bu sefer Halit’in gizli mekanı. Her odaya teker teker girdi ve dışarıdan bakılınca gözüken miktarda yer tutup tutmadığını kontrol etmeye çalıştı. Elinde bir ölçüm aleti olmadığı için gözlerine güvenmek zorundaydı. Üst katlardan başlamıştı kontrole ama odaların ve banyoların alanı evin dışından bakıldığında görülene eşdeğer durumdaydı. Giriş kata indi, salon olarak kullanılan odaya baktı, kırık pencerelerden binanın köşelerine bakarak arada bir boşluk olacak kadar mesafe olup olmadığını kontrol etti ancak salonda olması gerektiği gibiydi!

 

77  

  Ancak mutfağa girdiğinde içinin kapladığı alan ile dışarıdan bakılınca gördüğü alan arasında bir tutarsızlık olduğunu hemen fark etti! Daha geniş olması gerek diye düşündü! Mutfak penceresinden uzanıp baktığında haklı olduğunu anladı! Mutfak en az iki metre kadar dardı! Mutfak tezgahının olduğu duvar en az iki metre kadar daha ilerde olmalıydı, şu halde arada bir boşluk vardı! Heyecandan eli ayağı titredi, o heyecanla bir sigara daha yaktı, acele etmek istemedi, belki de o anın tadını çıkartmak, doyasıya yaşamaktı niyeti. Sigarasından nefesler alırken, bir yandan da eliyle tezgahın altını üstünü yoklamaya, arkaya açılan gizli bir kapı bulmaya çalıştı ancak yoktu. Evin etrafında dolanırken arka tarafta kazma kürek görmüştü, hemen çıktı evden ve kazmayı alıp geri dönerken düşündü, belki de bu kazma kürekle mezarlar kazılmıştı! Hiç düşünmeden mutfak tezgahına indirdi kazmayı, sertçe, ardı ardına! Bir kaç darbe sonra bir gedik açılmıştı ve arkadan gün ışığı gelmiyordu! Başını uzatıp içeri baktığında masa, sandalye ve her yana yığılı evrakları, kitapları gördü! Bayramda hediye almış küçük bir çocuk gibi hissetti kendini, tüm gücüyle ardı ardına darbeler indirdi, açılan gedik onun geçebileceği kadar büyüyünce attı elindeki kazmayı bir köşeye ve gedikten içeri sızdı adeta! Beraberinde götüremeyeceği kadar çok şey vardı, ilk fark ettiği bu oldu. Ancak onun asıl istediği varsa şayet günlüklerin devamıydı, çünkü bu yığılı evrakların içindeki herşey ve bu arazide olup bitenler, tüm yaşananlar o günlüklerin içindeydi mutlaka. Üstü üste istiflenmiş eski deri ciltleri toz altında kalmış olan kitapların ardından ahşap bir dolap olduğunu görünce heyecanla kitapları oradan alıp yan tarafa koydu. Yine aşılması gereken kilitli bir kapat vardı

 

78  

  karşısında, köşkte günlükleri çekmecesinde olduğu gibi.

bulduğu

o

masanın

İçeri girdiği gedikten kendini dışarı attı bir anda ve elinde kazmayla tekrar içeri girdi, kazmanın ilk darbesi kilidi kırmaya yetti. Kapağı açtığında heyecandan kendini kaybetmiş halde ‘işte bu!’ diye bağırdı ve kahkahalarla gülmeye başladı! Tam on cilt duruyordu ahşap dolabın içinde, hemen birini alıp sayfalarını açtı ve aşina olduğu tanıdık el yazısı ile karşılaştı! Nihayet aradığını bulmuştu, tüm ciltleri dolaptan çıkarttı ve onları içine koyacak bir şey arar gözlerle etrafa bakındı ancak yoktu. Ahırı alt üst ederken bir kaç eski çuval gördüğünü hatırladı. Günlüklerin kucağına aldı ve gedikten dışarıya çıkarttı, önce beşini, sonra diğer beşini. Ağır ve büyüktü günlükler her biri iki-üç kilo kadar vardı belkide. Koşarcasına ahıra giderken bir kaç kez karların üzerine kapaklandı, umursamadı bile. Yine ahırda bulduğu naylonların içine sardığı günlükleri iki ayrı çuvala doldurdu ve kalınca bir iple bağladı ağızlarını. İşin zor kısmını halletmişti ona göre, karların arasında bata çıka katırı bıraktığı yere kadar gideceği bir saatlik mesafe umurunda bile değildi. Arabasını muhtarın evinin önünde çekmişti önceki gün, etrafına bakındı kimseler yoktu, katırdan önce kendi indi sonrada uzunca kalın bir iple bağlayıp katırın her iki yanına bıraktığı çuvalları indirdi.

 

79  

  Arabasının bagajını açtı ve çuvalları bagaja koyup kapağı kapattığında derin ancak huzurlu bir nefes aldı. ‘Dünyada şu an benden daha mutlu biri var mıdır acaba?’ diye geçirdi içinden ve bu düşüncesini birazda bencilce bulup güldü kendi kendine. Sekiz yüz kilometre yol gelmişti sorulara cevap bulmak için, işte tüm cevaplar şimdi arabasının bagajındaydı! Bir an önce evine gitmek ve günlükleri okumaya başlamak için can atıyordu. Hemen yola çıkmak istedi. Muhtarın kahvehanede olduğunu söylemişti karısı, onunla ayaküstü vedalaşıp muhteşem pilavı için teşekkür ederek arabasına atladığı gibi kahvehane yolunu tuttu. Nafiz’e de teşekkür etmek istiyordu, ‘umarım o da kahvehanededir’ dedi kendi kendine. Arabayı kahvehaneye yakın yerde durdurup indi. Neyse ki Nafiz de oradaydı, hem ona hem muhtara teşekkür edip vedalaştı. Yine beklediklerini söylediklerinde ilk fırsatta geleceğini söyledi. Bunu bilerek söylemişti çünkü günlüklerin içinde onu neyin beklediğini henüz bilmiyordu. Belki gerçekten gelmesi gerekebilirdi o yüzden kapıyı açık bırakmaya karar vermiş ama diğer yandan bu cana yakın insanları da çok sevmişti. Hiç bir şey olmasa bile sırf onları yeniden görmek ve elbette muhtarın karısının o inanılmaz pilavından bir kez daha tatmak için geri gelmeye hazırdı zaten. Köyün karlı yollarından geçerek Ereğli’ye doğru yol alırken bu ana kadar yaşadığı her şey bir kez daha geçti gözünün önünden. Çok mutsuzdu kısa bir süre önce, yalnızlığın ve işe yaramazlığın verdiği mutsuzluk garip bir şekilde yerini yepyeni duygulara bırakmıştı. Böylesine bir macerayı polislik yaptığı onca yıl içinde bile yaşamamıştı halbuki. Emekli olduğuna ilk kez mutlu oldu o an. Hayat her

 

80  

  şey bitti derken ona yepyeni bir sayfa açmıştı ve doldurulmayı bekleyen daha çok sayfa vardı onun için, bunu tüm benliğinde hissediyordu. Ereğli’ye ulaştığında otele uğrayıp resepsiyonist gence veda etmek istedi. Ancak mesainin başlamasına daha saatler olduğunu öğrenince Ramiz’in mesai arkadaşına ona iletilmek üzere selamını bırakıp oradan ayrıldı. Yol üzerinde bir lastik tamircisi görünce hemen orada durdurdu arabayı ve lastikçiden kar zincirlerini çıkartmasına yardımcı olmasını rica etti. Kısa sürede arka tekerlere takılı olan zincirler çıkmıştı, lastikçi para almayı reddetse bile Sadun zorlada olsa yirmi lira vermiş ‘öğle yemeğin benden olsun bari’ demişti. Konya’ya ulaştığında cep telefonu çaldı. Cep telefonunu yanına aldığını bile unutmuştu aslında. Ceket iç cebinden telefonu alıp arayanın kim olduğuna baktı. Meltem’di arayan, tebessümle açtı telefonu ve kulağına götürdü, ‘Efendim güzel kızım... Gayet iyiyim sen nasılsın? Ah be evladım gelmeden arasaydın ya, bak boş yere gelmiş oldun onca yolu... İnanmayacaksın ama şu an Konya’dayım!’ dedi telefonun diğer ucunda ki komser Meltem’e ve güldü emekli komser Sadun.

 

81  

  GİZEM PERDESİ Gecenin son karanlığı aydınlığa teslim olmak üzereyken elinde ki çuvalları sürükleyerek girdi köşkün kapısından içeri. Yeni evini pek sevmemişti ama ilk kez özlediğini fark etti, doğruca bodruma indi üzerini dahi çıkartmadan ve kalorifer kazanını çalıştırdı, içerisi dışarıdan daha soğuktu. İstanbul’dan ayrıldığında kar altındaydı kent, gidip gördüğü yerlerle kıyaslanamazdı kar tabakasının yoğunluğu ama yalnızca iki gün sürmüştü yolculuğu. Etrafta bir kaç birikinti haricinde kar diye bir şey kalmamış, gizli bir el hepsi silmişti adeta. ‘İstanbul da kar bu kadar olur’ demişti içinden ve ‘fakir fukara için böylesi daha iyi’ diye düşünmüştü. Palto, şapka ve muhtarın geri almadığı, hatıra olsun dediği atkıyı portmantoya bıraktı, üst kata çıktı. Yatak odasının kapısını aralayıp içeri girdi, ceketini çıkartıp dolabın askısına astı. Dolaptan yeni iç çamaşırlar ve yatağının üzerinde katlı halde duran pijamalarını alıp odadan çıktı, banyoya girdi. ‘Sıcak bir duş beni kendime getirir’ dedi kendi kendine. Saatlerce direksiyon sallamak yormuştu onu. Sıcak suyun yaşlı bedeninden akıp giderken onu sarıp sarmalaması hoşuna gitti. En azından onada sarılan biri vardı, su bile olsa. Duşun altındayken aç olduğunu hissetti ve aklına demli bir çay ve yanında bir sigara fikri gelince heyecanlandı! Duştan çıkıp kurulandı, üzerini giydi, dişlerini fırçaladı. Çaydanlığın altını yaktı ve buzdolabını açtı, fazla vakit kaybetmek istemiyordu yemek hazırlamakla, okunmayı bekleyen yeni günlükler onu her geçen an daha da cezbediyordu.

 

82  

  Mutfakta ki küçük masa üzerine kahvaltılıkları koydu. Ekmek bayatlamıştı ama önemsemedi, dışarıda kuru soğuk vardı ve yorgundu, ekmek almak için dışarı çıkmayı gözü yemedi. Beyaz peynir, zeytin, bal ve tereyağdan oluşan kahvaltısına çayın olmasını beklemeden başlamıştı ki aklına Meltem geliverdi. Söz vermişti telefonu kapatmadan önce, İstanbul’a gelir gelmez arayacağım diye. Hızla kalktı masadan ve aynı hızla üst kata, yatak odasına çıktı. Dolaba koymuş olduğu ceketinin iç cebine uzanıp aldı telefonu ve son görüşülenler listesinin ilk sırasında olan Meltem’i aradı, geldiğini ve gayet iyi olduğunu haber verdi. Mutfağa döndüğünde çaydanlıkta ki su kaynamıştı, çayı demledi, altına biraz daha su ekledi ve kahvaltıya bıraktığı yerden devam etti. Fazla uzatmadı, doyacak gibi olunca kesti yemeği ve küçük tabaklar içindeki kahvaltılıkları tekrar buzdolabına koyup masanın üzerini sildi, çatal ve bıçağı da hızlıca yıkayıp tezgahın üzerine bıraktı. Çaydanlığın kapağını kaldırıp demlenmekte olan çayı kokladı. Kendi demlediği çayın tadını özlemişti, onun için çay demlemek ayrı bir hüner gerektirirdi ve o bu konuda oldukça hünerliydi. Yolculuğu boyunca yalnızca muhtarın karısının demlediği çayı damak tadına uygun bulmuştu, o anda yine aklına bulgur pilavı geldi, o tadı yine damağında hissetti Sadun. Tebessüm etti ‘bir karın olsaydı da yapsaydı Sadun bey’ diye sitem etti kendine. Köşkün giriş kapısı önünde bıraktığı çuvalların önce birini, sonra diğerini kavrayıp kaldırdığı gibi oturma odasına götürüp koltuğunun önünde yere bıraktı. Çuval ağızlarını sıkıca kavramış olan ipler açılmakta inat edince mutfaktan keskin bir bıçak alıp geri döndü, iplerin inadı bıçağı görünce kırıldı.

 

83  

  On cildide çıkarttı çuvallardan ve hemen ilk sayfalarına bakmaya başladı. Halit Bey her gün için tarih atmıştı günlüklere. Günlükleri tarih sırasına koyarken son cildin farklı bir el yazısı ile yazıldığını fark etti ancak önemsemedi. ‘Mutlaka bir açıklaması vardır ve açıklamada bu sararmış sayfaların içinde beni bekliyor’ dedi. Günlükleri yemek odası takımının boş raflarına koydu, sırasını bozmadan. Yerdeki çuval ve kesik iplerle bıçağı alıp tekrar mutfağa gitti. Çuval ve ipleri çöpe attı, bıçağı yıkayıp tezgahın üzerine bıraktı. Demini almış çayın keskin kokusu mutfağı sarmıştı. Keyifle içine çekti kokuyu ve demli bir çay koydu kendine, attığı tek şekeri karıştırdı ve fazladan bir çay tabağı daha aldı dolaptan, kül tablası niyetine kullanmak için. Odaya geri dönüp çayı ve tabağı sehpanın üzerine bıraktı, portmantoda asılı duran paltosunun sağ dış cebinden sigara paketiyle çakmağı alıp geri döndü. Koltuğa oturdu ve paketin içinde kaç sigara kaldığını saydı ‘şarjörde on mermi kalmış!’ dedi ve bir sigara alıp yaktı. İlk nefese çayın ilk yudumu eşlik etti, koltuğa iyice yaslanıp pencereden gördüğü manzaraya baktı. Gözüne farklı gelmişti manzara, hoşuna gitti, bu kısa yolculuk onun evini büsbütün özlemesini sağlamıştı, bu da ayrıca hoşuna gitti. Sevemediği bir evde yaşama fikri çok itici geliyordu ona nede olsa. Sigaradan aldığı son nefesle birlikte izmariti kül tablası niyetine kullandığı çay tabağına bastı, çayında kalan son yudumuda içti. Hazırdı artık, kalkıp günlüğün ilk cildini aldı, tekrar koltuğuna oturdu. Uykusu vardı ancak uyku iyice bastırana değin okumak istiyordu, okuyabildiği kadar. Deri kaplı kalın cilt kapağını kaldırdı ve yeniden okumaya başladı, kaldığı yerden.

 

84  

  Halit beyin yeni günlükleri Orta Toroslar'a gidişlerini ve arazinin alınmasıyla birlikte yaşanan zorlukları ve bu zorlukların aşılmasını ile başlıyordu. Özellikle civar köylerden aldıkları yardımlar olmasa belki de bu projenin gerçekleşmesinin zora gireceğinin altını çiziyordu. Oldukça yüksek bir araziydi ve yol başlı başına bir sorundu diyordu Halit Bey yazdığı günlüğünde. Dönem şartlarını düşündü bir an Sadun komser, kırklı yıllardı söz konusu olan nede olsa. Sarı sayfaları tatlı bir merak ve heyecanla çevirmeye devam etti. Şehir hayatından uzaklaşıp yeniden özlem duydukları köy hayatına geri dönen bir gurup Anadolu insanı olarak göstermişlerdi kendilerini Halit Bey ve öğrencileri. Kayasaray köyünün muhtarı onları kendi evlerinin inşaatı bitene kadar misafir etmişti, boş duran bir köy evinde. Köylülerde sevinmişti yakınlarında bir mandıra açılacak olmasına ve ellerinden gelen yardımı yapıyorlardı Halit beye. Halit bey övgüyle söz ediyordu günlüğünde Anadolu insanından. Sadun da bir anlığına okumayı kesti ve iki gün gibi kısa sürede şahit olduklarını düşündü. Köyün muhtarı Salih’in tıpkı köyün eski muhtarı olan babasının Halit beye gösterdiği misafirperverliğin aynını kendine göstermiş olmasını düşündü. Kimdir necidir diye dahi düşünmeden evlerini açıyorlardı kapılarına gelen kim olursa olsun. Sonra aklına kaldığı otelde ki resepsiyonist genç geldi. ‘Ne varsa Anadolu insanında var’ derken büyük şehirde yaşayanları yerden yere vurmakta haklıydı belkide. Sadun’un gözü yine sigaraya takıldı. Tam elini uzatmıştı ki vazgeçti. ‘On sigara ve okunacak on cilt günlük, her cilt için bir adet ve ilk hakkını kullandın Sadun’ dedi.

 

85  

  Günlüğü koltuğun üzerine bıraktı ve boş çay bardağını alıp mutfağa gitti, demli bir çay daha koydu kendine ve bir adette şeker attı çayına. Odaya gelirken karıştırdı çayın şekerini, ayakta durup boğazdan geçen gemilere bakarken bir yudum aldı çaydan. Çayı sehpaya bıraktı, günlüğü koltuktan alıp oturdu. Halit bey günlükte bazen bir bazen iki hafta hiç bir şey yazmamıştı. Aşırı yoğunluktan ve belki de yorgunluktan diye düşündü Sadun. Günlükte yazılanlara bakıldığında bu zaten açıktı, mandıra tesisinin kurulduğu yüksek araziye kadar uzanan bir yol açmışlardı bin bir zorlukla. Ancak bu sayede inşaat ve tesis için gerekli malzemeler getirilebilmişti. İlerleyen sayfalarda inşaatın başlaması ve hızla devam edişi anlatılıyordu. Ancak paralelinde anlatılan başka bir konu daha vardı ki asıl önemli olan buydu Sadun için. Öğrencileri birer ikişer büyük şehirlere gitmiş ve planın en önemli parçası olan alınacak daha doğrusu kaçırılacak bebekleri tespit etmek için düğmeye basmışlardı! Mandıra tesisinde ise köylülerin asla haberi olmadan ve dağın köylerden kesinlikle gözükmeyen uzak bir bölgesine gizli gizli başka bir tesis daha inşa etmişlerdi Halit bey ve ekibi. Çayından yudum alırken gidip gördüğü ve artık harabe halini almış olan o binaları düşündü Sadun. Bir amaca gönül vermiş insanların neler yapabileceğinin kanıtıydı tüm gördükleri ve daha neler yapmışlar merak ediyor, ancak yolun yorgunluğuna yenik düşen bedeni daha fazla devam etmesine izin vermiyordu. Saatine baktı, neredeyse öğle vakti olmuştu. Günlüğü kaldığı sayfa açık kalacak şekilde koltuğun üzerine bıraktı. Kül tablası niyetine kullandığı tabağı ve boş çay bardağını alıp çıktı odadan.

 

86  

  Tabaktaki izmarit ve külü çöpe boşaltıp yıkadı bardakla birlikte, mermer tezgahın üzerine, daha önce yıkadıklarının yanına bırakıp, çayın altını da kapayıp ayrıldı mutfaktan. Ağır ve yorgun adımlarla çıktı merdivenleri, yatak odasına girdiğinde köşkün sıcak olduğunu fark etti ‘usta işini iyi yapmış’ diye geçirdi içinden. Yine de tasarrufu elden bırakmamak için kullandığı odalar haricinde tüm diğer odaların kalorifer peteğini ve oda kapıları kapatmıştı Sadun. Ona kalsa yalnızca giriş kata tesisat döşetecekti ama ustabaşı onu ikna etmişti, yarın öbür gün ihtiyaç duyarsın hem kombi yetmez koca köşke, bodruma doğalgaz kazanı koyalım demişti. Hak verdi ustabaşıya Sadun, yatak odasının sıcacık olduğunu fark edince. Çalan cep telefonunun sesi derin uykusundan uyandırdı onu. Doğrulup ne olduğunu anlamaya çalışır gözlerle bakındı etrafına, akşam olmuştu, belki de gece çökmüştü o an için zaman kavramını yitirmişti Sadun komser. Telefonun çalmakta olduğunu nihayet fark etti ve uzanıp aldı komidin üzerinden, henüz ayılamamış gözleri telefon ekranında Meltem yazdığını zar zor fark etti. Açtı telefonu ve kulağına götürdü, ‘Efendim kızım? Yok yok dalmışım biraz o yüzden geç açtım... Yok be evladım ne uyandırması, iyiki aradın kalkacaktım zaten bende... Gel tabi kızım gel, bende seni özledim zaten... Ha, Meltem? Sana zahmet olacak ama gelirken bir ekmek alır mısın? Soğukta dışarı çıkmak zor geldi be canım kızım... Tamam evladım çok sağol, hadi bekliyorum...’ Telefonu tekrar komidin üzerine bırakırken saate baktı, sekize geliyordu. Gecesi gündüzü birbirine karışmıştı iyiden iyiye. ‘Sen zaten hep böyleydin Sadun, bırak

 

87  

  sızlanmayı’ dedi ve yataktan kalkıp önce tuvalete, ardından banyoya gitti, elini yüzünü yıkayıp dişlerini fırçaladı, eli eli seyrek beyaz saçlarını düzeltip tekrar yatak odasına döndü. Pijamalarını çıkartı üzerine pantolan ve kazak giydi, odadan çıktı. Mutfağın ışığını yaktığında aklına geldi, ampul alacaktı her odaya ama yine unutmuştu. Zayıf ışıktan hoşlanmıyor, kasvetli geliyordu ona. Buzdolabını açtı, içeri göz gezdirdi. Raftan dört yumurta aldı, dolabı kapadı. Yumurtaları tezgaha bıraktı, uzanıp dolaptan bir tabak aldı, yumurtaları teker teker kırdı tabağın içine. Tezgah üzerinde duran önceki gece yıkayıp bıraktığı çatalı alıp yumurtayı çırparken, diğer eliyle biraz tuz ekti üzerine. Yeterince karıştırdığına kanaat gelince çırpmayı bıraktı. Başka bir dolaptan orta büyüklükte bir tava aldı, ocağın üzerine koydu. Üzerine birazda sıvı yağ gezdirdi ve altını yaktı tavanın. Tavada ki yağ kızarken çaydanlığı temizledi ve içine yeni çay koydu. Çayın altını yaktığında tavada ki yağ hareketlenmişti. Çırptığı yumurtayı tavaya boşalttı ve çatalla karıştırıp kendi haline bırakırken ocağın altını kıstı. Tekrar buzdalabını açtı, sebzelikten irice iki domates ve bir kaç yeşil biber aldı. Bir tabağın içine domates ve biberleri doğrayıp salata yaparken, tavanın altını kapadı, üzerinde bir kapak koydu, soğumasın diye. Salatanın üzerine biraz sıvı yağ gezdirdi, biraz limon sıktı, bir tutamda tuz ekti ve tabağı masanın üzerine koydu. Çekmeceden iki çatal, raftan iki kağıt peçete alıp masada karşılıklı olacak şekilde iki uca bıraktı. Çalan kapıya koşar adımlarla gitti ve açtı, Meltem’in gülen gözleriyle karşılaştı, ‘Hoş geldin kızım’

 

88  

  ‘Hoş buldum komserim’ dedi Meltem ve içeri girip kapıyı kapadı. ‘Aslında size hoşgeldiniz demem gerek ya neyse’ derken sesinde sitem vardı Meltem'in, Sadun da hissetmişti bu sitemi. Meltem elindeki poşetleri yere bıraktı, ekmekle birlikte yine su böreği getirmişti. Paltosunu atkısını çıkartıp portmantoya asarken, ‘Kusura bakma be evlat, hiç hesapta olmayan bir yolculuktu, doğaçlama oldu desek dağa doğru olur’ dedi Sadun, yada kendini savundu kızı yerine koyduğu Meltem’e karşı. ‘Olsun be komserim ben şakasına takıldım, iyi yapmışsınız bence, ne yapacaksınız evde boş boş, gidin tabi gezin tozun, emekliliğinizin keyfini çıkartın. Omlet kokusu mu alıyorum?’ Keyifle yediler omlet ve salatayı, ancak bir baba kızın yapacağı samimiyette bir sohbet eşliğinde. Yemekten sonra Sadun bulaşıkları yıkamaya yeltendi ama Meltem müsaade etmedi, onu odaya gönderdi, önce çayı demledi ardından bulaşıkları yıkadı. Meltem oturma odasına geldiğinde önce fark etmedi, Sadun’un karşısında ki koltuğa geçip oturunca sehpa üzerinde duran sigara ve çakmağı görünce şaşırdı, ‘Komserim?!’ dedi, merak ve şaşkınlıkla. Sadun güldü önce, ‘E yavrum az önce sen demedin mi emekliliğin tadını çıkart diye. Çıkartıyorum işte, yapmak istediğim her şeyi yapıyorum ne var bunda şaşıracak’ ‘Sigara ve siz!?’ diye sordu Meltem.

 

89  

  ‘Yıllar önce bırakmıştım, sen bilmezsin tabi’ ‘Ama komserim oldu mu şimdi? Millet bırakmak için uğraşır siz bırakmışken yeniden başlamışsınız, hiç yakıştıramadım kusura bakmayın ama!’ ‘Yok güzel evladım yok. Yalnızca tek paket, merak etme iradem konusunda bir şüphen yoktur herhalde ha?’ ‘Yok komserim ama şaşırdım yani. Neyse canım tek paketse sorun değil, ayrıca biliyorum siz tek paket diyorsanız kesin öyledir’ ‘Öyle öyle...’ Meltem’in gözü rafta duran ciltlere takıldı, ‘Okuma işini ilerletmişsiniz komserim, harika valla, ah bende bir fırsat bulsamda okusam iki satır roman falan ama nerede o günler...’ ‘Okumak iyi geliyor, insanı alıp götürüyor başka dünyalara. Ayrıca iyi bilirim merak etme, görev başında kitap okunacak vakit bulmak ne mümkün?’ ‘Değil mi ama?’ ‘Eee? Ne oldu üzerinde çalıştığın dosya, var mı bir gelişme?’ ‘Valla komserim bir gelişme yok henüz, araştırmaya devam ediyoruz ama ilerleme sağlanamadı bir türlü. Ortada üç ceset var, adamların üçüde hayatını neredeyse hapiste geçirmiş tipler... Ama kim sıktı kafalarına, neden sıktı hiç bir ipucu yok... Kriminalden sonuçlarda dün geldi işin o kısmı daha ilginç, ortada üç ceset ve birer el ateşlenmiş üç silah var. Ya bu adamlar aynı anda birbirlerini vurdular, ya intihar ettiler ya da biri onları kendi silahlarıyla teker teker vurup silahlarını ellerine tutuşturdu. Yani komserim durum

 

90  

  karışık.’ ‘Senden kaçmaz, bilirim, an meselesidir çözersin sen bu işi’ ‘Kısmet be komserim, çıkmaz sokağa girdik gibi ama bakalım, hayırlısı’ Meltem koltuktan kalktı, ‘Ben şu böreği tabaklara koyayım, çaya da bakayım baba, çıkmışsa getireyim’ ‘Olur evladım’ dedi Sadun, ancak Meltem ona ilk kez ‘Baba’ diye hitap etmişti, içi bir tuhaf oldu o an. Belli ki ağız alışkanlığı ile, belki de onu manen bir baba olarak gördüğü için demişti ama bunun bir önemi yoktu Sadun için, bir anlığına bile olsa kendini gerçekten Meltem’in babası gibi hissetmişti. İçi hem burkuldu hem mutlulukla doldu. ‘Keşke’ diye geçirdi içinden bir kez daha ‘keşke evlenseydim!’ Meltem’in bu seferki ziyareti kısa sürdü, sabah her zamankinden daha erken kalması gerekiyordu, yenen böreğin ve içilen bir kaç bardak çayın ardından vedalaşıp ayrıldı Sadun komserinin köşkünden. Ve Sadun komser onun ardından kapıyı kapatıp kendine demli bir çay daha koyup kaldığı yerden yeni günlüklerin ilk cildini okumaya devam etti. Günlüğün ilerleyen sayfalarında tüm tesisin Halit Bey’in istediği şekilde inşa edilip tamamlandığı, ekip üyelerinin de alınacak çocukları tespit ettikleri anlatılıyordu. Ancak çocuklardan önce yaşları henüz on sekize gelmiş beş genç kız getirilmişti tesisin gizli bölümüne ve Halit Bey kızları hipnoz seansına alarak tüm anılarını, tüm bildiklerini unutturmuştu! Ve kızlar kendilerini doğum anı yaklaşmış hamile birer anne zannediyorlardı!

 

91  

  Sadun acıdı kızların o haline, hayatlarının çalınmasına adeta tanıklık ediyordu okuduğu her sayfada, canının yandığını hissetti ta derinlerde. Canı sıkıldı, içi git gide bunaldı, dayanamadı ve ikinci ciltte içmesi gereken sigarayı alıp şimdi yaktı, derin ve bir o kadar efkarlı bir nefes çekti içine. Sigarası bitene kadar boğazın karanlık sularına daldı gözleri, sigarasının külü yere düştü bunu bile fark etmedi o an için. Sigara izmaritini boş çay bardağının içine attı ve okumaya devam etti. Bebekler birer ikişer getirilmeye başlanmıştı gizli tesise. Nihayetinde altmış bebeğin gelmesi yalnızca iki hafta sürmüştü. Bakıcı kızlar gelen her bebek kafilesinin ardından Halit Bey tarafından yeniden hipnoz altına alınmış, gelen bebekleri onların doğurduğu zihinlerine kazınmıştı. Her kız oniki bebeğe annelik yapmaya başlamıştı bu sayede. Ancak kısmı bir annelikti bu, şefkatten tamamen yoksun bir annelikti. Yalnızca karınlarını doyuruyor, altlarını temizliyor ve uyumalarına yardımcı oluyorlardı. Halit bey hipnozun bu denli tesirli olmasından dolayı duyduğu memnuniyeti özellikle altını çizerek yazmıştı günlüğe. Sadun bebekleri çalınan anne babaları düşündü, düşünmeden edemedi. Belki de hiç bir zaman biricik yavrularına ne olduğunu asla bilemeden yaşamışlardı tüm o zavallı insanlar. İçi bir kez daha burkuldu. Halit Bey ve ekibi kendilerini artık mandırada ki işlerine vermişlerdi. Kendilerini kamufle etmek için mecbur olduklarını, aynı zamanda geçmesi gereken yılların başka türlü geçmeyeceğini yazmıştı ilk cildin son sayfalarına Halit Bey. Diğer yandan bu gizemli konuyla ilgili çalışmalarına da devam etmiş, belli aralıklarla hem kendisi hem de öğrencileri yurtdışına çeşitli ülkelere araştırma için gitmişlerdi. Ellerine ulaşan yabancı dillerde ki pek çok evrak ve kitabı da tıpkı öncekiler gibi genç bir dil bilimci olan Prof. Kazım

 

92  

  Denizcioğlu’na vererek Türkçeye çevrilmesini sağlamışlardı. Halit Bey hocalık yıllarında tanışmış olduğu ve son derece güvendiği Kazım’ı da ekibine almaya çalışmış olduğunu ancak Kazım tereddüt edince psikoloji üzerine metafiziksel bir araştırma yaptığını söyleyerek konuyu fazla açmadan kapattığını anlatıyordu son sayfada. Sabah olmuştu ilk cildin son sayfasını okuduğunda, Sadun devam edecek gibi oldu önce, ama bir kaç saatliğine olsa bile kestirmeye karar verdi. Yeni günlüklerin olduğu rafa bıraktı biten ilk cildi, sehpa üzerinden boş çay bardağını alırken yere düşün sigara külünü fark etti, alacak gibi oldu vazgeçti ‘Nasılsa temizlik yapılacak’ diye geçirdi içinden ve elinde bardakla odadan ayrıldı. Aslında köşkün baştan ayağa temizlenmesi gerekiyordu, kalorifer tesisatı yapılırken her yan batmıştı nede olsa. Ancak peşine düştüğü günlükler yüzünden evin temizliği için birilerini çağırmaya vakti olmamıştı Sadun’un. Mutfakta çay bardağını yıkarken, ‘Uyanınca ilk iş temizlikçi kadını aramak’ dedi kendi kendine. Tesisatı yapan usta ona tanıdığı bir kadını önermiş, telefonunu da vermiş, kadının temizlik tekniği üzerine birde nutuk atmıştı, uzun uzadıya cümlelerle. Sadun da cümlelerin sonunun gelmeyeceğini anlayınca kadının telefonunu yazıp vermesini istemiş ve kaçarcasına uzaklaşmıştı ustanın yanından. O anı hatırlayınca güldü kendi kendine. Işığı kapayıp mutfaktan çıkarken ‘yarın ampul almayı unutma Sadun’ dedi ve üste kata çıkan merdiven basamaklarını ağır ağır çıktı. Öğleden sonra saat iki civarı uyandı ve ilk iş olarak ustadan aldığı temizlikçi kadının telefon numarasını tuşladı cep telefonundan. Kadın bir saate kadar geleceğini söylemişti ona, üzerini giyindi, elini yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı ve mutfağa inip kahvaltı etti.

 

93  

  Temizlikçi kadın çalar saat gibi tam dediği sürenin sonunda zili çaldı. Yanında genç bir kız daha getirmişti yardımcı olarak. Sadun köşkü onlara temizlenmek üzere teslim edip günlüğün ikinci cildini, palto ve şapkasını alarak köşkten ayrıldı. Çengelköy de ana cadde üzerinde boş bir yere arabasını park etti ve önünde durduğu büfede çalışan gence en yakın elektrikçinin nerede olduğunu sordu. Gencin tarif ettiği dükkana doğru yürürken gözü balıkçının tezgahında ki taze balıklara takıldı bir an ancak durmaksızın yürümeye devam etti. Bir düzine ampul aldı elektrikçiden, gerçi tezgahta ki genç çocuk tasarruflu ampullerden almasını önerdi ama o bildiğinden şaşmadı. Her ihtimale karşı lazım olur diye bir kontrol kalemi ve bir de bant alıp elinde poşetle ayrıldı dükkandan. Aldıklarını arabasının arka koltuğuna bırakıp ön koltukta duran günlüğü aldı ve kapıyı kilitledi. Çınaraltı çay bahçesine giden sokağa saptı, hava serin ancak güneşliydi bu fırsatı kaçırmak istemedi, dışarda ki masalardan birine oturdu. Henüz masaya oturup elindeki günlüğü ve başındaki şapkasını masanın üzerine bırakmıştı ki garson elinde üzeri çay dolu tepsiyle yanına geldi ‘efendim çay alır mısınız?’ diye nazikçe sordu. ‘Taze mi bari?’ dedi Sadun, takılmak isterecesine yanında bir anda biten garsona. ‘Olmaz mı bey baba, bizde bayat çay olmaz!’ dedi garson, kendinden emin halde. ‘İyi ver bakalım bi çay, demlilerden olsun ama’ Garson demli bir çayı masaya bıraktı,

 

94  

  ‘Başka bir arzunuz var mı bey baba?’ ‘Yok evlat sağol’ ‘Afiyet olsun’ ‘Sağol’ Garson uzaklaşıp başka bir masaya giderken Sadun çayına şeker atıp karıştırdı. Çayını yudumlarken boğaz manzarasına dalmıştı ki bu bir sokak kedisinin miyavlaması onu kendine getirdi. Eğilip yere baktı, yanı başında bir kedi oturmuş, kendini acındırmak istercesine ona bakarak miyavlamaktaydı. ‘Aç mısın? Verecek bir şey de yok ki be güzelim’ dedi. Kedinin miyavlamaya devam etmesi üzerine güldü, ‘Anlaşıldı!’ dedi kediye ve garsonu arar gözlerle etrafına bakındığı anda garsonun zaten ona doğru gelmekte olduğunu fark etti. Garson tebessümle yaklaştı yanına, ‘Ne o düşüncemi mi okudun evlat?’ dedi gülerek. ‘Valla bey baba işimizde ustayızdır söylemesi ayıp, müşteri leb diyemeden lebisini anlarız icabında’ Genç garsonun racon açıklamasını hoşuna gitti, güldü.

keser

tavırla

sempatik

‘Şu ufaklığa benden bir kaşarlı tost getir bir zahmet’ dedi kediyi işaret ederek. ‘Hemen bey velinimetimizdir!’

babam,

müşterinin

her

türlüsü

Garson hızlı adımlarla uzaklaşırken Sadun ardından güldü ve halen miyavlayan kediye baktı, ‘Bekle bakalım, az sonra geliyor yemeğin’ dedi ve günlüğün ikinci cildinin ilk sayfasını açıp okumaya başladı.

 

95  

  Halit Bey aralıklarla yazmıştı yine, ilk ciltte olduğu gibi. Bebeklerin ne durumda olduğunu ancak her gün sırayla uğrayan bakıcılardan öğrendiğini, belli aralıklarla bakıcı kızları tekrar hipnoz altına alarak işini sağlama almaya çalıştığını anlatıyordu. Bir yandan da mandırada ki hayatlarını özetliyor, işlerin yolunda gittiğini hatta oldukça iyi para kazandıklarını ve birde traktör aldıklarını yazıyordu; ‘Kışları burada çok sert geçmese bile yinede soğuk. Hatta kar kışları hiç eksik olmuyor. Bebekleri soğuğa karşı korumak için kızlar sobaları her daim canlı tutuyorlar. Olası bir kömür zehirlenmesi olmaması için yalnızca odun yaktırıyoruz. Traktörün römorkuna yüklediğimiz odunları bebeklerin bakıldığı evin yakınlarına kadar götürdüm ve uygun bir yere olabildiğince çabuk istifleyip hemen oradan ayrıldım. Bu süre içinde bir nevi meditasyon yaptım ve hiç bir şey düşünmemeye gayret ettim. Traktörle bir hafta içinde on dört tur yaptım ve yığdığım odunlar tüm kış yeterli olacaktır. Kar bastırınca oraya odun taşımak neredeyse imkansız. Çocuklar ve kendileri için gerekli olan tüm erzağı ise mecburen bakıcı kızlarımız gelip alıyorlar. Neyseki hipnoz sayesinde soğuğu hissetmelerini de engelliyorum.’ Garson kaşarlı tostu getirip masaya bırakırken eğilip miyavlayan kediye ‘afiyet olsun küçük hanım hadi bugünü de kurtardın’ deyince güldü Sadun. Tostu aldı ve küçük parçalara bölerek kedinin önüne koyarken, ‘Sıcak ama bence bekle biraz soğusun’ dedi. Ancak kedinin sıcaktan anladığı yoktu belli ki, adeta can havliyle saldırıyordu kaşarlı tost parçalarına. Sadun bir süre tebessümle kediyi izledi, ardından tekrar günlüğü okumaya devam etti. Halit Bey bir yandan devam eden araştırmalardan ara sıra enteresan bilgilere ulaştıklarından, özellikle Mısır’a

 

96  

  yaptığı bir gezide Londra’dan tanışıp arkadaş olduğu müze müdürünün ona gizlice verdiği arapça bir el yazması kitapta bahsediyordu. Harfleri tanıdığı için arapça okuyabildiğini ancak anlamını bilmediği için bir hafta içinde kitabın tamamının kendi el yazısı ile bir kopyasını çıkartıp İstanbul’a döner dönmez Prof. Kazım’a kopyayı teslim ettiğini anlatıyordu. Günlükte biraz sitem ediyordu Halit Bey, kendisinin bir haftada kopyasını çıkarttığı el yazmasının Türkçeye çevrilmesi için neredeyse bir ay beklemek zorunda kaldığını yazmıştı. Devam etmek istedi okumaya ancak köşke dönmesi gerektiğini hatırladı, temizlikçi kadına ücretini verecekti ve kadın üç saate kadar temizlik biter demişti. İçtiği çayların ve kediye ısmarladığı tostun parasını kasaya ödeyip çay bahçesinden ayrıldı, arabasına doğru giderken bir fırından iki ekmek aldı. Köşke döndüğünde temizlik işi neredeyse bitmişti, dalgınlıkla ayakkabılarını çıkartmadan içeri girecekti ki temizlikçi kadın ‘aman beyim napıyon daha şimdik sildik oraları!’ diyerek onu sertçe uyardı! Sanki büyük bir kabahat işlemiş gibi tavırla özür diledi kadından ve ayakkabılarını çıkartıp terliklerini giyerken kendi kendine güldü. Ampullerin olduğu poşeti portmanto üzerine, ekmek poşetini mutfağa bırakıp oturma odasına girdi ve yapılan temizliği beğenmiş edayla etrafa bakındı. Elinde ki günlüğü diğerlerinin yanına, rafa bıraktı. Kadın temizliğin bittiğini haber verdiğinde ona anlaştıkları iki yüz lirayı verirken, genç kıza da elli lira bahşiş verdi. Kadın ve genç kızın köşkten ayrılmasının

 

97  

  ardından o da kapıyı aralık bırakıp dışarı çıktı, köşkün arka tarafına gitti ve duvara dayalı halde bırakılmış olan portatif merdiveni alıp geri döndü. Önce mutfağın, ardından oturma odasının, hemen yanda ki hiç kullanmadığı salonun ampullerini değiştirdi. Tavanlar o kadar yüksekti ki, boyu biraz daha kısa olsa eli ampullere yetişmeyecekti. Merdiveni dikkatlice çıkarttı üst kata ve önce yatak odasının, ardından tuvalet ve banyonun ampullerini yenileriyle değiştirdi. Merdiveni tekrar aldığı yere bıraktı ve dönüp kapıyı kapadı. Kalan ampulleri, kontrol kalemi ve bandı oturma odasında ki dolabın bir gözüne dikkatlice yerleştirdi. Akşam yemeğinin ardından yeniden günlüğü aldı ve koltuğa oturdu. Demini almak üzere olan çayın kokusu geldi burnuna ve keyifle çekti içine. Günlükte kaldığı sayfayı açtı. Halit Bey nihayet Prof. Kazım’ın çeviriyi tamamladığını öğrenmiş ve işi şansa bırakmamak için ekibinde ki gençlerden Salim’i bizzat çeviriyi elden almak üzere İstanbul’a yollamış, postada meydana gelebilecek kayıp hatta gecikmeye dahi tahammülü olmadığını yazmıştı. ‘Bu gece nihayet uzun zamandır beklediğim çeviri elime ulaştı. Okuduğum her satır beni hem şaşırttı hem de ne denli doğru yolda ilerlediğimi anlamamı bir kez daha sağladı. Farklı kültürlerden olsalarda sonuçta her alim aynı şeyleri farklı dille anlatıyor, artık bunun iyice kavramış oldum. Sanki bir bütün parçalara bölünmüş ve her parçası farklı bir zamanda, farklı bir millet içinde yaşamış farklı alimlere emanet edilmiş gibi. Ben elimden geldiğince bu parçaları bir araya getirmek için çabalıyorum, umarım layığı ile başarmak bana nasip olur.’ Sadun okumaya ara verip çay almak için mutfağa gittiğinde mutfak gözüne farklı gözüktü. Yapılan temizlikten mi yoksa gücü yüksek ampulün ışığının etkisi mi diye

 

98  

  düşündü, sonra her ikisinin de etkisi olduğuna kanaat getirdi. Çayını aldı ve koltuğuna geri dönüp okumaya devam etti. ‘Bu güne değin geçen yıllarda elimize ulaşan tüm gizli yazıt ve bilgilerde, bu bilgilere sahip olan insanların onlara bir hazine muamelesi yaparak adeta yerin altına gömdüklerine şahit oldum. Aslında böyle yapılması hem iyi hem kötü olmuş. İyi olmuş çünkü kötülük adına kullanıldığı takdirde bu gizli ilimlerin son derece yıkıcı bir güç olduğu ortada. Kötü olmuş çünkü toplumların bilinç olarak çok daha ileri gitmelerinin önü bu sebeple kesilmiş maalesef. Örneğin bugün elime ulaşan yazıtın çeviri metninde anlatılanlar insanların hayal dahi edemeyecekleri bir dünyanın kapısını açacak nitelikte. Kitabı yazan alim özetle şunları anlatıyor; Bilinç tektir ve tanrıya aittir. Ancak Tanrı bilinci dünya denilen bu boyuta indiğinde kendini madde olarak gösterir ve birbirinden ayrıymış hissi uyandırır. Dolayısı ile bilinç maddeyi dilediği gibi şekillendirebilir. Ancak madde üzerinde diğer bir bilincin yapacağı değişimde, o maddenin ardında ki bilinci değişime uğratır. Yani çift taraflı bir etkileşim söz konusudur. Örneğin dinlenen hüzünlü bir müzik önce insanın maddi bedene ait maddi bir uzuv olan kulağına ulaşır, kulak onu beyne iletir, beyin ise kulağın ses olarak algıladığını duygu haline dönüştürür ve bu duyguyu kana karıştırarak tüm hücrelere ulaştırır. Böylece o hüzünlü müzik tüm bedeni bir anda sarar ve insan içinde yoğun bir acı hisseder. İnsan kendi bilincini buna benzer bir yöntemle değiştirip kendine olmayan her türlü yeteneği kazandırabilir. Tüm hücrelere ulaşmanın tek yolu vardır o da kandır! Kan ise kalpte toplanır ve yine kalpten dağılır. Kalbe odaklanmış bir zihin, içinde barındırdığı düşünceleri kana aktarır, kana aktarılan bu düşünce ise tüm hücrelere ulaşır ve kaydolunur. Ancak işlem bu alelade şekilde yapılamaz, bunun çok ince bir yöntemi vardır. Her yeteneği açan bir anahtar vardır ve anahtarlar kutsal kitaplarda gizlenmiştir.’

 

99  

  Sadun okudukça şaşırdı, merakı arttı. Aslında bu yöntemin detaylarını merak etti ve elbette o anahtarları. Ancak Halit bey o kısımları günlüğüne yazmamış, onunla birlikte bu yolda yürüyen gençleri anlatmaya başlamıştı; ‘Aynı yola baş koyduğum bu tertemiz gençler olmasa hiç bir şey yapamazdım. Buraya çok alıştılar, onlara Anadolu havası iyi geldi. Hepsi canla başla çalışıyorlar. Gençleri bir nevi ödüllendirmek için ara sıra yurtdışına gönderiyorum. Aslında gönlümden hep kendim gideyim diye geçiyor ama onlarında bu değişikliğe ihtiyacı var. Ayrıca bu sayede neye hizmet ettiklerini unutmamış oluyorlar. Her birini sırayla memleketlerine ailelerini ziyarete gönderiyorum ki bu onların moralini oldukça yükseltiyor.’ Sadun o gece yine elinde günlükle sabahladı. İlerleyen sayfalarda özel bir bilgiye rastlamadı, günlük rutinlerden bahsediyordu, kaldı ki bazen iki günlük yazısı arasında bir ay ara oluyordu, ‘Anlaşılan Halit Bey nezdinde yazmaya değecek bir şey olmamış’ diye düşündü.

 

100  

  GEÇEN YILLAR İkinci cildi üçüncü cilt, üçüncüyü dördüncü takip etti. İlk cilt ile dördüncü cildin son sayfası arasında tam on dört yıl fark vardı. Dördüncü cildin son sayfalarında çocukların gelişimiyle ilgili bilgiler veriyordu Halit bey, ‘Daha bu işe soyunmadan önceki beklentilerim aynen ve teker teker yaşanıyor. Hiç göremediğimiz o bebekler artık büluğ çağındalar. Tıpkı tahmin ettiğim gibi ne koşuşabiliyor nede kendilerini ifade edebiliyorlar. Açıkçası kendi gözlerimle görebilmeyi çok isterdim ancak bakıcı kızların aktardığı tüm ayrıntılara göre mandırada ki hayvanlardan onları ayıran hiç bir özellik yok! Düşünemeyen, düşünmenin dahi ne anlama geldiğini bilmeyen, yalnızca nefes alıp açlık bastırdığında önlerine konanı yiyen birer mahluk gibiler. Kızların hemen hepsi adet gördüler, ancak bunun bile ne anlama geldiğini bilmemeleri aslında bana acı geliyor. Ama yapabileceğim hiç bir şey yok. Bu yola baş koyalı neredeyse yirmi dört yıl oldu, benim için nasıl geriye dönüş yoksa onlar içinde durum aynı. Bebeklerini kaybeden ve başlarına ne geldiğini hiç bilemeden yaşayacak olan onca aile içinde üzgünüm, ancak bunun içinde yapabileceğim bir şey yok. Bu ülke savaşlarda çok şehit verdi, ben o çocuklara yeni savaşımızın ilk şehitleri gözüyle bakıyorum ve onlardan doğacak olanlarada!’ Beşinci ciltte artık rutin hayat hikayeleri son buluyordu. Sadun özellikle bu kısmı neredeyse midesi bulanarak okudu, ‘Belirlenen ilk tarihe ulaştık. Hepimizde heyecan had safhada. Çocukların hepsi büluğ çağına geldiler. Bakıcılara onları çiftler olarak aynı odalara almalarını söyledim. Aradan bir hafta geçti ancak birbirlerinin bile farkında değil gibilermiş. Hayvansı güdüyle cinselliklerini keşfederler diye

 

101  

  düşünmüştüm ama sanıyorum ya yanıldım yada bu zaman alacak. Ancak kaybedecek zamanımız yok. Yarın bakıcılar geldiğinde onları tekrar hipnoza alacağım ve o genç delikanlıların onların kocaları olduğunu, onlarla birlikte olmaları gerektiği telkinini zihinlerine iyice yerleştireceğim. Böylelikle erkekler cinselliği öğrenmiş ve tadını almış olacaklar diye düşünüyorum. Ve tüm bu kısa hayatlarında onlara öğretilen tek şeyin bu olacağını düşünmek beni üzüyor, ancak yapacak başka bir şey yok!’ Sadun günlüğü öfkeyle kapattı ve ‘Hayvan herif!’ diye bağırdı! Günlüğünü okuduğu Halit beye bu sefer çok kızmıştı, ‘bir insan nasıl bu denli ileri gidebilir, bu vahşetten de öte bir şey!’ diye düşünüyordu. Sigara paketini aldı, dört sigara kalmıştı, çakmağıda aldı ve bahçeye çıktı. Bulutların önünü örtmeye çabaladığı güneş belli aralıklara kendini gösteriyordu. Güneşi teninde hissetmek onu bir nebzede olsa sakinleştirdi. Bir şey unutmuş edayla tekrar içeri girdi, mutfaktan bir bardak çay alıp tekrar bahçeye çıktı. Paketten bir sigara alıp yaktı, çayını yudumlarken boğazdan gelip geçen gemilere dalıp gitti. ‘Bugün planımın başarıya ulaştığını öğrendim. Bakıcıların her biri üç gün boyunca bakmakla görevli oldukları altışar çocuklada yattılar. Çocuklar aynı odada beraber kaldıkları kızlarla birlikte olmaya başlamışlar ki bu mucizevi bir durum. Bu denli çabuk öğreneceklerini sanmıyordum açıkçası. Şimdi kızlar hamile kalana kadar birlikte olmalarına izin vericem. Ondan sonra ilk şehitlerimizi toprağa vereceğiz.’ Günlüğü öfkesini tutarak okumaya devam etti, içinde ki merakın esiri olmuştu aslında bunun farkındaydı. Şu iğrenç kısımlar bir an önce bitsin istiyordu, o kısımları atlamayı düşündü ama önemli bazı detaylar olabilir diye

 

102  

  okumaya devam ederken ilk kez durup kendini sorguladı ‘Neden?’ diye sordu kendine ‘Neden bu günlüklere bu denli saplanıp kaldın? Olan biten herşeyi öğrensen ne olacak?’ Cevabı o da bilmiyordu ama başladığı her işin sonunu getirmişti hayatı boyunca. Ve okumaya devam etti, ‘Bakıcıları nihayet son kızında hamile olduğunu haber verdiler. Otuzu da hamile kaldı nihayet. Bugün erkek çocuklar için hazırladığım zehirleri bakıcılara bir türlü veremedim, elim gitmedi bir türlü. Ancak başka çarem yok, keşke olsaydı ama yok. Yarın mutlaka bu zehirleri kızlara teslim edeceğim. Çocuklar en azından hiç acı çekmeden uykuda can verecekler.’ Sadun bir sonraki sayfaya geçti, canı oldukça sıkkın halde,ydi öyle ki sayfayı çeviren eli sinirden titriyordu; ‘Bugün bakıcıları yeniden hipnoza aldım. Onlara zehirleride verdim ve erkek çocukların hasta olduklarını, iyileşmeleri için bu ilaçları yemeklerine katmalarını, ertesi gün ise sabah erkenden hepsini dışarı çıkartıp odunları yığdığım yere bırakmalarını telkin ettim’ İlerleyen satırlarda Halit bey sonraki gün olanları anlatıyordu; ‘Traktörün römorkuna otuz cansız beden yerleştirdim. Gözyaşlarımı tutamadım o an’ ‘Hayvan herif!’ dedi Sadun, öfkeyle ve yüksek sesle ‘Utanmadan ağlamış birde!’ ‘O gece hepimiz çok üzgündük, kimse tek kelime etmedi. Evimizin arka tarafında yüz metre kadar ileriye açtığımız mezarlara her birini gömdük, Allah'tan bağışlanma dileyip geri döndük. Belki de ilk kez bu kutsal görevin ne denli ağır bir yük olduğunu hepimiz omuzlarımızda hissettik.

 

103  

  Sabaha dek hiç uyumadım, hiç birimiz uyuyamadık. Eminim ki yoldaşlarımda benim gibi hiç durmadan vicdanlarıyla savaş içindeydiler ve bu savaşı kimin kazandığının hiç bir önemi yoktu. Önemli olan tek şeyin bu vatan uğruna girdiğimiz yoldan asla dönmemek olduğunu hepimiz idrak etmiştik.’ Altıncı ciltte yine rutin hayata geri dönülmüştü. Gerçi aralıklarla ilginç şeyler yakalıyordu Sadun. Bu ilginç bilgiler Halit Bey’i de cezbetmiş olacak ki planına sadık kalmak kaydıyla ek bir plan daha geliştirmiş olduğunu yazıyordu, ‘Elimize bugüne değin pek çok sıradışı gizemli bilgi ulaştı. Ancak bugün Çin’den dönen Enver yeni bir bilgiyle döndü. Neyse ki Çin’deyken tanışıp arkadaş olduğu bir Türk bulduğu el yazmasını Türkçeye çevirivermiş. Aksi halde yine Prof. Kazım’ı beklemek zorunda kalacaktık. Yine bilgi tamamen yabancısı olduğumuz bir konu üzerine. Açıkçası bende henüz tam anlayabilmiş değilim, kavramak için tekrar tekrar okuyorum, eski bilgilerimizle karşılaştırıp bir bağlantı yakalamaya çabalıyorum’ Sadun sakinleşmişti günlüğün nihayet sıradan hayata geri dönüşü anlatmaya başlamasıyla birlikte. Ancak bazen o da günlüklerde ki esrarlı bilgiler karşısında karşı koyamadığı bir heyecana kapılıyordu, şu an olduğu gibi. Heyecanla çevirdi bir sonra ki sayfayı, ‘Evet, nihayet bir bağlantı yakaladım. Unutmuşum onca yılın ardından ama yıllar önce elimize ulaşan bir parşömen de yazılanlarla enteresan bir benzerlik yakaladım. Ancak orada ki bilgi bana ters gelmişti o yüzden kabul edememiştim bir türlü. Ama bu yeni bilgi sanki o parşömendeki hatalı kısımları düzelten ek bir bilgi gibi neredeyse. Parşömenlerde tanrının sonsuz sayıda evren yarattığını ve her evrende bizden bir tane olduğunu ve

 

104  

  hayatımız boyunca yaşayabileceğimiz tüm ihtimalleri bu evrenlerde yaşadığımız anlatılıyordu. Bu bana yanlış gelmişti çünkü çok iyi biliyorum ki Tanrı bir yarattığını bir daha asla yaratmaz. Aksi halde kendini tekrara düşmüş ve sınırlandırmış olur ki bu imkansız! Çin’den gelen bilgiye göre de sonsuz sayıda evren var. Ancak bu evrenler birbirinden ayrı değil, aksine içiçe girmiş durumda ve hepsi bizim şu an içinde yaşadığımız Dünya da! Bizler her birimiz farkında bile olmadan belki de her gün onlarca kez bir evrenden diğerine geçiyoruz. Yaptığımız her seçim, verdiğimiz her karar sonunda aslında biz algılamasak bile içinde yaşamakta olduğumuz evrenden, yeni seçimimize göre yeniden şekillenen başka bir evrenin kapısından içeri giriyoruz. Ancak işin bu kısmı biraz karmaşık geldi bana. El yazmasında denildiğine göre insan örneğin gözlerini kapatıp –gözlerimi açtığımda avucumun içinde bir elmas parçasını belireceğini biliyorum- derse ve bunu yaparken içinde zerre kadar şüphe barındırmadan düşündüğüne kesin olarak inanırsa, o anda kendini yine bu dünyada yaratılmış olan farklı bir evrende buluverir. O kişi gözlerini açtığında ona göre hiçbir şey değişmemiştir, avucunda beliren elmas dışında. Ancak içinde bulunduğu mekanın kapısından çıktığı anda onu farklı bir evren karşılar. Ama tanrı o kişinin bilincini o anda değiştirir ve yeni hayatı zaten yaşamakta olduğu bilgisini onun zihnine aktarır. O kişi bu evrende artık elmas tüccarıdır ve hep öyleymiş hissi ile yaşadığı için kapıdan geçmeden önceki hayatını asla hatırlamaz! Böylece o kişi şüphesiz inançla tüm hayatını bir anda değiştirebilir.’ Sadun durdu, okuduklarını düşünüp kavramaya çalıştı ancak ona zor ve karmaşık geldi, ‘Halit Bey bile anlamakta zorlanmış onca bilgisine rağmen, benim anlamamama şaşmamalı’ dedi, düşünmekten vazgeçip okumaya devam etti.

 

105  

  ‘İstanbul’dan buraya geldiğimizden bu yana geçen yılların ardından elimde mutlaka kullanmam gerektiğine inandığım pek çok yeni bilgi birikti. Burada ki çalışma odamda bu bilgileri doğmasını beklediğimiz savaşçılarımızın eğitimlerini kullanmak üzere dosyalamaya başladım. İstanbul’da ki köşkümün gizli odasında bıraktığım ve çocuklar doğunca açılmasını şart koştuğum o zarfta ki dosya ile birleştirildiğinde ortaya çok daha büyük bir etki çıkacak, buna şüphem yok. Ancak bugün yeni bir karar daha aldım. Yaşım ilerliyor, gerçi burada ki doğal hayat insanı yüz yıl bile rahatça yaşatabilir. Hele elimdeki sağlık üzerine sahip olduğumuz gizemli bilgilerle daha fazla yaşamam bile mümkün. Ama buna rağmen Tanrı’nın bana biçtiği ömür olmasını istediğimden daha kısa olabilir. Bu sebeple ekibimden iki kişi seçip onları kendi yerime yetiştirmek istiyorum. Olur da bir şekilde ölürsem şu an herşeyin sekteye uğraması mümkün. Çünkü benden başka hipnoz konusunda bilgi ve tecrübesi olan yok. O bakıcı kadınların belli aralıklarla hipnoza alınması gerekiyor ve bunu artık benden başka birisi daha yapabilmeli. Bunun için Enver ve Salih’i seçtim. Yarından itibaren her ikisini de bu konuda eğitmeye başlayacağım.’ Günlüğün bundan sonraki bölümleri arasında yine ciddi tarihsel boşluklar olduğunu fark etti Sadun, bazen Halit bey bir ay boyunca tek satır bile yazmamıştı. ‘Kızlar hamileliklerinin son anına eriştiler nihayet. Bugün bakıcılarımız doğan ilk iki çocuğun haberiyle geldiler. İkisi de erkek doğmuş. Şimdi geriye kalan yirmi sekiz kızında doğurmalarını beklemekten başka yapacak bir şey yok.’ Sadun sonraki sayfayı çevirirken yine eli titriyordu, neler okuyacağını aslında gayet iyi biliyordu!

 

106  

  ‘Bir hafta sonunda nihayet tüm doğumlar gerçekleşti. Ancak kızlardan biri doğum esnasında hayatını kaybetmiş, yine çocuklardan biri ise ölü doğmuş. Ama beklentim bu bağlamda gerçekleşmedi, en azından yarıya yakının kız doğması gerekiyordu. Garip bir şekilde yalnızca sekizi kız diğerleri erkek doğdu. Bu demek oluyordu üçüncü jenerasyon olarak elimizde yalnızca sekiz bebek olacak! Tabi bu sekiz kız bebekten ilerleyen zaman zarfında ölen olmaz ise. Elbette onlardan doğacak olan bebeklerinde sağlam ve sağlıklı doğması ve yaşaması şart. Aksi halde iyice zora gireceğiz.’ Sadun yine arada iki haftalık bir boşluk olduğunu fark etti. Bir hafta sonra ise Halit Bey şunları yazmıştı günlüğüne, ‘Bakıcıların yardımıyla küçük anneler bebeklerini emziriyorlar, hoş, ne yaptıklarını dahi bilmiyorlar gerçi. Bu arada bende çok düşündüm ve bir karar vermem gerekiyordu. Acı bir karar ancak yapacak başka bir şey yok maalesef. Şimdi doğum yapan kızların da ölme vakti geldi, ancak elimizde yirmi iki erkek bebek var ve bu ihtiyaç duyduğumuzdan oldukça fazla. Doğan sekiz kıza karşılık sekiz erkek bırakmaya ve diğerlerini de anneleriyle birlikte toprağa vermeye istemeye istemeye de olsa karar vermiş bulunuyorum’ ‘Allah belanı versin senin!’ dedi Sadun, öfkeyle yumruğunu sıkarak! Günlüğün sonrasında yine bir haftalık boşluk vardı, ‘Bu gece erkekleri gömdüğümüz yerde yine ağır bir matem, yoğun bir kasvet vardı. Doğum yapan kızları ve erkek olarak doğan bebeklerden on altısını toprağa verdik. Hepimizin canı yanıyor, içimiz acıyor ama elden ne gelir ki?’ Sadun cildi sertçe kapadı öfkeyle fırlatıp attı yere!

 

107  

  SONDAN ÖNCE ‘Elde ettiğimiz bunca bilgi birikimin önemli bir kısmının hep Çin’den geliyor olması ilginç. Hz. Muhammed’in –İlim Çin’de de olsa gidip alın- derken neden özellikle Çin’i hedef gösterdiğini çok iyi anlamış oldum.’ Sadun dokuzunca cilde gelmiş, uyku harici tüm vaktini günlükleri bir an önce bitirmek için vakfediyordu. ‘Öyle bir bilgiye ulaştık ki bu hafta, bunu kesinlikle savaşçılarımızın eğitiminde kullanılmak üzere dosyanın içine ekleyeceğim. Bu bilgiye göre insanın bir değil tam üç beyni var! İlki zaten bildiğimiz ve kafamızda taşıdığımız beyin. İkincisi ise, dokusal yapısı itibariyle beyinle aynı hücresel yapıdan teşkil olan Kalp! Üçüncü kıvrımlı şekli ile neredeyse şeklen zaten beyne benzeyen bağırsaklar! Özellikler bağırsakların içinde yer alan ve gıda özlerinin kana aktarılmasını sağlayan sinir uçlarının da beyindeki hücresel yapıyla aynı olduğu yazıyor bu yeni bilgide. Buna göre bilinç üçe ayrılıyor; mantıksal bilinç beyin tarafından kontrol ediliyor. Duygusal bilinç kalp ve sezgisel bilinç ise bağırsaklar! Tüm Tanrısal kaynaklı kutsal metinlerde kalbe neden bu denli atıfta bulunulduğunu daha iyi anladım. Özellikle daha önce Mısır’dan bizzat gidip almış olduğum el yazmasında anlatılan kalbi ve kanı kullanarak bilinç düzeyini değiştirme mevzunun neden bu denli önemli olduğu şimdi iyice netleşti. Elbette Tanrısal kaynaklı tüm kutsal metinlerde neden oruç tutulmasının emrolunduğu bu yeni bilgi ile tam yerine oturdu. Oruç sayesinde bağırsaklarda bulunan ve beyinle aynı hücresel yapıda olan sinir uçları sezgi denilen yetenek için kullanılmak üzere boşa çıkmış olacak. Bağırsaklarda yer alan bu sinir uçları ne denli sezgi için kullanılırsa, insanın sezgi yeteneği de o denli artmakta

 

108  

  bu gizemli bilgiye göre. Ancak bunun gerçekleşmesi için elbette az yemek ve dikkati bu bölgede yoğunlaştırmak şart. Geçmiş yıllarda –Ki enerjisi- üzerine ulaştığımız bir bilgi bana göre şimdi tam değerini buldu. Bedende bu enerjinin depolandığı yer tam olarak karnın bu bölgesiydi. Şimdi anlıyorum ki, bağırsaklarda bulunan bu sinir uçları -ki enerjisi- ile iyice aktif hale geliyor. Savaşçılarımıza bu enerjiyi havadan nasıl çekip depolayacaklarını ve elbette sezgi güçlerini nasıl geliştirecekleri öğretmek üzere dosyaya bugün yeni reçeteler ekledim’ Sadun sigara paketinde kalan iki sigaradan birini daha aldı ve yaktı, elbette yanına demli bir çay eklemeyi ihmal etmedi. Günlüklerin sonuna doğru hızla ilerliyor ve gelinen son noktayı, en azından kıyılan bunca cana rağmen başarılıp başarılmadığını merak ediyordu. Diğer taraftan günlükte sezgi üzerine okuduğu son kısmı düşündü. Oldu olası hep az yemeği tercih etmiş bu sayede yaşına rağmen çakı gibi kalmıştı. Üstelik gerçekten kendine de tuhaf gelen bir sezgi gücü vardı. Emniyette görev başındayken elinde hiç ipucu olmamasına rağmen çoğu zaman suçlunun kim olduğunu tahmin eder ve üzerine gider sonunda da yanılmadığını anlardı. Kimsenin aklına bile gelmeyecek yerlere bakar, ihtiyacı olan delilleri eliyle koymuş gibi bulurdu. Bu ve nicelerini düşündü, Halit Bey’in ulaştığı gizemli bilgilerin bir kısmını kendisinin bizzat tecrübe etmiş olduğunu böylece anladı. Ancak içinde Halit Bey’e karşı duydu öfke asla dinmedi, hatta ‘şayet hala hayattaysa mutlaka bu herifi bulup kaç yaşında olursan olsun komaya sokana kadar döveceğim’ diye geçirdi içinden! Halit bey hayattaysa kaç yaşındadır diye düşündü. Günlükte dediklerine bakarak elindeki bazı sırlı bilgiler sayesinde halen yaşıyor da olabilirdi pekala. Elindeki ilk tarih 1929 yılıydı. Bu Halit beyin fakülte son sınıfta hayatını

 

109  

  değiştiren sırrı öğrendiği tarihti. ‘1926 yılında fakülteye başlamış olsa ve o yıl yirmi yaşında olsa, 1905 yılında doğmuş olması olası’ dedi kendi kendine. Şu halde Halit Bey halen hayattaysa 2010 yılında yaklaşık 105 yaşında olduğu sonucuna ulaştı, ki onun durumunda biri için pek ala mümkündü bu. Sigara ve çayını içmeyi bitirince yine günlüğe gömüldü Sadun, bir yandan da ‘umarım hayattasındır seninle görülecek bir hesabım var artık’ diyordu! Günlük hızla ilerliyor, Halit Bey’in her sayfaya attığı tarihlerde su gibi akıyordu adeta. Artık atılan tarih 1970’li yıllara ulaşmıştı ki el yazısı birden değişmişti! Sadun günlükleri ilk kontrol ettiğinde son cildin el yazısının farklı olduğunu görmüş ama üzerinde durmamıştı. Ancak dokuzuncu cildin yarısına ulaştığında devam eden sayfaların onuncu ciltteki el yazısı ile yazıldığını görünce şaşırdı ve merakı iyice arttı! Yazının değiştiği sayfaya atılan tarih 10 Mayıs 1974 idi. ‘Ben Enver Çolakoğlu. Bir hafta önce değerli hocamız, manevi babamız Halit efendiyi hiç beklemediğimiz bir anda kaybetmiş olmamızın derin üzüntüsü içindeyim.’ ‘Tüh be!’ dedi yüksek sesle Sadun ‘Ölmüş haa! Burada elimden kaçtın ama öbür tarafta yapışıcam yakana Halit efendi!’ ‘Geçirdiği bir kalp krizine yenik düşmüş olmasından dolayı hepimiz son derece müteessiriz. Ereğli’ye hastaneye yetiştirmeye çabaladık ancak nafile, hastaneye ulaşamadan hayata veda etti. Hastane yolundan geri döndük ve onu diğer kardeşlerimizin yanına defnettik.’

 

110  

  ‘Gömecek yer mi yoktu? Zavallıları bari mezarında olsun rahat bıraksaydı!’ diye söylendi Sadun, kızgın ses tonuyla. ‘Başından beridir her şeyi günlüğüne yazdığını bildiğimden dolayı, bu görevi ben devraldım ve bundan böyle günlüğü ben devam ettireceğim. Dün gece arkadaşlarımla bir toplantı yaptık. Rahmetli hocamız o güne ulaştığımızda şayet hayatta değilse, aramızdan birimizi seçip gizli odadan zarfı almamızı ve seçtiğimiz kişinin onun yerine çocukların özel eğitimleriyle bizzat ilgilenmesini istemişti. Arkadaşlarım o günü beklemeden bu seçimi yapmamızın olası sorunların önüne geçeceği hususunda görüş bilirdiler. Bunun üzerine bir seçim yaptık. Yıllardır birlikte yürüdüğüm ve aynı yola baş koyduğum sevgili kardeşlerim babamız Halit efendinin yerine beni münasip gördüler. Üzerime yüklenen bu zor görevi layığı ile yerine getirmek için elimden ne gelirse yapacağıma rahmetli hocam, manevi babam Halit efendiye bir kez daha yemin ederek söz veriyorum.’ Enver günlüğe sonraki bir ay boyunca neredeyse hiç bir şey yazmamıştı, ‘bu da hocasına çekmiş’ dedi Sadun, yeni bir şayfa çevirirken. Sonrasında ise Enver ağırlıklı olarak kendilerinden bahsediyor, adeta içini döküyordu günlüğe, ‘Buraya geldiğimizde bende arkadaşlarım gibi henüz otuzlu yaşlardaydım. Şimdi yaşım altmışa geldi. Zaman burada bir farklı akıyor sanki, ya çok hızlı geçiyor biz anlamıyoruz ya da bize öyle geliyor bilemiyorum. Bazen düşünmeden edemiyorum aslında, doğru mu yaptım diye. Şu an torunlarımı kucağıma almış onları seviyor olabilirdim. Ama kader beni de arkadaşlarımı da buralara kadar sürükledi. Bu uğurda çok can yaktık, elbette bizimde canımız yandı, nasıl yanmasın ki? Belki bu can yanmaları olmasa

 

111  

  zerre kadar pişmanlık duymazdım içimde. Ama bedel ödemeden savaş kazanılmıyor maalesef. Hayatta ki en büyük korkum, verdiğimiz tüm emeğin, yanan ve yitip giden onca canın boşa olduğunu görme korkusu artık. İçimde bir yerde, derinlerde ya Halit efendimizin elde ettiği o sır yanlış bir bilgiyse diye acı veren bir şüphe var. Gerçi yıllar boyu elde ettiğimiz onca bilgi birikimi bize hep doğru yolda olduğumuzu kanıtladı. Ama kim bilir? Arasıra köye ya da kasabaya gidip oradaki insanlarla bir çift laf etmek beni kendime getiriyor, zihnimin bulanıklığına iyi geliyor. Gerçi burada ne yaptığımızı bilseler eminim ki hepimizi diri diri yakarlardı bu insanlar. Kime neyi nasıl anlatabilirsin ki? Yıllar sonra, belki bizler öldükten sonra insanlar burada ne yaptığımızı bir şekilde öğrenecekler. Ve eminim ki onlarda asla anlayamayacaklar, bize sayıp söveceklerdir.’ ‘Hiç şüpheniz olmasın aynen öyle!’ dedi Sadun, biraz da keyif aldı bu söyleminden. Sadun günlüğün bir sonraki sayfasını yine öfkeyle, dişlerini, yumruklarını sıkarak okumak zorunda kaldı; ‘İkinci jenerasyon çocuklarımız büluğ çağına ereli neredeyse altı ay oldu. Şimdi bir karar vermem ve uygulamam gerekiyor. Kızların olabildiğince çabuk hamile kalması gerekiyor. Bunu mecburen hocamın hallettiği yolu takip ederek halledeceğim. Zavallı bakıcılarımız, yaşları elliye dayandı ve maalesef onları çok kötü bir şeyi bir kez daha yapmak üzere hazırlamak zorundayım. Önümüzde ki hafta hepsini sırayla hipnoza alacağım ve gençlerle cinsel ilişkiye girmelerini telkin edeceğim. İşin gerçeği bundan midem bulanıyor, gücüme gidiyor, keşke başka bir çıkar yol olsa ancak ne mümkün?’

 

112  

  ‘Benim de sizden midem bulanıyor!’ diyerek öfkesini kustu Sadun ve sonraki sayfayı çevirdi, bir önceki sayfadan dört gün sonra yazılmıştı, ‘Hepimiz bunca yıl boyunca araştırmalarımız için dünyanın dört bir tarafına gittik. Görüştüğümüz herkese hepimiz aynı yalanı söyledik –Psikoloji ve mistik bilgileri sentezleyen bir kitap yazmak üzere araştırma yapıyorum- ve bu yalanımızı neyseki kimse sorgulamadı. Ancak aradan yıllar geçmesine rağmen, görüşmeye devam ettiğimiz bu kimselerden bazıları yazdığınız kitap neden hala çıkmadı diye sormayı akıl edebildiler. Neyseki cevap olarak söylediğimiz yalanıda sorgulamadılar –Henüz araştırmalarımız tamamlanmadı, sonraki kuşakların bir kaç asır sonra bile okuyabileceği bir eser ortaya çıksın istiyoruzBenan kardeşimiz iki hafta önce gitmiş olduğu yeni araştırma gezisinden bugün döndü ve getirdiği bilgi benim için tam bir mucizeydi. Fas da yıllar önce tanışmış olduğu bir profesör, Benan’ı Katar da bulunan evine davet etmiş, davetini geri çevirmediği taktirde eşine zor rastlanır bir bilgiyi sunacağına söz vermiş. Benan da her bilgi kırıntısına ihtiyaç duyduğumuzu bildiğinden bu teklifi kabul ederek onunla birlikte Katar’a gitmiş. Bu profesör yaşı yetmişe dayanmış olmasına rağmen kadınlara oldukça düşkünmüş ve genç bir erkekten çok daha faal olduğunu iddia ediyormuş. Ve o da yıllarını cinselliğin sırrını araştırmakla geçirmiş, ulaştığı yeni bilginin Benan’ın işine çok yarayacağına inandığına inandığından kardeşimizle paylaşmak istemiş. Benan profesörün anlattığı her şeyi eksiksizce kağıda dökmüş ve okuduğumda bir hayli şaşırdım. Onlarca yıldır süregelen araştırmalarımızın adeta eksik bir halkası bu sayede tamamlanırken, beni de büyük bir yükten kurtarmış oldu. Bu bilgiye göre cinsel ilişkinin büyük bir sırrı var. İlişki esnasında iki insanın yalnızca bedeni birleşmiyor, insan bedeninde bulanan yedi çakradan ilk ikisi yani cinsel

 

113  

  uzuvların alt ve üstünde bulunan aynı zamanda cinsel gücüde kontrol eden iki çakra, tıpkı organlar gibi birleşiyor. Ancak bu çakra birleşmesi esnasında kadından erkeğe, erkekten kadına yoğun bir enerji akışı yaşanıyor. Bu enerji akımı cinsel hazzın doruk noktasına ulaştığı anda adeta bir yıldırım gibi karşı tarafa akarken, beraberinde o kişinin ırsi pek çok özelliğininde karşı tarafa geçip, hücrelerine kopyalanmasını sağlıyor. Örneğin ırsi olarak aile geçmişinde hiç kanser hastası olmayan bir kişi, cinsel birliktelik yaşadığı kişide ırsi olarak bulunan ancak henüz kendini göstermemiş kanser hastalığını alabiliyor. Pek çok karakter özelliği de aynı şekilde bu enerji akımı esnasında karşı tarafa kopyalanabiliyor. Açıkçası dişi hayvanların pek çoğunun çiftleşme mevsiminde kendine en sağlıklı yavruyu verebilecek erkeği kokusundan belirlediğini bir yerde okumuştum ve Tanrı bizlere örnek olsun diye yeterince örnek vermiş aslında. Bu sayede Tanrı’nın gönderdiği tüm kutsal kitaplarda zinayı neden yasakladığını da anlamış oldum. Buna göre ilk jenerasyon çocukların bakıcı kadınlarla ilişkiye sokulması sebebiyle şu an hata yapmış olduğumuzun farkındayım. Halit efendimizin süreci hızlandırmak adına düştüğü hataya düşmemek ve planlarımızı tehlikeye atmamak adına bakıcıların gençlere ilişkiye girerek cinselliklerini öğrenmelerinden kesin olarak vazgeçtim ve bundan dolayı oldukça mutluyum. Uzun yoldan gideceğim ve kızlarla erkekleri çiftler olarak aynı odaya alıp, bakıcıların onlara yardımcı olmalarını sağlayacağım.’ Sonraki dokuz aylık dönem boyu Enver günlüğe yalnızca on dört gün yazmış, olanı biteni hızlıca özetlemişti. Özellikle kızların hamile kalmasından sonra erkeklerin zehirlenip toprağa verilmesini bir kaç satırla geçiştirmişti. Artık yalnızca o büyük güne, savaşçılarının doğacağı güne odaklanmıştı o ve yoldaşları.

 

114  

  Sadun komser yine canının sıkılacağını bile bile o anın yaşandığını ve neler olduğunun yazıldığı sararmış sayfalara doğru adım adım yaklaştı. ‘Bugün uğruna tüm hayatımızı adadığımız savaşçılarımızın ilkinin doğum müjdesini aldık. Uzun bir aradan sonra nihayet hepimizin yüzü gülmeye başladı. Bu gece İstanbul’a doğru yola çıkıyorum, yanına dostlarımdan Salih ve Erdal’ı da alacağım. Köşkün bodrumuna neredeyse otuz yıl önce ördüğümüz o duvarın yıkılma vakti geldi.’ Sonraki sayfa dört gün sonra yazılmıştı, Sadun sayfayı okumaya başlamadan önce elini sigara paketine attı, son bir sigara kalmıştı. Kısa bir tereddüt ardından son sigarasını daha keyifli bir anında içmeye karar verdi paketi tekrar sehpanın üzerine bıraktı. ‘İstanbul’dan bugün hocamızın emaneti olan dosyayla beraber döndük. Aslında orada ki tüm evrak ve yazmaları buraya getirmeyi düşündüm ama heyecanıma yenik düşüp hemen döndüm. Her ihtimale karşın duvarı yeniden ördük iki arkadaşımla beraber. Biz dönene kadar dört kızımız daha doğum yapmışlar. Şu ana kadar üçü kız, ikisi erkek beş bebeğimiz dünyaya gelmiş oldu. Diğer üçününde eli kulağında, heyecan içinde bekliyoruz. Ancak sonrasında olacakları düşündükçe heyecanımız gölgeleniyor maalesef. Rahmetli hocamız Halit Efendi’nin çocukların eğitimi için kullanacağımız yol ve yöntemleri tüm detaylarıyla yazdığı dosyayı incelemeye başladım. Her şeyi tüm ayrıntılarıyla düşünmüş, akıl almaz sıradışılıklarla dolu. Ancak dosyanın içine mühürlü bir zarf bırakmış olduğunu da fark edip açtım. Hocam bu planın güvenliği için tüm arkadaşlarımı kabul etmek çok zor gelse bile öldürmek zorunda olduğumu yazmış. Asla yargılamadım ve hak verdim. Ancak üzülerek sevgili hocam, manevi babamın bu talebini yerine getirmemeye karar verdim. Artık tek ailem olan ve hayatlarını bu uğurda

 

115  

  harcamış olan arkadaşlarıma ihtiyacım var. Üstelik hocam sanıyorum bir şeyi atlamış; Peki seçilmiş kişi olarak zarfı açan ben diğer arkadaşlarımı öldürürsem ve bu arada bana bir şey olursa bu planı kim yürütecek? Bu konuyu arkadaşlarıma kesinlikle açmayacağım ve kendimden dahi gizleyeceğim, zarfı içindeki mektupla birlikte yaktım. Rahmetli hocam vefatına kadar burada sürdürdüğü çalışmaları sonucunda bir dosya daha hazırlamıştı. İki dosyayı birleştirip tek bir dosya haline getirdim. Bu projeye 1934 yılında dahil olduğumdan bu yana kırk bir yıl geride kaldı. Şimdi ise en az on beş yıla daha ihtiyacım var.’ Meltem geldi aklına, aramamıştı bir kaç gündür. ‘Neden hep kızdan bekliyorsun, görevi başından aşkın zaten, kalk sen arasana’ dedi kendi kendine ve kalkıp masa üzerinde duran cep telefonu aldı, Meltem’i aradı. Hal hatır sordu, özlediğini söyledi, aynı şekilde karşılık aldı. İlk fırsatta mutlaka ziyaretine geleceğini söyledi Meltem, karşılıklı sevgi mesajlarının ardından telefonu kapayıp tekrar masanın üzerine bıraktı, okumaya devam etti, ‘Sekizinci bebek maalesef ölü doğdu. Elimizde sağlıklı dört kız ve üç erkek bebek var. İki hafta kadar kızların bakıcıların yardımıyla bebeklerini emzirmelerini sağlamak üzere bakıcı kadınları bugün hipnoza aldım. Yanlarında gelirken ölü doğan çocuğun cesedini getirmişlerdi, onu diğerlerinin yanına defnettik. Birazcık daha dayanabilmiş olmasını çok isterdim ama kısmetin de yaşamak yokmuş demek ki, tıpkı anne babası ve dedesiyle ninesi gibi. Rahmetli hocam Halit Efendi’nin eğitim için bıraktığı yönergeler doğrultusunda yalnızca ben her gün çocukların yanına gidebileceğim. Nihayet ilk kez bu bebekleri öldükten sonra değil, yaşarken görebileceğim, yıllar sonra ilk kez.’

 

116  

  Sabah gün ışırken uyandı, hızlıca kahvaltısını yaptı ve yeniden kalan son günlüğü okumak için oturma odasına çekildi Sadun, yanına demli bir bardak çay almayıda ihmal etmedi. Tıpkı girdikleri gizemli yolun Halit bey ve yoldaşlarının tüm hayatını bir anda almış olması gibi, günlüklerde Sadun’un hayatını bir anda gasp etmişti. Okuduklarından genel olarak rahatsız olsa bile, hayatına katılan heyecan ve meşgaleden dolayı mutluydu. Artık bir anda önce bu projenin nasıl sonuçlandığı öğrenmek istiyordu ve önünde okunması gereken yalnızca bir cilt kalmıştı. ‘Uzun bir aradan sonra nihayet sıra bana geldi ve memlekete kız kardeşimi ziyarete gittim. Erzurum’u özlemişim görmeyeli, aslında özlediğim o kadar çok şey var ki. Kız kardeşim Halide’nin geçen yıl çocuğu doğmuş bunu bile ancak öğrenebildim. Bebeği kucağıma aldığımda aklıma bizim bebekler geldi, için burkuldu. Sonrasında mezarlığa gidip anne ve babamı ziyaret ettim. Onlara doyamamıştım aslında, doğru dürüst yanlarında bile olamamış olmanın üzüntüsüyle mezarlarının başında öylece çöküp ağladım.’ Günlüğün ilerleyen sayfalarında iki sayfa arasında çoğu zaman birer aylık zaman farkı vardı. Enver önemli bir şey olmadıkça yazmamış, hiç bir şey yoksa bile kısaca özet geçmişti en fazla, adet yolunu bulsun dercesine. Ancak bir sayfanın uzun uzadıya yazılmış olması Sadun’un da dikkatini cezbetti, dikkatle okumaya devam etti, ‘Geçen hafta çocuklar bir yaşına ulaştılar. Hepsine çok alıştım ve kendi çocuğummuş gibi sevdim, onlarda bana alıştılar, gördükleri zaman baba diyorlar! Hepsi oldukça akıcı şekilde konuşuyorlar ve değil yürümek artık koşuyorlar. Bakıcıların nezaretince artık dışarıda çıkıyorlar. Hocamın dosyalarında yazan herşeyi layığı ile yerine getirmek için elimden geleni yapıyorum ve sonuç bana göre şimdiden belli.’

 

117  

  ‘Ne diyeyim ben şimdi, kızayım mı sevineyim mi aklım iyice karıştı vallahi!’ dedi Sadun, ama artık günlüklerden ölüm haberi almadığı için mutluydu ki birden aklına bakıcılar geldi, içi burkuldu onlar için. Hayatlarının baharında henüz on sekiz yaşlarındayken hayattan kopartılmış, bir nevi köle olmuşlardı. Gençlikleri heba olup gitmiş, yaşları altmışın üzerine çıkmıştı. ‘Zavallılar’ dedi ve derin bir ah çekti. ‘Mandırada da işler yolunda gidiyor, herkes halinden memnun. Uzunca bir süre yurtdışı gezilerimizi ihmal etmiştik ancak geçen ay Şam’a gitmiş olan kardeşimiz Sinan yine sıradışı bilgilerle döndü. Müzede gizlenen ve yüzlerce yıl evveline ait bir arapça el yazmasının kopyasını çıkartmayı başarmış. Prof. Kazım da bir hayli yaşlandı ama sağolsun bu sefer bizi hocamızı beklettiği gibi bekletmedi. Gerçi çok soru soruyor, yıllardır neyin nesi tüm bu el yazmaları diye. Üstelik içeriklerini hepimizden önce öğreniyor ve merakı daha da artıyor. İlk yıllarda araştırma için diyebiliyorduk ancak şimdi bizim mandıra işlettiğimizi biliyor, her soruşunda içimizde kalmış bir merak, özel bir ilgi alanı deyip geçiştirmek zorunda kalıyoruz. Neyse ki güvenilir bir insan, elbette bir şeyler döndüğünün farkında ama bunca yıldır hiç kurcalamadı sağolsun.’ Gözkapakları ağırlaşmıştı, zorluyordu ancak inadına kapanıyorlardı ikiside, daha fazla karşı koymadı ve oturduğu koltukta kucağında günlükle uyuyakaldı. Uyandığında akşam karanlığı çökmüştü, kalktı, üst kata çıkıp banyoda elini yüzünü yıkadı. Mutfağa indi yemek hazırlamak için ama üşendi, bir parçada zaman kaybı olacağını düşündü. Yine çayı koyup kahvaltılıklarla idare etti. Bir yandan yerken, diğer yandan okuduklarını düşündü. Sanki hepsini kendisi bizaat yaşamış gibi hissetti ve merak etti, acaba o sekiz çocuk nerede şu an? Cevabı almak için

 

118  

  daha fazla dayanamadı masayı topladı ve çayı demleyip tekrar oturma odasına geçip koltuğuna oturdu, günlüğü kucağına koyup kaldığı sayfayı açtı. ‘Elimize yeni ulaşan elyazmasının çevirisi üzerine bir kaç gündür dostlarımla fikir alış verişinde bulunuyoruz. Gerçekten insanın hayatını değiştirecek kadar güçlü, bir o kadarda sıradışı bir bilgi, bir ilim bu. El yazmasını kimin kaleme aldığı belli değil ancak bunca yıllık araştırmalarımız sırasında hiç bir yerde eşi benzeri olmayan pek çok eşsiz bilgi gibi oldukça değerli olduğu ortada. El yazmalarında özetle şunlar anlatılıyor; Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, yani kendi özelliklerinde. Ve Tanrı kendini göremez, göremediği için ayna olarak kainatı yarattı, kainatta sonsuz ilmini seyretti. İnsan da tanrının özelliklerinde yaratıldığı için insan da kendi kendini göremez. Bunun için aynaya ihtiyacı vardı. Tanrı böylece görüneni, görünmeyene ayna kılmış oldu. İnsan ayna yada ayna özelliği olan bir yüzeye baktığında kendini görebilir ve gördüğü kendinde hoşuna gitmeyen bir şey varsa böylece düzeltebilir. Örneğin saçı bozulmuşsa saçını, kıyafeti bozulmuşsa kıyafetini düzeltir. Ancak insan kalkıpta aynada ki görüntüsünü düzeltmez! Göremediği kendini, yani görüntünün asıl kaynağını düzeltir. Tıpkı böyle, baktığımızda gördüğümüz, içinde yaşadığımız dünya, her birimizin iç dünyasını bize yansıtan, görmemize olanak tanıyan bir aynadır! Ancak insanlar bunu bilmediklerinden dolayı yaşarken karşılaştıkları sorunları devamlı düzeltemeye çalışarak aslında aynada ki görüntülerini düzeltmeye çabalamakta, böylece sorunlar asla düzelmemektedir. Aslında herşeyin kaynağı insanın iç dünyasıdır. İç dünyayı gördüğümüz dünyaya yansıtan asıl kaynak ise kişinin kalbidir. İnsanlar yaşamları boyunca karşılaştıkları tüm sorunların aslında kendi içlerinde ki sorunların dışa yansıması olduğunun farkında olamadıkları için hayatları sorunları düzeltmek için boğuşarak geçmekte. Örneğin, içinde

 

119  

  dinmek bilmeyen eskiye ait bir öfke vardır, dış dünyasında da karşısına devamlı öfkelenecek bir durum çıkar durur ve bu kişi öfkelendiği o durumların üstesinden gelmek için devamlı çabalar. Halbuki içindeki, asıl kaynakta ki öfkeyi bir dindirse, iç dünyasını saracak olan huzur, içinde yaşadığı dünyada da karşısına çıkacaktır. Para kazanmak hayali ile çırpınıp dururlar ama fakirlik hep yakalarındadır. Çünkü iç dünyalarında zenginlik bilinci yoktur ki yaşadıkları dünyaya yansısın! Kişi yaşadığı hayatta iyi olsun kötü olsun, mutlu etsin acı versin, her ne yaşıyorsa hepsi içinin dışa yansımasından başka bir şey değildir. İnsan her ne sorunu düzeltmek ve ondan ebediyen kurtulmak istiyorsa kaynağa dönsün ve kendi içine yönelsin. Sorunun kendi nefsinde ki kaynağını bulup düzeltmesi ile yaşantısı düzene girer aksi halde aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamaya devam eder. Kitapta içte olanı düzeltmenin yada olmayan bir şeyi var etmenin yolunu yöntemini tüm detaylarıyla anlatmış yazarı. Bunlarıda eğitim dosyamıza tamamiyle ekledim.’ Sadun durdu ve düşündü. Okuduklarını kendi hayatına tatbik etmek, doğruluk testi yapmak istedi. Emniyette ne zaman bir şeye öfkelense karşısına hep öfkelenecek bir şeyin mutlaka çıktığını ve çıkmaya devam ettiğini hatırladı. Parayı hiç dert etmemişti hatta kazandığını hep çok bulmuştu, hayatı boyunca hiç para sıkıntısı olmamıştı. Mutfağa çay almaya giderken düşünmeye devam etti, bu kalıba uyan pek çok örnek buldu kendi hayatından ve okuduğu günlüklerin barındırdığı sırların insanların hayatını değiştirecek güce sahip olduğuna kesin olarak emin oldu. Çayını yudumlarken günlüğü okumaya devam etti. Sayfalar ilerledikçe yıllarda hızla geçiyordu. Enver devamlı çocukların eğitim ve gelişmelerinden bahsediyor ancak ne şekilde eğitildiklerine hiç değinmiyordu. Çocukların o daha konuşmadan ne söyleyeceğini hep bildiği, hatta ona istem dışı

 

120  

  şeyler yaptırdıklarını, adeta oyuncak gibi oynadıklarından bahsediyor, eseriyle övünen sanatçı edasıyla anlatıyordu tüm bunları. Çocukların zihin kontrolünü sıradan bir şeymiş gibi kolaylıkla yapmalarına karşı duyduğu hayranlığı uzun uzadıya cümlelerle yazmıştı günlüğü Enver. Ancak içlerinden birinde diğerlerinden farklı olarak sıradan cisimlerede etki etme yeteneği ortaya çıkmıştı, adı Mehmet’ti ve Enver ondan bir hayli etkilenmişti. Diğerlerinin isimleriyle; Ahmet, Halit, Ayşe, Zeliha, Emine ve Fatma. Enver ve yoldaşları birlikte karar almışlardı rahmetli hocalarının ismini çocukların birine vermek üzere. ‘Diğerleri tam ele avuca sığmaz afacanlar gibiyken, Mehmet oldukça ağırbaşlı ve sakin bir kişilik sergiliyor. Sanki o küçücük bedeninde koca bir insanı taşıyor gibi. Bazen bana öyle bir bakıyor ki, anne babasına, dedesine, ninesine ve diğerlerine neler olduğunu biliyor gibi. Belki de biliyor ama susuyor. Gerçi hocamın talimatları doğrultunda kendimi derin bir meditasyona sokarak gidiyorum yanlarına, zihnimden hiç bir şey geçirmiyorum. Ama bu çocukların yeteneklerinin sınırlarını henüz tam bilemiyorum, yalnızca tahmin edebiliyorum. Belki de iki kilometre ilerdeki mezarlığı ve orada yatanları hissetti ya da zihnimin derinliklerine ulaşacak tüm anılarımı öğrenecek kadar ileri düzeyde olabilir. Bir yanım umarım öyledir diyor ama diğer yanım...’ Cümlesi yarım kalmış, devamını getirememişti Enver. ‘Nasıl getirsin ki, yaptıkları bunca şeyden sonra!’ dedi Sadun yine öfkelenerek. ‘Çocuklar yalnızca üç yaşındalar ancak bugün akılalmaz bir olay oldu. Gerçi biz yıllarımızı zaten buna şahit olmak için vermiştik ama bu denli çabuk beklemiyorduk. Dostlarım bana çok özeniyorlar, her gün çocuklarla ilgilendiğim için. Onlar hocamızın koyduğu kurallar gereği

 

121  

  onları henüz hiç görmediler. Ta ki bugüne kadar! Bizimkilerin neredeyse iki kilometre ileriden varlığını hissedip ayaklarına kadar getirmişler! Dostlarım kendilerine geldiklerinde gizli tesisin önünde bulmuşlar kendilerini ve çocuklar onlara gülüyormuş! Bu gerçekten harikulade bir olay, şu an duyduğum mutluluğu kelimelere dökmeme imkan yok. Bunca yıl aklımızda tek bir şey vardı, ya bunca acı ve emek boşa giderse? Ama boşa gitmedi, bugünde gördük, hergün görmeye devam edeceğiz. Onları on, on beş yaşlarına geldiklerinde nasıl bir yeteneğe ve güce sahip olacaklarını hayal etmeye çalışıyorum ama mümkün değil, bugüne değin olanlar ve bundan sonra olacaklar hayal edemeyeceğimiz şeyler, buna eminim.’ Sadun bu satırları keyifle okudu ‘keratalara bak sen!’ dedi gülerek. ‘Çocuklara özel yetenekleri için verdiğim eğitimin yanısıra devamlı vatan millet aşkı ve Tanrı sevgisini aşılıyorum. Hayatta tek gerçeğin bunlar olduğunu, bunun haricinde ki herşeyin insanı kendi gerçeğinden uzaklaştıran tuzaklar olduğunu öğretiyorum. Şimdiden hepsinde müthiş bir kararlılık var, sonrasını Tanrı bilir ama önlerine ordu çıksa devirecek gibi oluyorlar bazı anlar. Onlara kurtuluş savaşımızı ve Mustafa Kemal’i anlatıyorum, bu ülke için neler çektiklerini iyice kavrasınlar istiyorum. Çünkü bu çocuklar zamanı geldiğinde o kahramanlarımızın izinden gidecekler ve onları hiç kimse durduramayacak!’ Pencereden dışarı baktı, hafif bir esinti vardı ama hava açıktı. Günlüğün kalan kısmını dışarda okumaya karar verdi, kalan son sigarasının olduğu paketi ve günlüğü alıp odadan ayrılırken ışığı söndürdü. Palto ve şapkasını giyip köşkün kapısından çıktı, arabasına bindi.

 

122  

  Yine Çengelköy’e geldi, bu çay bahçesi hoşuna gidiyordu, özellikle geceleri de açık olması sayesinde dışarı çıktığında tek uğrak yeri haline gelmişti. Hava serinceydi, rüzgar sahilde etkisini arttırıyor, estikçe paltosu havalanıyordu, kapalı kısma geçti ve pencere önünde bir masaya oturup çay söyledi, ona doğru gelmekte olan genç garsona. ‘Bugün hepimiz feci halde sarsıldık. Hiç ummadığımız bir olay gerçekleşti ve bu hepimizi yeterince tedirgin etmeye yetti. Mandıra da işimizde ilgilenirken Kayasaray köyünün tüm çocukları deli gibi koşarak mandıraya doğru geliyorlardı. Biz ne olduğunu anlamadan önümüzden geçip gizli tesisin olduğu yöne doğru uzaklaştıklarında ne olduğunun farkına varıp hepimiz peşlerinden koşup yetiştik. Zor zapt edebiliyorduk çocukları, karşı koyamadıkları bir güç adeta onları kendilerine doğru çekiyordu ve o gücün ne olduğu belliydi, bizim afacanlar! Arkadaşlarım çocukları zorlukta tutarken ben yaşımdan beklenmeyecek bir hızla bizim çocukların yanına doğru koşarak gittim. Yol boyu aklımda tek bir şey vardı, ya bu çocuklar kontrolden çıkarlarsa? Şu an bile köylü çocukların onların varlığından haberdar olması her şeyi içinden çıkılmaz bir hale getirebilirdi. Köylülere bu çocukları nasıl açıklardık? Çocuklarımızın yanına ulaştığımda neredeyse son nefesimi verecektim, adım atacak halim yoktu. Baktım Mehmet hariç hepsi gözlerini köylü çocukların geleceği noktaya dikmişler heyecanla bekliyorlar. Mehmet ise kaldığı evin girişinde merdiven basamağına oturmuş, arkadaşlarına boş gözlerle bakıyor. Bakıcı kadınlarda çamaşır yıkamakla meşguller. Yalvardım adeta çocuklara, neyseki beni çok severler, sözümüde dinlerler, köylü çocuklara tesir etmeyi bıraktılar ve bir daha böyle bir şey yapmayacaklarına dair hepsine söz verdirdim. O gün hepimizin ömründen adeta ömür gitti, neyse ki tam vaktinde

 

123  

  müdahale etmeyi başardık.’ Sadun çayını içerken güldü okuduklarına, bu çocukları çok sevmişti içten içe. Saatler ilerliyor, günlüklerin son cildinin sayfaları gittikçe tükeniyordu. ‘Vermem gereken bir karar var. Bu karar bile değil kesinlikle olması gereken bir emir, başka yolu yok ama yapamıyorum. Çocuklar beş yaşına geldiğinde bakıcı kadınların da zehirlenerek öldürülmesi gerekiyor, öyle kararlaştırmıştık ama bir türlü yapamıyorum. Üstelik çocuklarda onlara çok alıştılar, ne diyeceğim onlara? Anneleri diye bildikleri kadınlar bir anda ortadan kaybolunca ne yapacaklar? Gerçi onlar üzerinde henüz hiç hipnoz denemesi yapmadım ve yapabilecek miyim onu bile bilmiyorum. Öylesine sıradışılar ki, hem hayranlık duyuyorum, hem seviyorum hem de korkuyorum açıkçası. En azından şimdilik kimsenin ölmesini istemiyorum, yeterince can aldık bu uğurda, böyle gitsin en iyisi. Duruma göre bir karar veririm zamanı geldiğinde.’ ‘Hayret!’ dedi Sadun, ‘içinde hala insanlık kırıntısı varmış demek ki!’ Sonraki bir yıl da çocukların inanılmaz gelişimi ve devam eden eğitimleri üzerine bilgiler veriyordu. Sadun çocukların nasıl eğitildiğini çok merak etmesine rağmen, Enver sanki bilerek bu konuda hiç bir şey yazmamıştı. ‘Sohbaharda olmamıza rağmen yazdan kalma bir gün yaşadık bugün. Çocukların yanındaydım bütün gün ve eğitimlerinin ardından beraber koşup oynadık. Onların yanında yaşlılığımı bile unutuyorum, keşke benim öz çocuklarım olsa diye düşündüm durdum. Gerçi öz çocuklarımı bu kadar sever miydim orası meçhul. Bir ara

 

124  

  Mehmet bizim evi görmek istediğini söyledi, olmaz dedim. Israr etti hafifçe azarladım istemeden de olsa. Tam o anda yer birden deprem oluyormuş gibi sallandı ki ilk başta öyle sanmıştım. Ama Mehmet’le göz göze gelince gerçeği kavradım! Bunu yapan oydu! Diğer çocuklar korku içinde anne diye bildikleri bakıcılarına sarılıp ağlarlarken ben Mehmet’e adeta yalvardım ama umursamadı bile, kıstığı gözlerini bana dikmiş öylece bakıyor, her geçen an sarsıntı daha da şiddetleniyordu! –Tamam!- diye bağırınca sarsıntı da o anda kesildi! Bu çocuk inanılmaz ama bir o kadarda ürkütüyor beni. Bugün yıllardır yaşadığımız eve geldi, etrafa bakındı ve tek başına geri döndü. Onunla gitmemi istemedi, bende yine kızdırmak istemedim açıkçası. Ama giderken hep dönüp dönüp mezarlıkların olduğu yere baktı bu da beni iyice tedirgin etmeye yetti!’ ‘Aferin lan Mehmet!’ dedi Sadun keyifle gülerek ve ‘Aslan parçayı bir çay daha verir misin?!’ diye seslendi garsona. ‘Hocamızdan sonra bugün ikinci acı kaybımızı yaşadık, memlekete aile ziyaretine giden Erdal, Konya yolunda buraya yalnızca bir kaç kilometre kalmışken geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti.’ Sadun derin bir iç çekti, ‘cezasını biri daha bulmuş’ dercesine. Gerçi bir yanı olayı bir bütün olarak değerlendirince onlara hak vermiyor değildi. Belki aynı durumda hele o genç yaşında kendi de olsa aynı kararı verir ve bu oluşuma katılırdı. Ama ya can almak? İşte ona anlam veremiyor ve işin bu kısmını canilik olarak görüyordu. Yalnızca bir kaç sayfa sonra benzer bir durum vardı günlüğün satırlarında,

 

125  

  ‘Tıpkı Erdal gibi aile ziyaretine memleketine gitmiş olan Halil’in trafik kazasında hayatını kaybettiğinin haberini aldık. Ereğli de otobüsten indikten sonra karşıya geçerken çarpan bir araba sonucunda hemen ölmüş. Bu nedir? Tanrının laneti mi? Yoksa işin içinde Tanrı korusun ama başka bir şey mi var? İyice tedirginim, bu kadar ilerlemişken umarım ciddi bir sorunla karşılaşmayız’ Sadun da merak etti içten içe, gerçekten tesadüf müydü bu ölümler yoksa Tanrı’nın gazabı mı? Ya da hazırlık yaptıkları düşmanları sonunda varlıklarından haberdar olduda onları ortadan mı kaldırıyordu? Sadun sonraki bir kaç formalite icabı yazılmış sayfayı hızlıca taradı ve üçüncü ölüm haberini alınca sorusunun cevabını kısmen almış oldu, ‘Celal kardeşimiz de Ereğli'ye mal teslimine gittiğinde tıpkı diğer iki kardeşimiz gibi trafik kazasında hayatını kaybetti. Bu asla tesadüf değil, eminim ki birileri varlığımızdan haberdar oldu ve teker teker ortadan kaldırıyorlar bizi! Onlar her kimse er geç buraya da gelecekleridir. Hatta belki de şu an yakınımızda pusu kurmuş bizi gözlüyor bile olabilirler. Açıkçası hiç bir şeyi riske edecek durumda değiliz. İki arkadaşımız av tüfekleriyle çocukların kaldığı yerde nöbet tutuyorlar, sabaha kadar sırayla nöbet tutacağız. Bugün dokuz dostumla oturup herşeyi gözden geçirdik ve bir karara vardık. Sedat burada kalıp etrafa göz kulak olacak. Diğerlerimiz, her birimiz yanımıza bir çocuk alıp gece buradan gideceğiz ve çocukları memleketimize götürüp uygun bir yalan uydurup ailelerimizin yanına yerleştireceğiz. Buradan gitmeden önce çocukların her birini teker teker hipnoza alacağım. Burayı, burada yaşadıklarını ve sahip oldukları yetenekleri geçici olarak unutturmanın onların güvenliği açısından zaruri olduğuna kesin olarak kanaat getirmiş bulunuyorum. Ve üzülerek bu gece bakıcı

 

126  

  kadınları...’ Cümlenin sonu gelmeden günlük bitiyordu burada! Sadun şaşkındı ve karşı konulmaz bir merak içindeydi ‘ne olmuştu?’ sorusu zihninde onu adeta dövüyordu. O çocuklara ne olmuştu? Onlarda öldürülmüş olabilir miydi? Yoksa Enver ve diğerleri onları o bölgeden kaçırıp memleketlerine götürmeyi başarmışlar mıydı? Peki ya sonra? Şayet öyleyse o çocuklara ne olmuştu? Şimdi neredeydiler? Tüm keyfi kaçmıştı, kalktı masadan elinde günlükle, içtiği çayların parasını ödedi ve ayrıldı çay bahçesinden, kafasında onlarca cevapsız soruyla!

 

127  

  TAKİP İstanbul yağmurlu bir güne uyanırken, Sadun komser hala uyanıktı. Tüm geceyi sorulara kendince cevaplar üreterek geçirmişti. Mutlaka bu işin peşinden gitmeye kararlıydı ve elinde ki tek ipucunu takip edecekti. Günlüklerde Halit Bey’in ekibinde ki herkesin isim ve soyadları bir yerlerde geçiyordu. Memleketlere aile ziyaretine gittikleri tarihlerde de nereye gittikleri yazılmıştı. Tüm günlükleri önüne aldı Sadun ve sayfaları teker teker hızla gözden geçirmeye başladı. Bulduğu tüm isim ve şehir isimlerini yazıyordu. Saat öğleden sonra iki olmuştu ve Sadun günlüklerin sayfaları arasında kaybolmuş gibiydi. Bir dosya kağıdına on iki isim yazmıştı ama yalnızca bir kaçının karşısında memleketleri olan şehrin isimleri yazıyordu ki kaçırdığı bir detayı yakaladı bir anda! Hepsi Halit Bey’in öğrencisiydi ve hepsi İstanbul Üniversitesin de psikoloji eğitimi alırlarken tanışmışlardı hocalarıyla. Dolayısı ile fakültede mutlaka kayıtları olmalıydı! Biraz rahatladı ancak fakültede o kayıtları bulmanın ne denli zor olacağının farkındaydı elbet. Sözkonusu olan 1930’lu yıllardı ve aradan seksen sene geçmişti. Acaba o yıllara ait kayıtlar duruyor mudur diye şüphe etti bir an ama devlet kurumlarında bu tip kanıtların her zaman arşivlendiğini emniyette geçen yıllar boyu yeterince tecrübe etmişti. Bir kez daha uykuya yenik düşeceğini anlayınca kalkıp yatak odasına gitti, üzerini dahi çıkartmadan kendini yatağın üzerine bıraktı.

 

128  

  Uyandığında hava hala kararmamıştı, ‘demek ki bir ya da iki saat kadar uyudum’ diye geçirdi içinden, buna rağmen uykusunu fazlasıyla almış olmasına da şaşırmıştı. Saatine bakınca afalladı saat dokuzu gösteriyordu! Yattığında öğleden sonra saat iki civarıydı buna emindi, ki çok geçmeden ertesi sabah olduğunu anladı! ‘Zihnim amma yorulmuş’ dedi ve yataktan kalkıp banyoya gitti, elini yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı ve tekrar yatak odasına dönüp üzerini değiştirdi. Üzerinden çıkarttıklarını banyoda kirlilerini koyduğu sepete attı ve mutfağa indi. Çaydanlığın altını yakıp, biraz çay koydu içine. Sonra vazgeçti ve ocağı kapattı, oturma odasında masanın üzerinde duran isim listesi alıp katladı, ceket iç cebine koydu. Palto ve şapkasını da alıp köşkten ayrıldı. Arabasını Üsküdar da vapur iskelesine yakın bir otoparka bırakıp Eminönü vapuruna bindi. Hafta arası şehir trafiğinin ne durumda olduğunu gayet iyi biliyordu, bu sebeple Avrupa tarafına arabasız geçmeye karar vermişti. O biner binmez vapur hareket etti, üst kata çıkan merdivenleri adımlarken büfe görevlisi üzerinde simitlerin olduğu tepsi ile aşağı iniyordu, kahvaltı etmeden çıkmıştı ve açlığını bastırmak için bir simit aldı. Hava serindi ama içeride ki kalabalıktan bunaldı, arka taraftaki açık alana çıktı, oturmaya niyetlendi ama ahşap koltuklar üzerine çiğ düşmüş gibi nemliydi, korkulukların önünde durup boğaz manzarasına bakarken simidinden bir parça ısırmıştı ki onlarca martı belirdi bir anda önünde. Çığlık çığlığa vapuru takip ediyorlardı, elindeki simitten küçük parçalar kopartıp martılara atmaya başladı, denizin üzerine bile düşmesine izin vermiyorlardı simit parçalarının, Sadun atar atmaz havada kapıyorlardı. İyice keyiflendi, kendi açlığını unutup tüm simidi martılar arasında pay etti.

 

129  

  Vapurdan inince Sirkeci tramvay istasyonuna gitti, gişeden jeton aldı ve henüz gelmiş olan tramvaya bindi, boş bir koltuğa oturdu. Az sonra tramvayın kapıları kapandı ve hareket etti. Tramvay da en az vapur kadar kalabalıktı, ağırlıklı olarak işe giden insanların istilasına uğramış gibiydi. Sadun henüz ayılamamış insanların yüzlerine baktı, bir kaç hafta önceki halini anımsadı. Emekli olmadan önce o da şu an yorgun yüzlerine baktığı insanlar gibi sabah erkenden çıkardı evinden ve emniyetteki görevinin başına geçerdi. Bir kez daha özlemle andı o günlerini, içinden. Tramvay Laleli durağına gelmişti, Sadun etrafına bakındı, inmesi gereken yere geldiğini fark ettiğinde kapılar kapanmak üzereydi, son anda inmeyi başardı. İstanbul Üniversitesine doğru yürüdü, yol üzerinde seyyar arabasında simit satan simitçiyi fark etti, açlığı tekrar aklına geldi, durdu ve bir simit daha aldı. Simidini yerken yürümeye devam etti, bir kaç dakika sonra İstanbul Üniversitesinin tarihi giriş kapısının önüne ulaştı. Simidinin kalan lokmalarını da hızlıca yedi ve kapıdaki güvenlik görevlisi ile selamlaşıp henüz teslim etmediği polis kimliğini gösterip görevliye yönetim binasının yerini sordu. Görevli eliylede destekleyerek binanın yerini tarif etti. Sadun teşekkür edip tarif edilen yöne doğru ilerledi. Şapkasını çıkartıp eline aldı, orta yaşlarda bir bayan görevli karşıladı onu kapıdan girince, tebessüm ederek selam verdi banko gerisindeki bayana, ‘Günaydın hanımefendi’ ‘Sizede günaydın efendim, buyrun nasıl yardımcı olabilirim?’ Sadun önce paltosunun sağ dış cebinden cüzdanını çıkartıp içindeki polis kimliğini gösterdi, ardından ceket iç cebinden isim listesinin olduğu katlı vaziyette ki kağıdı açıp

 

130  

  banko üzerine bıraktı, ‘Hanımefendi bu listede yer alan isimlerin tamamı 1030’lu yıllarda psikoloji bölümünde eğitim görmüşler.’ ‘Evet efendim?’ ‘Hepsinin dosyalarını görmem gerekiyor!’ ‘Anlıyorum efendim, suç falan mı işlemişler, yaşları bir hayli geçkin olmalı?’ ‘Yo suç değil ama bir konuyla ilgili olarak bu isimlere ulaşmamız gerekiyor ve elimizde onlara ulaşabileceğimiz tek ipucu burası’ ‘Peki efendim, ancak o tarihlere ait kayıtlar maalesef bilgisayar sistemimize aktarılmadı, arşiv bölümümüze gidip oradan kayıtları buldurmanız gerekecek’ ‘Tamam, sorun değil arşiv bölümü nerede?’ Bayan görevli arşiv bölümü tarif etti, Sadun bayana teşekkür ederek isim listesinin yazılı olduğu kağıdı aldı ve ayrıldı yanından. Arşiv bölümüne ulaştığında arşiv sorumlusu genç delikanlıya selam verip polis kimliğini göstermesinin ardından aynı açıklamaları tekrar yapıp yardımcı olmasını rica etti. ‘Efendim neredeyse on yıllık bir dönemi taramamı istiyorsunuz, açıkçası bu bir hayli zaman alabilir’ ‘Acelem yok delikanlı, yardımcı olmayada hazırım’

üstelik

sana

bu

konuda

Görevli genç tebessüm etti, ‘Pekala, o halde lütfen benimle gelin’ dedi.

 

131  

  Eski kayıtların ve eski yıllara ait pek çok evrağın tutulduğu bodrum katında ki karanlık bir odaya indiler. Genç, içerinin ışıklarını yaktı ve doğruca en arkalarda duran rafların olduğu bölüme gitti. Eliyle rafların üzerine yanyana istiflenmiş kalın deri ciltleri işaret ederek, Efendim bu sırada bakmamız gerekiyor’ dedi.

gördüklerinizin

tamamına

Sadun elindeki kağıdı biraz ilerilerinde duran eski ahşap masanın üzerine açıp bıraktı, ‘isim listesi sende kalsın, ben nasılsa biliyorum. Hadi bakalım başlayalım o halde.’

isimleri

İkisi de birer cilt aldılar ve yıllardır açılmayan tozlu sayfalar açılmaya başlandı. Sadun isimleri bildiği için ayrıca kağıda bakmaya ihtiyaç duymadan hızlıca çeviriyordu sayfaları. Ancak görevli genç her sayfada durup, sayfada yazan ismi, kağıttaki on iki isimle karşılaştırmak zorunda olduğundan yavaş ilerliyordu. Bir saati geçmişti ki, Sadun ciltlerin birinde nihayet ilk ismin kaydını buldu ve nüfus ve adres bilgilerini listesine hızlıca yazarken, genç görevlide bir ismi bulmayı başardı, ‘Buldum!’ dedi yüksek sesle, kendini öyle bir kaptırmıştı ki bir isim bulduğuna sevinmiş hali vardı. Sadun küçük bir çocuğu gaza getiriyormuş edayla ‘aferin sana evlat!’ dedi, genç daha da yürekli aramaya koyuldu. Üstelik kağıttaki isimleri ezberine almıştı, daha hızlı çeviriyordu sayfaları. Yaklaşık üç saatin sonunda listedeki tüm isimlerin karşısında gerekli bilgilerin tamamı yazılmıştı. Sadun içtenlikle teşekkür etti ve zahmet verdiği için özür diledi.

 

132  

  ‘Sorun değil efendim, görevimiz’ dedi oldukça nazik ses tonuyla genç görevli. Köşke döndüğünce saat üçe geliyordu, önce yemek yemeye karar verdi ve tencereye su koyup kaynamaya bıraktı, dolaptan bir paket makarna aldı, tezgahın üzerine koydu. Tüm gün hiç çay içmemişti, çay krizine girmiş gibi telaşla çaydanlığın altını yaktı. Oturma odasına gidip koltuğa oturdu, cebinden listeyi çıkarttı ve tüm isimleri, adresleri teker teker gözden geçirdi. Listedeki isimlerin tamamının adresinin nüfusa kayıtlı oldukları illerde olmasını avantaj olarak değerlendirdi. Böylece taşınmış olsalar bile mutlaka oranın eskileri tarafından biliniyor olacaklardı. Kararı vermişti, listede ki isimlerin hepsini teker teker bulacaktı, tabi hala hayattalarsa. En azından o yedi çocuğa bir şekilde ulaşmanın derdindeydi aslında, tabi onlarda hayattalarsa! En yakın ilden başlayıp en uzağa doğru yeni bir liste yaptı. Böylece çıkacağı yolculuğun rotasını da belirlemiş oldu. Hızlıca yedi peynirli makarnayı ve bulaşıkları yıkayıp tezgaha bıraktı, demli bir çay aldı odaya geri döndü, koltuğa oturdu. ‘Bu sefer haber vermeden çekip gitmeyeyim, kızcağıza ayıp olur sonra’ diye geçirdi içinden ve cep telefonunu alıp Meltem’i aradı. Kısa bir hal hatır sormanın ardından bir kaç eski dostunu ziyaret için şehir dışına çıkacağını söyledi, kendine iyi bakmasını dileyip kapadı telefonunu. Cep telefonunu tekrar ceket dış cebine koyarken eli sigara paketine değdi, paketi aldı içinde kalan tek sigaraya baktı ‘Seni en keyifli anıma saklasam daha iyi olacak’ dedi ve paketi tekrar cebine koydu.

 

133  

  Yolculuğun bir kaç gün süreceğini göz önünde bulundurup kendine küçük bir bavul hazırladı, geçeceği yolların çoğu kar altındaydı ve yolda kalma ihtimalini göz önünde bulundurup birde battaniye aldı, evi kontrol etti açık kalmış bir şey var mı diye, saat beş gibi köşkün kapısından çıktı. Valinizi yan koltuğun önündeki boşluğa yerleştirdi, battaniyeyi arka koltuğun üzerine bıraktı ve arabayı çalıştırıp rotasında ki ilk durak olan Adapazarı’na doğru yol almaya başladı. Yol da gözü arabanın orijinal radyo-teybine kaydı ‘Keşke yaptırsaydım seni, uzun yolda müziksiz çekilmiyor’ dedi ve ıslıkla kendi müziğini çalmaya başladı. Çizdiği rota üzerinde dokuz ayrı il vardı. Listede on iki isim vardı ama günlüklere göre üçü zaten ölmüş yada öldürülmüştü. Enver, günlükte Sedat’ın çiftlikte kalıp oraya göz kulak olacağını yazmıştı. Geriye kalan sekiz kişiyi teker teker gidip arayacaktı emekli komser Sadun. Otobanda bir benzincide durup depoyu doldurdu, Adapazarı’na ulaştığında saat sekize geliyordu. Doğruca Sapanca’ya gitti ve listede ki ilk isim olan Erdal’ın adresini bir kaç kişiye sorduktan sonra bulmayı başardı. Oldukça eski, bahçe içinde müstakil bir evin önünde arabasını park edip indi, kapıya doğru yürürken heyecanlı olduğunu fark edip heyecanını bastırmaya çabaladı. Kapıyı çalarken ellerinin titremesine mani olamıyordu, belki kapıyı günlüklerde okuyarak tanıdığı Erdal açacaktı. Kim bilir, belki de o çocuklar biri açacaktı, ‘Kocaman olmuşlardı şimdiye’ diye düşündü, o esnada kapı orta yaşlarda bir kadın tarafından açıldı, ‘Hanım efendi kusura bakmayın rahatsız ediyorum.’

 

134  

  ‘Buyrun beyim kime bakmıştınız?’ ‘Ben Erdal Sarıoğlu’nu oturuyormuş eskiden ama...’

arıyordum,

burada

‘Haaa, bu evin asıl sahiplerini arıyorsunuz siz?’ ‘Evet’ dedi tebessümle. ‘Yalnız bey amca onlar ailecek soba zehirlenmesin öleli yıllar oldu. Nereden baksan yirmi yılı vardır, ben o zamanlar şu ilerde oturuyordum oradan biliyorum.’ ‘Yaaa!’ dedi Sadun üzgün ses tonuyla ‘Peki ailenin yanında o yıllarda aileden olmayan küçük bir çocuk da var mıydı acaba?’ Kadın kısa bir an düşündü, ‘Bak şimdi aklıma geldi, vardı tabi ya! Küçük bir kız çocuğu getirmişti beraberinde Erdal. Gurbete gitmişti çalışmaya, orada evlenmiş, karısı ölünce kızını alıp dönmüştü tekrar ailesinin yanına’ ‘Anlıyorum, çocuğun adını hatırlıyor musunuz?’ ‘Yok valla bey amca, sabah ne yediğimi unuttum sen yirmi yıldan fazla olmuş onu soruyorsun’ ‘Peki o kız, o da mı öldü?’ ‘Öldü, hepsi öldü Allah rahmet eylesin, kömür gece zehirlemiş hepsini işte, Allah’ın işi...’ Arabasıyla Adapazarı şehir merkezine doğru yol alırken üzgündü, içi burkulmuştu. Asıl üzüldüğü hiç bir suçu günahı olmadığı halde ölmüş olan çocuklardan biriydi. Aklına bin bir türlü ihtimal düştü yol boyu, acaba öldüler mi yoksa öldürüldüler de soba zehirlenmesi süsü mü verildi? Onu gideceği diğer illerde nelerin beklediğini düşündü, sırada

 

135  

  Kastamonu vardı ancak saat gece dokuz olmuştu bile, Adapazarı’nda bir otelde kalıp sabah erkenden yola çıkmaya karar verdi. Kaldığı ikinci sınıf otelin tek kişilik odasında uyandığında saat sabahın altısıydı. Hemen ayrıldı odadan ve kahvaltının henüz çıkmadığını öğrenince anahtarı teslim edip otelden çıktı. Arabasına giderken küçük bir börekçi dükkanı gözüne çarptı, yönünü börekçiye doğru değiştirdi. İki porsiyon su böreği ve bir çay içip tekrar yola koyuldu. Bolu’ya yaklaştığında yol iyiden iyiye karlanmıştı ve jandarma kar zinciri olmayanları bırakmıyordu. Arabasını kenara çekti ve bagajdan aldığı kar zincirlerini kolaylıkla taktı arka lastiklere. Aslında ona kalsa kar zincirine ihtiyacı yoktu, her türlü zeminde çok iyi kullanırdı arabasını. Başka araba olsa durum değişirdi ama yaşlı Mustang’ının artık huyunu suyunu biliyordu. Kastamonu’ya ulaştığında saat on bir olmuştu. Küre ilçesine ulaştığında ise on ikiye geliyordu. Civarda kısa bir soruşturmanın ardından Sinan Kalaycı’nın evini buldu. Tipik bir köy eviydi ancak onu yıllar önce o eve yerleşmiş başka birisi karşıladı, üstelik Sinan’ı tanımıyordu. Komser Sadun köyün muhtarını buldu ve Sinan’ı sorduğunda aldığı cevap ilkinden farklı değildi! Tüm aile soba zehirlenmesi yüzünden ölmüştü! Ancak Sinan’ın yanında küçük bir çocuk olmadığına emindi köyün muhtarı! Gümüşhane yolunda ilerlerken artık emindi, yılların verdiği polislik tecrübesiyle, iki ölüm ve ikiside soba zehirlenmesi! Tesadüf olması imkansızdı ona göre. Enver’in haklı olduğunu düşündü, birileri onların varlığından haberdar olmuştu ve hepsi teker teker öldürülmüştü belli ki. Ama kim? Kimler öldürdü onları? Belki de Halit beyin yıllar önce öğrendiği gizli düşmanlardı!

 

136  

  Yol boyu bir kez daha cevabı olmayan sorularla boğuştu, türlü cevaplar, olasılıklar geldi aklına, ama kanıt olmadan tatmin olmazdı emekli komser Sadun. Gümüşhane’ye ulaştığında akşam karanlığı çoktan çökmüştü. Şehir merkezindeydi aradığı adres, çok geçmeden buldu Salim Karadam’ın vaktiyle yaşamış olduğu evi. Emindi zili çalarken, alacağı cevaptan. Öylede oldu! Tüm aile 1981 yılında mart ayında, diğerleriyle aynı zamanda soba zehirlenmesinden ölmüştü! Ve evin yeni sahibi Salim’in aile dostuydu, yanında getirdiği küçük çocuğu da gayet iyi hatırlıyordu. Hatta adının Halit olduğunu bile! Gece karanlığında arabasıyla Erzurum’a doğru yol alırken artık hiç şüphesi kalmamıştı, gideceği diğer adreslerde de aynı şeyle karşılaşacaktı! Ama çıktığı yoldan geri dönemezdi, sonuna kadar gitmeye karar verdi. Depo boşalmak üzereydi, önce bir istasyona uğrayıp benzin aldı. Benzin alırken arabanın çok yaktığını iyice anlamış oldu. Şehir içinde fazla kullanmadığı için yıllar boyu pek anlayamamıştı. ‘İlk emekli maaşımı anlaşılan benzine yatıracağım bu gidişle’ diye düşündü, ama önemsemedi. Yol üzerinde kamyoncuların uğrak yeri olan bir esnaf lokantasında yemek içim mola verdi, ardından tekrar yola devam etti. Gece saat on bir civarı Erzurum şehir merkezine ulaştı, saat geç olmuştu bu saatte elindeki adrese gidip insanları rahatsız etmek istemedi. Üstelik yolun yorgunluğu tüm bedenini sarmıştı. Sabah on gibi kalktı, otelin restaurantında kahvaltısını etti ve gece yerleştiği otelden ayrıldı.

 

137  

  Erzurum’un Tekman ilçesindeydi bir sonraki durak. Ve orada oturan kişi ise günlükleri devam ettiren Enver’di. Kısa bir yolculuğun ardından dördüncü kez çaldı kapıyı. Evet, tüm aile Enver’le birlikte ölmüştü ancak bu sefer soba zehirlenmesi değil, trafik kazasıydı! Aile ziyaretinden dönerlerken şarampole yuvarlanmıştı Enver’in kullandığı araba ve içinden kimse sağ çıkmamıştı. Yol tenha olduğu için kimse nasıl olduğunu bilmiyordu ama Sadun anlamıştı elbet! Enver’in yanında Ayşe adında küçük bir kız çocuğu olduğunu hatırlıyordu evin yeni ancak yaşlı sakini, Enver’in evlatlığı diye biliyordu Ayşe’yi. Önünde uzun bir yol vardı, Adana’ya kadar. Tüm günü direksiyon sallayarak geçirdi. Yollarda kar, lastiklerde zincir olmasa çok daha hızlı alacaktı tüm o yolu, bir kaç kez mola veri, yemek yedi, ihtiyaç giderdi, çay içti ve benzin aldı. Fazla vakit kaybetmek istemiyordu çünkü tüm kıyı şeridini dolaşması gerekiyordu! Nihayet Adana’ya yaklaşırken yollardan kar da silinmeye başlamıştı, arabasını uygun bir yere çekip hemen zincirleri çıkarttı lastiklerden, artık daha keyifle sürecekti arabasını ve elbette daha hızlı. Akşam saat dokuz gibi Adana’ya ulaşmayı başardı. Şehir merkezindeydi aradığı adres, Sinan Kıyıcı’nın evi. Evi buldu, ancak evin yıllar önceki sahiplerinin kim olduğu bilmiyordu yeni sakinleri. Geceyi Adana’da geçirip sabah muhtarı bulmayı, sonrada yoluna devam etmeyi kararlaştırdı, bir otele yerleşti yine. Yatağa uzanır uzanmaz uyudu, düşünmeye fırsat bulamadan. Sabah muhtardan öğrendikleri ezbere söylenen bir cümle gibiydi. 1981 yılının mart ayında soba zehirlenmesinden ölmüştü tüm aile! Ve Sinan’ın yıllar sonra

 

138  

  baba ocağına döner dönmez böyle bir facianın yaşanmış olmasını talihsizlik olarak nitelendirmişti yaşlı muhtar. Ve Sinan’ın ölen karısından olduğunu söylediği Ahmet adında ki çocuğunda öldüğünü de gayet iyi hatırlıyordu! Geriye bakılacak üç adres kalmıştı, sonuç baştan belliydi ona göre, ama tekrar yola koyuldu, vakit kaybetmeden. Antalya’ya ulaştığında saat öğleden sonra bir olmuştu, durmaksızın Finike’ye doğru yol aldı. Finike de Haydar Özden’in yıllar önce yaşadığı evin kapısını çaldı ve aldığı cevap aynı oldu! Yine soba zehirlenmesi ve ölen karısından olan kızı Fatma da ölmüştü, evin yaşlı sahibesinin hatırladığına göre! Üç saat sonra ‘Aydın’a Hoş Geldiniz’ tabelasının önünden geçti Sadun. Önce Aydın merkezinde bir lokanta da yemek molası verdi, Söke’ye doğru giderken bir kez daha benzin ikmali yaptı arabasına. Söke’de yaşamıştı Halit Bey’in finansörlüğünü de yapan öğrencisi ve yoldaşı Salih. Salih Arslanlıbey’in yaşamış olduğu çiftlik evini zor da olsa buldu Sadun komser. Evin yeni sahipleri Salih’in kuzeniydi. Her ne kadar ‘Yolum uzun hemen dönem gerek’ dese bile Sadun komseri evinde en azından yemek yemesi için ikna etti Salih’in kuzeni Teoman. Uzun uzadıya anlattı olanı biteni yemek yenirken. Salih’i pek sevmediğini açıkça belli etmişti kuzeni, ona göre ölen babasının parasını orada burada yiyen serseri aylağın tekiydi. Üstüne üstlük yanında kimsen peydahlandığı belli olmayan Emine adında bir kız çocuğu ile geldiğini, 1981 yılının Mart ayında da trafik kazasında kızıyla birlikte öldüklerini hararetle anlattı. Tekrar Aydın şehir merkezine döndü Sadun ve geceyi Aydın’da geçirmeye karar verip bir otele yerleşti. Duş alıp üzerini değiştirdi ve otel restauranında akşam yemeğini yiyip

 

139  

  odasına çekildi. Gidilecek tek bir adres kalmıştı ve artık sonrası yoktu! Bu hikaye belli ki burada son buluyordu ve neyin yalan neyin gerçek olduğu tam bir muammaydı. Sabah yine erkenden kalktı ve kahvaltı ardından hemen yola koyuldu. Öğleye doğru Çanakkale il sınırını geçti ve elindeki son adresin bulunduğu Biga’ya doğru sürdü arabasını. Benan Aksu’nun yaşamış olduğu evi çok geçmeden buldu. Ancak yalnızca kapı numarası yazılıydı adreste ve aradığı yerin muhtemelen müstakil ev olduğunu düşünmüştü Sadun, ancak karşısında sekiz daireli bir apartman duruyordu. Giriş katın ziline bastı, az sonra kapı otomatiğine basıldı, apartman kapısını aralayıp içeri girdi, giriş katta oturan genç kadın tebessümle baktı ona, ‘Buyrun efendim?’ ‘Kusura bakmayın hanım kızım, ben 1981 yılında burada oturan Benan Aksu adında bir yakınımı arıyordum ama hangi daire oturduğunu bilemediğimden sizin zile basmış bulundum’ ‘Önemli değil efendim ancak bu apartman 1990 yılında yapıldı, yani aradığınız kişi kimdir bilmiyorum açıkçası. Muhtemelen apartman yapılmadan önce burada ki binada oturuyordur ama dediğim gibi ismi hiç duymadım.’ ‘Yaaa, demek öyle. Peki buranın eskilerinden kim var bildiğiniz, ona bir sorsam çok mühimdide’ ‘Bizim yanımızda ki park alanının bitişiğinde ki apartmanın giriş katında yaşlı bir teyze var, o yıllardır burada oturur isterseniz ona bir sorun.’

 

140  

  ‘Peki çok teşekkür ederim, kusura bakmayın ne olur, sizide rahatsız ettim’ ‘Estağfurullah efendim, lafı bile olmaz’ ‘İyi günler hanım kızım’ ‘Size de iyi günler’ Sadun apartmandan çıktı ve on beş metre kadar ilerde ki apartmanın kapısına gitti, giriş katın ziline bastı. Az sonra kapı otomatiğine basıldı, kapıyı itip içeri girdi, kapıyı aralamış, başını kapı aralığından uzatmış ona bakan sevimli bir kadının yaşlı ama güleç gözleriyle karşılaştı; ‘Ana kusura kalma seni rahatsız ettim ama...’ ‘Ne vardı evladım?’ ‘Ben sizin şu yan tarafınızda eskiden oturan birini arıyorum, bir yakınıyım da’ ‘Adı nedir yakının?’ ‘Benan Aksu’ ‘Allah rahmet eylesin evladım, başın sağolsun haberin olmadı herhalde?’ Sadun tam da beklediği cevabı almıştı aslında, ama duyduğuna şaşırmış gibi tepki gösterdi, ‘Yok ana şimdi sizden öğreniyorum valla! Nasıl oldu ki? Çok oldu mu öleli?’ ‘Ohooo yirmi yıl neyim olmuştur, bende tam hatırlamıyom ama Benan bizim Mehmet efendinin oğluydu. Garibim gurbet elde çalışıyordu, çıktı geldi bi gün... Bir hafta neyin olmuştu Benan döneli, ev bir gece çöküverdi başlarına!’ Sadun şaşırdı duyduğuna,

 

141  

  ‘Çöktü mü?’ ‘He ya çöktü, anası çok iyi kadındı rahmetli. Hepsi gitti valla’ ‘Peki Benan yanında küçük bir çocuk getirmiş miydi anam, hatırlıyor musun?’ ‘Hatırlamam mı? Mendeburun tekiydi, bizim Benan evlenmiş meğerse gurbette, karısı ölüncede almış oğlunu gelmiş baba ocağına. Adı Mehmet’ti veledin’ ‘Zavallı çocuk o yaşta öldü gitti...’ dedi üzgün ses tonuyla Sadun ve başını önüne eğdi. ‘Yok iki gün sonra çıkarttılardı göçüğün altından onu!’ Sadun birden kaldırdı başını, ‘Ölmedi yani öyle mi?’ ‘Yok ölmedi, yaralıydı ama kurtulduydu. Kimi kimsesi kalmadığı içinde polis onu yurda vermiş diye duydumdu. İki adam daha çıktıydı göçüğün altından amma buralardan değildiler, tanımam etmem. Herhalde bizim Benan’ın gurbetten arkadaşıydılar, onlarda telef oldu yazık...’ ‘Peki ana ev nasıl çökmüş ki? Hatırlıyor musun?’ ‘Valla evladım o gece deprem oldu ama kimsenin evine bi zarar gelmedi, bi tek o ev çöktü. Çürüktü herhalde...’ ‘Peki ana, kusura bakma senide rahatsız ettim’ ‘Ne rahatsızlığı evladım, tekrar başın sağolsun, hadi kal sağlıcakla’ Sadun arabasına doğru hızlı adımlarla giderken duyduğu her şeyi yerli yerine oturmaya çalışıyordu. ‘Deprem ve yalnızca o ev çöktü... Günlükte Enver Mehmet için yer sarsıntısı yapabiliyor diye yazmıştı... İki de yabancı adam ölü

 

142  

  çıkmış göçükten... Demek ki Mehmet onları öldürmeye gelenleri fark edip onlardan öne davrandı. Ama Enver günlükte hepsini hipnoza alıp herşeyi, yeteneklerini bile unutturacağını yazmıştı? Şu halde ya hipnoz yapmadı ya da Mehmet’in üzerinde işe yaramadı... Ama yapmadıysa diğer çocuklar neden koruyamadı kendini? Bir şekilde sezmeleri lazımdı, demek ki hipnoz yapıldı ama Mehmet’te işe yaramadı şu halde... Acaba sonradan Mehmet’in sağ olduğunu öğrenip öldürmüş olabilirler mi?’ Arabasıyla Biga Emniyet Müdürlüğü’ne giderken onlarca yeni soruyla boğuşuyordu. Ama yüzü aydınlanmıştı bir anda, son adreste her şey bir anda yön değiştirmişti. Şayet Mehmet yaşıyor ise onu mutlaka bulacaktı, buna kararlıydı! Emniyet müdürlüğüne ulaştığında emeklide olsa komser olması bir hayli işine yaradı. Hemen emniyet müdürünün odasına alındı. Kısa bir sohbetin ardından Sadun olanı biteni özetledi, tabi yaşlı kadına dediği gibi bir yakını olduğunu söyledi Benan Aksu’nun ve Mehmet’in hangi yurda verildiğini öğrenmek istediğini belirtti. Ancak emniyet müdürü bir kaç yıl önce tayin edilmişti Biga’ya ve konuyla ilgili bir bilgisi yoktu, kaldı ki 1981 yılında olmuş bir şeyi kaç kişi hatırlayabilirdi ki? Ancak hatırlayan biri çıktı neyse ki, uzun yıllardır orada görev yapan ve artık emekliliği gelmiş bir bekçi küçük Mehmet’i bizzat hastaneye götürdüğünü, o dönemde Çanakkale de uygun bir yer bulamadıkları için Mehmet’i İzmir çocuk esirgeme kurumuna gönderdiklerini ve ondan sonrada bir daha haber alamadığını anlattı yaşlı bekçi... İzmir’e doğru direksiyon sallarken tüm yorgunluğunu unutmuştu. Emekli olunca tüm ülkeyi gezip dolaşacağım diye kendine vermiş olduğu sözü hatırladı yine, günlüklerin

 

143  

  peşine düştüğünden beridir gitmedik bir yan bırakmamıştı neredeyse, en azından bu şekilde de olsa kendine verdiği sözü tutmuş olduğu için mutluydu. Ama asıl mutluluğu günlüklerde anlatılan onca insandan birinin sağ kalmış olma ihtimaliydi, üstelik o inanılmaz çocuklardan biriydi bu, Enver’in hayranlıkla ve bir o kadarda ürkerek anlattığı Mehmet. Hala hayattaysa otuz beş yaşında olmalıydı dedi kendi kendine ve başa dönüp herşeyi bir kez daha gözden geçirdi. Emekli olduğu için boşluğa düştüğü ilk günlerden başlayarak tüm detayları teker teker hatırladı. Arada bir hayli soru işareti kalmıştı aslında, ancak şu an o cevaplardan ziyade Mehmet’in sağ olduğunu öğrenmek istiyordu! Özellikle bir şeye çok takılmıştı, işi ve yılların tecrübesi gereği herşeyi ince eleyip sık dokuduğu için ister istemez boşlukları doldurmak istiyordu. Bu insanları kimler öldürdüyse, neden direk mandıraya gelip hepsini birden öldürmek yerine önce Ereğli’de ilk üçünü öldürmüşler, sonra kaçanların peşine takılıp sırayla katletmişlerdi? Ve elbette onlar her kimse nasıl öğrenmişlerdi bu gizli oluşumu? Bir noktayı atladığını anladı Sadun, bu oluşumdan kısmende olsa haberi olan, yerlerini bilen bir kişi vardı aslında, çevirileri yapan Prof. Kazım! ‘İstanbul’a döner dönmez hemen onuda araştırmalıyım’ dedi ‘Belki de soruların cevapları Prof. Kazım da gizlidir’ Saat dört gibi çocuk esirgeme kurumu kapısından içeri girmeyi başardı ve hemen kurum müdiresi ile görüştü. Kadın on yıldır bu kurumda görev yaptığı için Sadun’un bahsettiği çocuktan haberi olmadığını belirtti ve hemen yurt kayıtlarını

 

144  

  getirtti. Sadun bir kez daha komser olduğunu söylemiş ve kimliğini göstermiş ancak emekli olduğunu gizlemişti. Bir an önce sonuç almak istiyor, durduk yerde durumu riske etmek istemiyordu nede olsa. Yarım saatlik bir incele sonunda Mehmet’in, Mehmet Aksu olarak giriş kaydının yapıldığını, nüfus kaydı olmadığı için kaydının sonradan yapıldığı ancak on iki yaşındayken 1987 yılında yurttan kaçmış olduğunu öğrendi Sadun ve rahatladı bir nebzede olsa! Nede olsa o dönemde izinin sürülmediğini, öldü sanılıp peşinin bırakıldığını anlamış oldu. Yurt müdiresine teşekkür ederek ayrıldı oradan ve binadan dışarı çıktığında derin bir nefes aldı. Akşam karanlığı çöküyordu ve hava güzeldi. ‘İzmir’e gelip Kordonboyu'na gitmemek olmaz’ dedi ve arabasına doğru keyifle yürüdü... Balığın yanına birde küçük rakı söyledi, keyfi iyiden iyiye yerine gelmişti. Çıktığı bu uzun ve yorucu yolculuğun sonunda nihayet olumlu bir gelişme duruyordu önünde ve bu tüm yorgunluğunu unutturmuştu ona. Kordonboyu’nda bir balık restaurantaydı, çalan Zeki Müren şarkısına keyifle eşlik ediyordu. Tekir balığı, göbek salata, midye tava ve rakıdan oluşan menüsünü yerken, aklı hep Mehmet’teydi. Neredeydi acaba? Ne yapıyordu? Çok iyi biliyordu ki bu soruların cevaplarını çok yakında alacaktı, buna hiç şüphesi yoktu!

 

145  

  ORTAK Neredeyse bir gün hiç kalkmadan uyumuştu, bu sefer çıktığı yolculuk ilkinden çok daha uzun ve zorlu olmuş, dört bin kilometre kadar yol kat etmişti. Uyandığında üzerinde bir kırıklık hissetti, yataktan da çıkası yoktu aslında ‘galiba şifayı kaptın Sadun efendi!’ dedi, kendine kızarak. Kendini biraz zorlayarak yavaşça doğruldu, yatağın kenarına oturdu. Adeta dayak yemiş gibi tüm bedeni sızlıyordu, terliklerini giydi ve ayağa kalktı, ağır adımlarla önce tuvalete girdi, ardından banyoya gidip elini yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı. Diş fırçalamak önemliydi onun için, özellikle sigara içtiği yıllarda çok çay tükettiği için dişleri çürümesin diye hiç aksatmadan sabah akşam fırçalamamıştı dişlerini. Bu geçen yıllar boyu artık rutin ancak sağlıklı bir alışkanlık olmuştu onun için. Kalorifer her zaman ki ayarında yanıyordu, içerisi sıcaktı ama üşüyordu, banyonun kapısına asılı duran kalın bornozu aldı, üzerine giydi. Canı hiç bir şey istemiyordu ama bir şeyler yemek için zorladı kendini, biraz beyaz peynir, biraz zeytin ve bir dilim ekmekle yaptı kahvaltısını. Çay demini alınca içine bolca limon sıktı ve birazda kara biber serpti üzerine. Hayattayken annesinden öğrenmişti bunu, soğuk algınlığını çok çabuk iyileştirirdi, kendi tecrübeleriyle biliyordu bunu. Oturma odasınına geçip pencere önünde ki koltuğuna oturdu. Limonlu çayını yudumlarken boğaz manzarasını izledi bir süre. Hızlıca içti çayını ve gidip bir tane daha doldurdu, ancak bu sefer çay bardağına değil su bardağına koydu demli çayı ve içine daha fazla limon sıktı, daha fazla karabiber ekti üzerine.

 

146  

  Geri dönüp koltuğuna oturduğunda olan biten herşeyi tekrar düşünüp analiz etti düşünceler aleminde. Aklında tek soru vardı artık ‘Mehmet nerede?’ Buraya kadar tek başına gelmişti ancak bundan sonrası için güvenilir birinden yardım almak şart olmuştu. Üstelik tüm hızlı koşuşturmaya yaşlı bedeni dayanamamış, yorgun düşmüştü. Güvenip tüm olan biteni anlatabileceği yalnızca bir kişi vardı, Meltem! Çayı hızlıca içti ve kalktı, odadan çıktı, mutfağa boş bardağı bıraktı, çayın altını kapadı. Üst katın merdivenlerini ağır adımlarla çıkarken bacakları sızlıyordu. Yatak odasında komidin üzerinde duran cep telefonunu aldı, yatağın kenarına oturdu ve Meltem’i aradı, ‘Canım kızım nasılsın? Evet evet, sesimden de belli oluyor maalesef, şifayı kapmışım işte... Aslında evet, gelmeni isteyecektim ama bana bakman için değil! Seninle acilen konuşmam gereken bir konu var Meltem... Yok biraz uzun sürecek anlatacaklarım o yüzden şimdi görevi bırakıp gelme, vaktin müsait olduğunda gelirsin... Tamam canım kızım, o zaman akşam bekliyorum... Yok canım ne doktoru alt tarafı soğuk algınlığı, bunun içinde doktora gidecek kadar yaşlanmadım çok şükür’ dedi ve güldü Sadun komser... Yattı ve akşama kadar hiç çıkmadı yataktan. Uyur kalırım diye yatmadan önce cep telefonunun alarmını akşam saat sekizde çalacak şekilde kurmuştu. Çalan alarmın sesiyle uyandı ‘iyi ki kurmuşum alarmı, yoksa top atsalar uyanmazdım’ dedi ve yataktan kalktı. Kendini daha iyi hissetmesine rağmen hala bedeni sızlıyordu, halsizdi. Pijamalarını çıkarttı ve kalın fitilli kadife pantolon üzerine kalın bir kazak giydi.

 

147  

  Saat dokuz gibi geldi Meltem, yine yanında su böreği getirmişti ve yine Sadun komseri için bol miktarca portakal, mandalina ve muz. Her ne kadar kullanmayacağına emin olsa da evde bulunsun diye yol üzerinde bir eczaneden soğuk algınlığa iyi gelen bir ilaçla ağrı kesicide almıştı. Kısa bir hal hatır sormanın ardından Meltem su böreğini servis yaptı. ‘Sadun komserim telefonda önemli bir konu hakkında konuşmamız gerek demiştiniz. Vallahi tüm günü merak içinde geçirdim.’ Sadun biraz hınzırca gündü, ‘Birazdan duyacağın şeyler kaybetmemeni diliyorum sevgili kızım!’

karşısında

aklını

Meltem iyice meraklanmıştı, Sadun komser onu biraz daha meraklandırmak için kendini naza çeker gibi yapınca Meltem rüşvet olarak ona demli bir çay getirdi. Ve Sadun köşke taşındığı günden başlayarak yaşadığı her şey, tüm detayları ile anlatmaya başladı. Anlattı, anlattı, anlattı... Meltem her duyduğu karşısında bir şok yaşıyor, ama geçen her dakikada yaşadığı yeni şokların yanında öncekiler küçük kalıyordu. Neredeyse üç saat boyunca anlattı Sadun ve Meltem dinledi. Bazen ‘olmaz böyle bir şey komserim’ diyerek heyecanla söze girdi ama komseri neyin olup neyin olamayacağını zaten bildiği için konuşmasına izin vermeyip anlatmaya devam etti. ‘İşte böyle evlat, son bir ayın hikayesi... Ancak peşinen bir kez daha söylüyorum ki Meltem... Bu anlattıklarımızı hiç kimseyle paylaşmayacaksın!’

 

148  

  ‘Komserim içiniz rahat olsun, ayrıca anlatsam da kimse inanmazdı zaten!’ ‘Öyle, öyle... Bizzat günlüklerin peşine düşüp onca yere gitmesem, kendi gözlerimde görüp kulaklarımla duymamış olsam bende inanmazdım emin ol ki’ ‘Vay be komserim... Çok ilginç gerçekten de... Bu köşkü almasanız, ya da ustanın adamları duvarı delmese bunların hiçbirini öğrenemeyecektiniz, her zaman bir sır olarak kalacaktı. Düşününde tüylerimi ürpertiyor!’ ‘Evet Meltem, bunu bende çok düşündüm... ne diyelim, kader!’ ‘Peki komerim şimdi? Şimdi ne olacak?’ ‘İzmir’den dönerken nüfus müdürlüğüne uğrayıp Mehmet’in nüfus dökümünü aldım. Nüfusta hala sağ gözüküyor ama malum işin o kısmı belli de olmaz. Birazdan nüfus kaydını sana vericem, ne yap et bul şu çocuğu Meltem!’ ‘Peki komserim, diyelim ki bulduk ve diyelim ki halen hayatta... Sonra?’ ‘Sonra... Güzel bir soru... Ancak şu ana kadar hiç sonrasını düşünerek hareket etmedim bu konuda Meltem... Sonrasını sonraya bırakalım ve hayatta mı değil mi öğrenelim öncelikle’ Tamam komserim, elimden geleni yaparım merak etmeyin’ ‘Şüphem yok canım kızım’ ‘Ama kıskandım sizi, meğer benden gizli ne maceralar yaşamışsınız bunca zamandır!’ Güldü Sadun komser ‘Hayatımın macerası hayatımın son demini yaşarken çıktı karşıma, buna da şükür’ dedi.

 

149  

  ‘Komserim öyle som dem falan demeyin, maşallahınız var ayrıca’ ‘Sağol kızım eksik olma... Ama senden bir şey daha isteyeceğim’ ‘Elbette komserim buyrun?’ ‘Şu günlüklerde adı sıkça geçen bir profesör var... Halit Bey’in çeviri işlerini yapmış olan adam... Profesör Kazım Denizcioğlu... Onu da bir araştırmanı istiyorum, ona ne olmuş, neyin nesiymiş? Halit beyin ekipdaşlarının ve yetiştirilen çocukların öldürülmelerinin ardında bu adam bir şekilde olabilir’ ‘Anladım komserim, siz anlatırken bu benimde aklıma geldi’ ‘Ya öyle oldu... Ya bir şekilde birileri bunları fark etti... Ya da...’ Cümlesinin sonunu getirmedi ve öylece düşüncelere daldı Sadun komser, Meltem merakla gözünü ona dikmiş cevap bekler halde duruyordu ki dayanamadı daha fazla, ‘Ya da dediniz komserim?’ Sadun kendine geldi daldığı düşünceden ve tebessümle baktı Meltem’e, ‘Günlüklerde yazılanları hatırladım bir an. Çocukların yaptıklarını... Önce mandıradakilerin orada olduklarını iki kilometre geriden hissedip onları kendi yanlarına getirmeyi başarmışlar... Sonra da kilometrelerce uzaklıkta ki köyün çocuklarını getirmeyi neredeyse başarıyorlarmış...’ ‘Evet komserim?’ ‘Enver Mehmet’ten bahsederken ürktüğünü açıkça yazmış... Sanki anne babasına, dedesine, ninesine ve

 

150  

  diğerlerine ne yaptığımız biliyor gibiydi diyor onun için... Belki de Mehmet o çocuk aklıyla intikam aldı onlardan... Birilerini haberdar etti ve belki de yeteneği o denli büyüktüki kimleri haberdar etmesi gerektiğini biliyordu’ ‘Olabilir komserim ama neredeyse kendi de ölüyordu’

tüm

çocuklarla

beraber

‘E ne de olsa çocuk... O kadarını düşünememiş olması gayet doğal’ ‘Doğru diyorsunuz’ ‘Neyse, bu yalnızca bir fikir, doğru mu değil mi zaman onuda gösterecek nasılsa... Ha, bak az kalsın unutuyordum Meltem... Günlükte bir kişinin mandıraya göz kulak olması için orada bırakıldığı yazıyordu. Adı Sedat Velioğlu... Giderken hatırlatta sana onun nüfus ve adres bilgilerini de vereyim, bir de onu kontrol et bakalım onun başına ne gelmiş...’ ‘Tamam komserim, açıkçası tüm bunları bende çok merak ediyorum. Bir an önce yarın olsa da gidip hemen araştırmaya başlasam... Aslında en çok Mehmet'i merak ettim... Hayattaysa nasıl biri oldu acaba? Sahip olduğu sıradışı yetenekleri düşününce ürkmüyor değilim doğrusu...’ ‘Evet, bu beni de ürküten tek şey aslına bakarsan... Umalım da yeteneklerini kötü yolda kullanmamış olsun...’ ‘O yaşta yurttan kaçıp bir başına ne yaptı acaba?’ ‘Bunu öğrenmek senin görevin güzel kızım’ dedi Sadun, gülerek... Meltem izin isteyip gittiğinde saat gece biri geçiyordu. Geceyle birlikte vücudunun sızlamaları daha da artmıştı ve karşı koymak yerine teslim olmayı kabul edip yatağına uzandı Sadun komser...

 

151  

  Ertesi sabah kendini iyi hissetmesine rağmen temkini elden bırakmayıp dışarı çıkmamaya karar verdi. Eve tıkılıp kalmak ona göre değildi ama neyse ki önceleri neredeyse nefret edecek gibi olduğu köşkü sevmeye başlamıştı. Can sıkıntısından günlükleri hızlıca taramaya karar verdi, böylece gözden kaçırdığı bir şey varsa yakalama şansı olacaktı. Ve elbette kulağı hep telefondaydı, artık Meltem’den gelecek olan haberlere odaklanmıştı. İlerleyen saatlerde Meltem hal hatır sormak ve araştırmalara başladığını haber vermek için aradığında heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibi oldu. Telefonu kapattığında ise ‘sanki bu işler nasıl yürüyor bilmiyorsun, hemen ne sonucu bekliyorsun?’ diye kendi kendine kızdı. Mutfakta akşam yemeğini yerken çalan cep telefonu üzerine koşarcasına gitti oturma odasına ve sehpa üzerine bırakmış olduğu telefonun ekranında Meltem yazdığını görünce telefona uzanan eli titriyordu. Meltem nihayet ilk sonuca ulaşmıştı; günlüklerde mandırada kaldığı yazılan Sedat Velioğlu’nun 1981 yılı mart ayında Konya yolu üzerinde trafik kazası sonucu öldüğü öğrenilmişti. Bu aslında Sadun’un zaten beklediği bir haberdi o yüzden hiç şaşırmadı, ancak Meltem’in bu gece onu şaşırtacak başka bir haberi yoktu. Bir gün sonra ise Prof. Kazım Denizcioğlu’nun 1985 yılında solunum yetmezliği sebebiyle kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetmiş olduğunu haber verdi Meltem. Derinlemesine inceleme yapmayı da başarmıştı, bu gayri resmi ve gizli bir araştırma olmasına rağmen. Prof. Kazım’ın oldukça sıradan bir hayatı vardı ve dikkate değer hiç bir özel durumu yoktu.

 

152  

  Artık geriye kalmıştı, Mehmet!

Meltem’den

gelecek

tek

bir

haber

Sonra ki iki gün boyunca bekledi, beklemekten sıkıldı dışarı çıktı, sahile inip çay bahçesinde oturdu. Sahil boyu yürüdü, sıkılıyordu. Son bir ayı çok hareketli ve heyecanlı geçmişti, özlüyordu daha şimdiden. Nihayet Meltem aradı ancak telefonla bir şey söylemek istemedi, ‘yanınıza geliyorum hem sizi görmüş olurum, gelince konuşuruz’ demekle yetindi. Sadun komser heyecanlı ve tedirgindi, acaba Mehmet’in ölmüş olduğu haberini mi alacaktı? Neyse ki bekleyişi fazla sürmedi, yarım saat kadar sonra köşkün kapısı çalındığında koşarak gitti kapıyı açmaya! Meltem paltosunu çıkartıp portmantoya asarken Sadun onu yüzüne bakıyor, ifadesinden bir şeyler çıkartmaya çabalıyordu, ‘E kızım çatlatmasana adamı! Ne oldu ne öğrendin söylesene hadi!’ dedi, tatlı sert babacan tavrıyla. ‘Tamam komserim buyrun içeri oturalım anlatacağım zaten ne öğrendimse’ Oturma odasına geçip karşılıklı oturdular, Sadun ‘hadi ama’ dercesine bakıyordu Meltem’e, ‘Şimdi komserim... Verdiğiniz nüfus bilgilerine uyan Mehmet Aksu’ya ait ne bir vergi hesap nosu, ne sosyal güvenlik kaydı, ne mal alım satım kaydı, ne de bir trafik cezası yoktu, daha doğrusu ehliyet kaydı bile yok. Daha da ilginci askerliğini yapmamış ve yurt dışına çıkışı olmadığını gibi adına kayıtlı pasaportta yok. Yani bildiğiniz hayalet!’ ‘Eee?’ dedi heyecanını iyice belli ederek Sadun komser,

 

153  

  ‘Emniyetin veri tabanında telefonda söylemiştim size’

da

olmadığını

zaten

‘Yavrucum uzatma sadede gel buldun mu bulmadın mı?’ Meltem muzipçe gülümsedi, ‘Kolay olmadı ama buldum!’ Sadun derin bir oh çekti, ‘Neredeymiş?’ ‘İşin o kısmı biraz can sıkıcı komserim!’ ‘Ne demek bu şimdi?’ ‘Mehmet Aksu Adapazarı’nda bir mafya babasının yanında takılıyor komserim!’ ‘Yaa!’ dedi Sadun komser, canı sıkılmış halde. ‘Aklıma nüfus sayımı geldi, dedim mutlaka bir yerde bu sayıma katılmış olmalı. Neyse ki son sayımda Adapazarı’nda bir çiftlik evinde kaydı yapılmış. O sayede buldum komserim’ ‘Anladım evladım... Yeri tam belli mi?’ Meltem çantasını açtı, içinden bir blok not kağıdı çıkartıp uzattı, ‘Bulunduğu yerin adresi!’ Sadun uzanıp kağıdı aldı, yazan adrese baktı. ‘Peki ya şimdi komserim?’ ‘Şimdi... Gidip göreceğim!’ ‘Komserim’ dedi Meltem, tedirginliği sesine yansıyarak ‘Sizi kimden ziyade neyin beklediğini bilmiyoruz,

 

154  

  o yüzden bu işi de bana bırakın!’ ‘Olmaz Meltem... Tamam adam mafyaya atmış kapağı, eyvallah. Ama işlediği bir suç ulaştı mı emniyete? Yok! Gidip alamazsın öylece, olmaz... Hem yanlış olur böylesi. Gider bulur kendim konuşurum!’ ‘iyi de komserim gidip buldunuz, ne diyeceksiniz? Ne konuşacaksınız? Ya adam son derece tehlikeli bir hal aldıysa?’ ‘Ne diyeceğimi henüz düşünmedim, yolda giderken düşünürüm’ ‘Peki, o halde ben de sizinle beraber geliyorum!’ ‘Sen evine dön ve dinlen’ ‘Komserim kusura bakmayın ama bu isteğinizi geri çeviriyorum! Ben de geliyorum o kadar!’ ‘Yavrucuğum gerek yok, dön evine, onca yere gittim geldim bir şey mi oldu sanki? Karşında koskoca emekli komser durduğunu unuttun galiba! Hem oralara giderken sen yanımda mıydın?’ ‘Haber vermeden gittiğiniz için maalesef yanınızda değildim!’ dedi Meltem, sesinde yoğun iğneleme vardı bunları söylerken. ‘Valla ya sizinle gelirim yada sizi takip ederim, karar sizin!’ Sadun güldü, ‘Deli kız, kime çekmiş senin bu inadın anlamadım ki!’ dedi, gülmeye devam ederek.

 

155  

  MEHMET Babası eski bir kabadayıydı, nam salmıştı. Babasının izinden gitmek istedi ama layığı ile gidemedi, yol değiştirip mafya babası olmuştu Tayfun Ağababa. Ona camiasında Ağababa derlerdi, yeri geldiğinde ağalık yeri geldiğinde de babalık yapardı. En iyi bildiği iş uyuşturucu kaçakçılığıydı. Önceleri çok kez mal yakalatmış, hapse de bir kaç kez girip çıkmıştı. Ancak son on iki yıldır birden şansı dönmüştü, artık hiç bir emniyet gücü ona dokunamıyordu, adeta özel bir dokunulmazlığı vardı! Yalnızca bir kez, o da iki yıl önce suç üstü yakalanmış ve mahkemeye çıkartılmıştı. Tüm deliler ortadaydı ve en az yirmi yıl hapis kararı kesindi. Ama elini kolunu sallayarak çıkmıştı mahkemeden ve hiç kimse o mahkeme salonunda ne olduğunu anlayamamıştı! Beş yıldızlı otelin kral dairesinin pencere pervazına yaslanmış, dışarı bakıyordu Ağababa. Siyah İngiliz kumaşından takım elbisesi üzerine vuran güneşte parlıyordu. Yaşı elli beş olmuştu bir hafta önce, ‘ölüme bir yıl daha yaklaşmanın şerefine’ deyip şampanya patlatmıştı öz kardeşi ve sağ kolu ile birlikte. Çirkindi başkalarına göre, özellikle burnu şekilsiz diye tabir edilen türdendi ve sanki suratına sonradan eklenmiş gibi duruyordu. Ama Ağababa ‘Allah çirkin şey yaratmaz’ der, kendini her daim karizmatik bulduğunu söylerdi. ‘Abi şu beş yıldızlı otellerin kral dairesinde iş bitirme olayına da hasta oluyorum ha!’ dedi, yatağa uzanmış olan öz kardeşi Özden. Özden kırkına basalı yedi ay olmuştu ama sanki ağabeyi ile aynı yaşta gibi gösteriyordu. Saçları neredeyse

 

156  

  tamamen kırlaşmış, teni buruşmaya başlamıştı. Özellikle alnında ki çizgiler çok derindi. ‘Bitti oğlum o eski dönemler! Yok artık terkedilmiş köhne mekanlarda ver parayı al malı demeler! Bizde bundan sonra artık böyle!’ dedi Ağababa, koltukta oturmuş, donuk ifadeyle sigara içen sağ koluna baktı, ‘Öyle değil mi Mehmet?’ Mehmet cevap vermedi, sigarasından çekerken Ağababa’yı takmıyor gibiydi!

bir

nefes

Ağababa belli etmemeye çalışırdı ama korkardı içten içe Mehmet’ten! Aslında gerçekte kim baba kim sağ kol belli değildi, sanki asıl patron Mehmet’miş de kendisi göstermelik olarak önde duruyormuş gibi hissederdi. Hatta yalnız kaldıklarında kardeşine ‘Bu çocuğun içine ya şeytan girmiş... Ya da şeytan insan suretinde aramıza karışmış!’ derdi. Ama Ağababa her ne kadar ondan çekinse de, Mehmet onun için Tanrı’nın bir lütfuydu aynı zamanda. Mehmet sigara izmaritini yere attı ve askeri postalları ile üzerine basıp ezerken, Ağababa göz ucuyla onu takip ediyordu. Gerekmedikçe konuşmazdı Mehmet, hatta kimi anlar gerektiğinde bile konuşmazdı. Her daim donuktu bakışları ve yüzündeki ifade. Elinin tersiyle kot pantolonunun üzerine düşmüş olan sigara külünü silkeledi. Omuzlarına kadar inen siyah saçları beyaz gömleğinin yakasının üzerine düşmüştü. Yüz ve fizik hatları bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibi narin ancak bir o kadarda güçlü çizgilere sahipti. Geniş alnını usta bir ressamın fırça darbelerinden çıkmış gibi duran kaşları süslüyor, koyu mavi gözleri adeta parlıyordu. Teni pürüzsüzdü, yüzünde doğal mimik çizgileri haricinde hiç çizgi yoktu, otuz beşine

 

157  

  gelmiş olmasına rağmen, yüzünde ki kirli sakalı olmasa yirmili yaşlara takılıp kalmış gibi duruyordu. ‘Ah be Mehmet’im, sana da şöyle cillop gibi bir takım elbise giydiremedik ki!’ dedi Özden. ‘Böyle iyi!’ diye karşılık verdi Mehmet, kendi gibi donuk ses tonuyla. ‘İyi ama, hani yanımızda sönük kalıyorsun o bağlamda söyledim Mehmet’im’ ‘uzun etme Özden, sana ne? Ne isterse giyer!’ diyerek susturdu kardeşini Ağababa. Ne de olsa Mehmet’in sağı solu belli olmazdı! Kızdı mı gözü kimseleri görmezdi, buna pek çok kez şahit olmuştu Ağababa. Oda kapısı çalındı, Ağababa’nın gözleri kapıya dikildi, ‘Özden aç şu kapıyı’ dedi. Özden yayıldığı yataktan kalkıp kapıya gitti, açtı. Gelenleri zoraki tebessümle başını hafif eğerek selamladı ve ‘içeri girin’ dercesine kenara çekildi. Hasan ve iki adamı içeri girince Özden kapıyı kapattı. Ağababa pencere önünde dikilmiş sevimli tebessümle ona doğru yaklaşan konuklarına bakıyordu,

bir

‘Kardeşler hoş geldiniz, sefa getirdiniz’ dedi. ‘Hoş gördük Ağababa, hoş gördük!’ diye karşılık verdi Hasan, sesi ve yüzü bozuktu aslında. Beraberinde gelen korumaları biraz geride durdular, ceketlerinin altından silahlarının kabzaları gözüküyordu. Ağababa samimiyetle sarıldı misafirine, misafiri ise isteksizce ve formalite icabı.

 

158  

  ‘Geç otur kardeş’ diyerek Mehmet’in karşısında ki koltuğu işaret etti Ağababa. Hasan işaret edilen koltuğa otururken, Ağababa da ikisini de çaprazına alacak şekilde arada ki koltuğa oturdu, ‘Size ne ikram edelim?’ diye sordu Ağababa, nazikçe. ‘İkrama gerek yok, malı görelim, parasını verelim, alalım gidelim... Bize bu kafidir!’ dedi Hasan, racon keser ağızla. ‘Bizde usul farklı Hasan kardeş!’ dedi Ağababa, ‘Biz parayı alır, malın yüklü olduğu konteynırın adresini veririz!’ Hasan yaslandığı koltuktan doğrulup öne doğru çıkarken, aldığı öfkeli nefesler yüzünden göbeği inip kalkıyordu. Kiloluydu ve nefes darlığı vardı, nefes alıp verirken boğazından hırıltılı bir ses çıkıyordu mafya babası Hasan’ın. Ağababa’ya yaşça denkti, ama ancak dökülmüş saçları ve buruşmuş yüzü sayesinde ondan en az yirmi yıl ilerde gibi duruyordu. ‘Ortada yirmi milyon dolar varken ben senin usulünü bilmem Ağababa!’ ‘Bilmezsen keyfin bilir Hasan kardeşim. Bizde böyle!’ ‘İyi dersin hoş dersin de ya mal bozuksa? Hatta belki gittiğim yerde mal yerine boş bir konteynır olmadığı ne malum?’ ‘Seninle bu ilk işimiz Hasan, eyvallah. Ama belli ki sordun soruşturdun öyle geldin. Bizde yanlış olmayacağını da herkesten illaki duydun, bizde yanlış olmaz!’ Ağababa ayağa kalktı, ceketini iki yandan tutup kaldırarak etrafında döndü,

 

159  

  ‘Bak! Üzerinde silah bile yok! Hatta kardeşimde yada sağ kolumda da yok!’ dedi ve yerine oturdu, ‘Eee?’ diye sordu Hasan ‘Silah taşımıyor olman bana yanlış yapmıcan anlamına mı gelir yani Ağababa? Silahsız dolaşmak senin tercihin ama bana göre yanlış tercih! E şimdi senden parayı verip adresi alsam, sonrada seni vurup hem paraya hem mala konsam, o zaman nasıl koruyacaksın kendini?’ ‘Dene!’ dedi Ağababa, ancak bu sefer ses tonunda tehdit vardı! ‘Yok yani öyle bir şey yapacak değiliz evelallah, hoş yapacak olsam zaten söylemem çeker sıkarım icabında. Farzı misal bizimkisi! ‘Dene! Hasan’ım, dene!’ dedi bir kez daha Ağababa! Hasan rahatsız olmuştu, terler süzülüyordu başından yüzüne doğru. ‘Gardaş!’ dedi Hasan aynı tehdit kokan tonla ‘Malı göster, parayı al! Uyuşturucu bu, içinden ne çıkacağı belli olmaz!’ ‘Özden uğurla kardeşlerimizi!’ dedi Ağababa. Hasan öfkeyle soluyordu, ‘Bak Tayfun gardaş! İlk işimiz, yanlış yapma, boş inadı bırak, göster şu malı verelim parasını alalım gidelim yolumuza! Sana güvenip verilmiş sözlerim var, beni mahcup duruma düşürme camiaya karşı!’ ‘Bana itimadı olmayana verecek mal yok bende! Uğurlar ola!’ Hasan öfkeyle kalktı koltuktan,

 

160  

  ‘Öyle mi Tayfun gardaş?’ ‘Öyle!’ Hasan kapıya doğru hızlı bir kaç adım atarken, adamları emir bekler halde öylece duruyorlardı. Hasan iki adamının arasından geçip giderken bağırdı, ‘Sıkın lan kafalarına!’ İki koruma ellerini hızla silahlarının kabzalarına götürürken, Ağababa ve kardeşi sakindi! Hatta ikisi de gülüyorlardı! Korumalar namlularında susturucu olan silahları onlara doğrulttukları anda öylece kaldılar oldukları yerde! Gören, onları donmuş sanabilirdi, öylesine hareketsizdi her ikiside! ‘Sıksanıza lan!’ diye bağırdı Hasan, kapının önünden! Korumalar şoka girmiş gibi, ellerinde Ağababa’ya doğrulttukları silahlar, öylece kalmışlardı! ‘Sıksanıza laaan!’ diye tekrar bağırırken yanlarına geldi Hasan, Ağababa’nın kahkahası onu büsbütün delirtmişti! İki koruma birden Hasan’a çevirdiler silahlarını, Hasan şaşkın ve ürkmüştü! ‘Ulan şerefsizler! Kaça sattınız lan beni?’ diye haykırdı Hasan! Ağababa kahkahalarını kesip ciddileşti, ‘Nusla uslanmayanın hakkı budur usta!’ dedi ve göz ucuyla Mehmet’e baktı!

 

161  

  O anda iki koruma Hasan’ın kafasına nişan aldıkları silahların tetiklerini çektiler, sonrada silahları birbirlerine doğrultup bir kez daha ateşlediler! ‘Eyvallah Memedim!’ dedi Ağababa! ‘Paralar heyacanla.

nerde

‘Otoparkta Mehmet!

 

Mehmet?’

arabasının

diye

bagajına

sordu bırakmış!’

Özden, dedi

162  

  İLK KARŞILAŞMA Camları da dahil siyah Mercedes çiftlik evinin avlusunda durdu. Ağababa ve Mehmet arka kapılardan inerlerken, Özden arabayı stop edip bagaj kapağını açtı ve inip doğruca bagaja gitti. Bagajdan iki büyük siyah deri bavulu zorlukla indirdi ve girişte bekleyen iki korumaya seslendi, ‘Gelin alın şunları!’ Korumalar hızlı adımlarla Özden’in yanına giderlerken Mehmet’in elini kaldırmasıyla birlikte ikisi de durdular, ‘Yaşlı bir adam beni görmeye gelecek, içeri alın!’ dedi ve kapıya doğru yürüdü Mehmet. ‘Hayırdır aslanım? Misafirin mi var?’ diye sordu Ağababa ama Mehmet cevap vermeden açık olan kapıdan içeri girdi. Ağababa kardeşine dönüp cevap beklercesine baktı, ‘Bilmiyorum abi!’ dedi Özden omuzlarını silkerek, ‘Kimsesi yok ki kim gelecek bende merak ettim’ ‘hayırdır inşallah’ dedi Ağababa ve kapıya doğru yürürken, Özden de peşinden gitti, ‘Abi onu bunu bırakta, enayi parası yemek süper hoşuma gidiyor! Hem mal elimizde kaldı hem de hanzonun yirmi milyonu! ‘Uzun etme Özden!’ dedi Ağababa, azarlarcasına ve kapıdan içeri girdi. Özden de hıncını korumalardan çıkartmak ister gibi, ‘Sallanmayın! Bavulları abimin odasına bırakın’ diye

 

163  

  bağırdı. Siyah Mustang çiftlik evinin girişinde durdu! Sadun arabadan inmek üzereyken, yan koltukta oturan Meltem de inmeye kalkışınca, ‘Sen burada beni bekliyorsun!’ dedi Sadun, emreder tavırla. ‘Ama komserim!’ Sadun elini kaldırıp Meltem’in sözünü kesti, ‘Seninle geleceğim dedin geldin. Şimdi bekle diyorum ve bekleyeceksin küçük hanım!’ ‘İyi de komserim’ dedi Meltem ama cümlesenin tamamını getiremeden Sadun komseri eli bir kez daha havaya kalktı, ‘On dakika! On dakika sonra içeriden çıkmamışsan ister içeri dal ister emniyeti ayağa kaldır! Anlaştık mı?’ Meltem pes etmiş edayla ‘Anlaştık komserim’ dedi ve açmış olduğu kapıyı çekip kapadı. Sadun arabadan indi, kapıyı kapadı ve çiftlik evine doğru yürürken etrafına bakındı. Yakınlarda başka ev yoktu, ev lüks bir villa tarzında yapılmıştı ve üç katlıydı. İçinde bulunduğu arazinin büyük arazinin etrafı dikenli tellerden oluşan bir duvarla çevrilmişti. Oldukça büyük olan bahçe kapısını açıp içeri girerken etrafta kimselerin olmamasını garipsedi Sadun komser ‘Hem mafya babası olacaksın, hem böyle ıssız bir yerde yaşayacaksın hem de etrafa hiç adam koymayacaksın, tuhaf’ diye düşündü. Evin kapısına geldiğinde kapıyı çalmak üzereyken korumalardan biri tarafından açıldı kapı,

 

164  

  ‘Buyrun’ dedi koruma ‘Mehmet bey salonda sizi bekliyor’ Sadun şaşırdı, ama belli etmemeye gayret ederek içeri girdi, koruma dışarı çıkıp kapıyı kapadı. Her yan o kadar antika eşyayla doluydu ki, evden ziyade bir müzeyi andırıyordu Ağababa’nın çiftlik evi. Salonun kapı girişinde her iki yanda antik Yunan heykelleri adeta nöbetçi gibi duruyorlardı. Zemin zümrüt yeşili mermerle döşeliydi ve üzerinde kabartma desenli oldukça büyük bir Çin halısı seriliydi. Yüksek tavandan sarkan kocaman kristal avizede en az yüz yıllıktı. Özden ve Ağababa’nın gözü salon kapısındaydı, kimin geldiğini merak ediyordu ikisi de. Bunca yıldır kimse Mehmet'i görmeye gelmemişti nede olsa. Mehmet ise yine donuk ifadesiyle gözünü yere dikmiş sigara içiyordu. Sadun kapıda belirdi ve Mehmet olduğuna kanaat getirdiği gence gözlerini babacan tavırla dikerek, ‘Merhabalar’ dedi. ‘Bizi yalnız bırakın!’ dedi Mehmet, demedi adeta emretti! Özden ve Ağababa hiç bir şey demeden kalkıp odadan çıkarlarken bakışlarıyla Sadun’u incelediler. Sadun ağır adımlarla koltukta oturan Mehmet’e yaklaştı, karşısında durduğunda heyecanlıydı. Günlüklerde okuduğu o genç şu an karşısında duruyordu! Mehmet ona ‘oturun’ bile demedi, yalnızca donuk gözlerini dikti, bir an baktı! Tam Sadun bir şey diyecekti ki ondan önce söze girdi, ‘Niye geldiğini biliyorum!’ dedi!

 

165  

  ‘Nasıl?’ dedi Sadun şaşkın bir merakla. ‘Kapıda ki koruma da beni beklediğinizi söyledi, nerden biliyordunuz?’ ‘Cevabı biliyorsun!’ Sadun hafifçe güldü, ‘Evet, günlüklerde özel yeteneklere sahip olduğunuzu okumuştum ancak bu kadarını beklemiyordum’ dedi. Mehmet cevap vermedi. ‘Aslında hakkınızda öğrendiklerimi sizinle paylaşmak ve elbette sizinle tanışmak istedim evladım, ancak görüyorum ki bir şey anlatmama gerek yokmuş. Ne zamandır-’ Mehmet bir kez daha sözünü tamamlamasına izin vermedi, ‘Adımı andığından beridir senden haberdarım! Ve bildiğin herşeyi de biliyorum, sayende!’ ‘Anladım evladım... Ben... Aslında benimle gelmeni isteyecektim... Şu halde nedenini biliyorsun!’ Mehmet yavaşça ayağa kalktı, ‘Babalık!’ dedi ‘Dön git evine, emekliliğinin tadını çıkart!’ ‘Mehmet!’ dedi Sadun ve ses tonu ciddileşti ‘Onca insan can verdi, bir hayat bile yaşayamadan ölüp gittiler... Tüm bunlar boşuna yaşanmış olmamalı be evlat!’ Mehmet eliyle kapıyı işaret etti! Sadun başını öne eğdi, üzgündü. Elini ceket iç cebine attı, cüzdanını çıkarttı. Cüzdanından bir kartvizit aldı ve Mehmet’le aralarında duran antika sehpanın üzerine bıraktı,

 

166  

  ‘Olurda fikrini değiştirirsen... Araman yeterli... Seni gördüğüme memnun oldum evlat... Lütfen iyi düşün’ dedi ve ardını dönüp odadan çıkarken Mehmet de tekrar koltuğa oturdu. Meltem arabanın etrafında canı sıkkın halde adımlarken, Sadun’un evden çıkıp ona doğru geldiğini görünce rahatladı. Ancak Sadun komserin yüzünde ki hüznü görünce görüşmenin iyi gitmediğini kavradı. ‘Baba ne oldu?’ diye sordu. ‘Arabaya bin evladım, yol da anlatırım’ İkisi de arabaya bindiler, Sadun arabayı çalıştırdı, bir iki manevra ile geldikleri döne döndürdü yaşlı arabayı ve uzaklaştılar. Sadun olanı biteni özetledi Meltem’e. Meltem duyduklarından daha ziyade Sadun komserin üzülmesine üzülmüştü. ‘Yazık’ dedi Meltem ‘Anne babasından ne farkı var ki şimdi bunun? Onlarında bir hayatı olmadı. Şimdi bunun bir hayatı var mı baba?’ ‘Maalesef kızım, maalesef!’ ‘ne düşünmüştünüz ki komserim buraya gelirken?’ ‘Bir düşünsene be Meltem. Emniyette Mehmet gibi özel yeteneklere sahip birinin olduğunu düşün!’ ‘Yani, iyi olurdu tabi ama sen imkansızı hayal etmişsin ben komserim’ ‘Şu ana kadar şahit olduklarımda hayalden farksızdı güzel kızım. Neden olmasın dedim... Bilmiyorum... Belki de bir yanım her ne kadar onaylamasam da Halit Bey’in başlattığı ve sonunu göremediği bu planın sonucunun

 

167  

  alınması gerektiğine inanıyor!’ Meltem şaşkınlık dönüp baktı, ‘Komserim Halit Bey’in inandığı o sırra inandığınızı bilmiyordum!’ ‘İnanıyorum demedim. Ama sonuçta o planın bir meyvesi olarak Mehmet var ortada. Böyle bir tehdit var mı yok mu bunu bilmeyi isterdim, hepsi bu!’ ‘E diyelim ki var, ne olacak ki? Mehmet onlarla savaşacak mı sanıyordun? Adama baksana bildiğin azılı mafya olmuş!’ ‘Ne bileyim be kızım, birden hayallere kapıldım işte.’ Kısa bir sessizlik oldu araba içinde. Meltem göz ucuyla komserine baktı, ‘İyi misiniz?’ ‘İyiyim evladım sağol... Tuhaf olan ne biliyor musun?’ ‘Nedir komserim?’ ‘İçeri girdiğimde salonda üç kişi vardı ama Mehmet’in kim olduğunu hemen anladım. Ve hiç yabancı gelmedi bana. Sanki daha önce gördüm gibi ama hatırlayamıyorum’ ‘Komserim siz gördüğünüz bir yüzü asla unutmazsınız, günlüklerin etkisiyle öyle gelmiştir bence’ ‘Kim bilir? Belkide.’

 

168  

  OLMAK VE ÖLMEK Mehmet’le görüşmesinin üzerinden bir hafta geçmişti, kendini kötü hissediyor ve buna bir anlamda veremiyordu. Neden? Tüm bu yaşananlar ve Mehmet neden bu denli önem kazanmıştı onun için? Birileri bir hayalin peşine takılıp uzun bir yoldan geçmiş, hayalin ürünü olarakta bir kişi çıkmıştı ortaya ve o kişi yolunu kaybetmişti. Belki hiç gideceği bir yolu bile olmamıştı. Onun gibi niceleri vardı dünyada ve Halit Bey gibi bir hayal uğruca nice canlara kıyan niceleri vardı. ‘Peki neden?’ diye sorup duruyordu kendine Sadun, ‘neden dünyada benzeri bir sürü olay varken ve onları hiç umursamazken buna bu denli takılıp kaldım?’ Soruyor ama kendi sorusunu cevaplamıyordu. Gizli bir el onu adeta çekiyor ve bırakmıyor gibiydi, bu durum onu büsbütün rahatsız ediyordu. Banyonun aynasında kendine baktı, yıllardır her gün olduğu traşını bir haftadır aksatıyordu, yüzünde oluşan kirli sakalın tamamına yakınının beyaz renkte olduğunu gördü ‘ne bekliyordun ki?’ diye sordu kendi kendine. Canı sıkkındı, etrafında birileri olsa çatacaktı ama kimsecikler yoktu, hıncını her daim kendinden çıkartır, kendine çatar olmuştu. Doğru dürüst yemekte yemiyordu, önceki gece onu ziyarete gelen Meltem zorla yemek yedirmişti ve kendini bir annenin zorla yemek yedirmeye çalıştığı küçük bir çocuk gibi hissetmişti. Aslında kendine itiraf edemesede onu bu denli rahatsız eden şey buydu, yıllar boyu sahip olduğu yetki ve belinde ki silah tüm suçlulara boyun eğdirmesini sağlamıştı. Ancak Mehmet... O da bir suçluydu işin gerçeği, hem de azılı bir suçlu belki de, onun karşısında varlık gösterememiş hatta

 

169  

  boyun eğmiş olması rahatsız ediyordu onu, içten içe. Oturma odasında pencere önünde ki koltuğa oturmuş donuk gözlerle gecenin karanlığına dalıp gitmişti, bakışlarında ki donukluktan rahatsız oldu pencere canımda aksini görünce, tıpkı Mehmet gibi baktığını fark etti! Başını çevirdi, odanın ıssızlığı ile göz göze geldi, gözü rafta yanyana dizili halde duran günlüklere takıldı. Önceleri ona hayatının macerasını yaşattığı günlükler, şimdi hayatının hezeyanını yaşatmış gibi duruyorlardı. Bir arabanın köşkün önüne gelip durduğunu duydu, ‘Dayanamadı yine kontrole geldi, zavallı kızı işinden gücünden ediyorum’ diye düşündü. Kalktı ve henüz çalmayan kapıya doğru gitti, kapıyı açtı öyle kaldı, bahçe kapısı önünde ki taksi manevra yapıp uzaklaşırken. Donuk gözlerini bakıyordu Mehmet!

Sadun

komsere

dikmiş

öylece

Neden sonra kendine geldi Sadun, tebessüm etti, ‘Gel, buyur Mehmet’ dedi, geçsin diye kapıyı iyice aralayıp kenara çekildi. Mehmet içeri girdi, siyah askeri postallarını çıkartırken Sadun da kapıyı kapadı. Kapının kolundaki elinin yine titrediğini fark etti, yine içini karşı koyamadığı heyecan kaplamıştı. ‘Buyur geç içeri otur, bende bir çay koyayım, dışarısı soğuk üşümüşsündür.’ derken kolunu uzatarak nazikçe oturma odasını işaret etti. Mehmet bir şey demeden odaya doğru gitti, Sadun da mutfağa.

 

170  

  Mehmet odaya girdi ve doğruca pencere önüne doğru giderken gözü raflarda dizili olan günlüklere kaydı bir anlığına, başını çevirdi. Pencerenin önünde ayakta durup boğazın gecenin karanlığını delen ışıltılı parıltılarına baktı. Pencere canıma düşen aksinden kapı önünde durmuş ona bakmakta olan Sadun’u gördü, ‘Bilmiyorum!’ dedi! Sadun da tam olarak ‘Ziyaretini neye borçluyum?’ demeye hazırlanıyordu ki sorusunu soramadan cevabını almıştı, ancak şaşırmadı bu sefer, Mehmet’in özel durumunu artık garipsemiyordu. Mehmet’in yanına doğru giderken, ‘Seninle anlaşmak çok kolay, konuşmaya bile gerek yok’ dedi hafif gülerek. Ama Mehmet gülmedi, pencere önünde sırtı ona dönük vaziyette put gibi duruyordu. ‘Otursana Mehmet’ dedi Sadun, kendisi her zaman oturduğu koltuğa otururken. Mehmet karşısında ki koltuğa oturdu, montunun cebinden sigara ve çakmak çıkarttı, paketten bir sigara alacakken duraksadı, paketi Sadun’a uzattı. Sadun tebessümle elini pakete uzatmışken durdu! ‘Pakette ki son sigarayı içmek için sizce doğru zaman mı Sadun komserim?’ diye sordu Mehmet, manidar tavırla. Sadun da tam duraksadığı anda bunu düşünmüştü aslında, paketinde kalan son sigarayı keyifli bir anda içmeye karar vermişti ve günlerdir o sigara pakette duruyordu. Henüz sebebini anlamamış olsa da Mehmet’in gelmiş olması keyfini yerine getirmişti,

 

171  

  ‘Evet’ dedi Sadun ‘Yeterince bekledi zavallı sigara’ Kalktı ve portmantoda asılı duran paltosunun dış cebinden buruşmuş paketi alıp geri döndü, koltuğa oturdu ve paketi sehpanın üzerine bıraktı, ‘Çay demlensinde öyle içeyim bari’ dedi. Mehmet bir sigara yaktı ve derin bir nefes aldı, paketi ve çakmağı iki koltuğun arasında duran sehpaya, Sadun’un paketinin yanına bırakırken, cevap bekler ifadeyle ona bakan Sadun’la göz göze geldi, ‘Bilmiyorum dedim az önce! Belki cevabı siz verirsiniz, nede olsa beni bulmak için çok çabaladınız!’ dedi. Sadun haklısın dercesine başını hafifçe salladı, ‘Seni gayet iyi anlıyorum evlat. Kimsen yok, aslında benimde öyle. Hele emekli olduktan sonra kendimi öylesine yalnız hissettim ki, seni gayet iyi anlıyorum. Aslında ne bir amacın nede bir hayatın var. Tıpkı...’ dedi ama devamını getiremedi Sadun. ‘Tıpkı annem ve babam gibi... ve onların anne babası gibi, ha komserim?’ ‘Öyle, maalesef öyle...’ Kısa bir sessizlik oldu, başı önde düşünen Sadun başını kaldırınca Mehmet’in günlüklere baktığını fark etti, ‘Herşey onları bulmamla başladı’ dedi. Mehmet ‘biliyorum’ dercesine başını sallarken kısarak baktığı gözleri günlüklerin üzerindeydi. ‘Ne oldu?’ diye sordu Sadun ‘Mandıradan ayrıldığınız o dönemde ne oldu Mehmet?’

 

172  

  Mehmet sigaranın külünü tam yere silkecekti ki durdu, kül tablası arar gözlerle etrafına bakındı. ‘Normalde sigara içmediğim için kül tablam yok, dur bi çay tabağı getireyim’ dedi Sadun ve odadan çıktı. ‘Su kaynamış komserim, çayı demleyin bari gitmişken, ben avucumla idare ederim’ diye seslendi Mehmet ve avucuna kül tablası niyetine kullandı. ‘Herkesin düşüncesini okuyor olabilmek nasıl bir şey?’ diye seslendi mutfaktan, çayı demlemekte olan Sadun. ‘Genelde iyi. Ama kimse iyi şeyler düşünmüyor, herkes kötülük peşinde bunu bilmek can sıkıcı!’ Biraz sonra elinde çay tabağı ile geldi, tabağı sehpaya bıraktı ve koltuğa oturdu Sadun, Mehmet’te elindeki külü tabağın üzerine silkeledi. ‘Senin etrafında öyle olabilir, ama dünyada hala iyi insanlar var evlat...’ ‘Olabilir, ama bana denk gelmedi henüz’ ‘Belki denk gelmiştir de sen fark etmemişsindir!’ ‘Tuhaf!’ dedi Mehmet, gözlerini Sadun komsere dikerek, ama o tehditkar ve donuk bakışları yumuşamıştı. ‘Nedir tuhaf olan?’ ‘İçinizde hiç korku yok, genelde insanlar hep korkar’ ‘Senden mi?’ ‘Kendimi kast etmedim, genel olarak hayata dair hep bir korkuları vardır insanların, sizde yok.’ Sadun güldü ‘Korkacak vaktim hiç olmadı evlat’ dedi.

 

173  

  ‘Ama içinizde anlam veremediğiniz tuhaf bir sevgi var’ dedi Mehmet ve ekledi ‘Bana karşı!’ ‘Evet, etkilendim sanıyorum. Çocukluğuna kadar olan hayatını biliyorum nede olsa. Galiba etkilendim’ dedi Sadun ve bir an başını öne eğip düşünür ifadeyle yere baktıktan sonra, ‘Aslında ikimizde biliyoruz’ dedi. ‘Neyi?’ ‘Senin neden buraya geldiğini... ve benim sana karşı neden içimde bir sevgi oluştuğunu...’ Sadun başını kaldırıp Mehmet’in gözlerinin içine baktı, adeta meydan okur gibiydi, ‘Sen bir hayat istiyorsun evlat! Kendine ait bir hayat... Sevmek istiyorsun, etrafında da seni seven insanlar olsun istiyorsun... Normal, sıradan bir insan gibi olmak istiyorsun... ve benim sana bunu verebilecek yegane kişi olduğumu hissettin... İşte sen bu yüzden buradasın!’ Mehmet cevap vermedi ama yüzünde ilk kez belli belirsiz de olsa bir tebessüm belirdi, sigara izmaritini çay tabağına bastırıp söndürdü. ‘Sahip olduğun yetenek Tanrı’nın sana bir lütfu... Ve seninde insanlar için bir lütuf olman gerek! Kıyılan onca can, çalınan onca hayat aksi halde boşa gitmiş olur evlat!’ ‘Peki ya siz? Bana duyduğunuz bu sevgi nedir?’ ‘Belki bir evlada sahip olamamış olmamın verdiği özlem... Belki sende bir parça kendimden izler görmem... Ama en önemlisi... Sanki, Tanrı seni bulmamı ve sana sahip çıkmamı istedi benden... Emekli olmam, bu köşke taşınmam... Şu günlükleri bulmam... Okuduklarımın peşine pes etmeden

 

174  

  düşmüş olmam... ve nihayetinde seni bulmam... Tüm bunlar tesadüf değil, olamaz! Bu kader evlat, kader! Hayat ol ve öl emri arasında sıkışıp kalmış bir şey ve ben ölümüme yaklaştığım şu son yıllarıma kadar hep vatanıma hizmet için çabaladım. Hiç şüphem yok ki Tanrı ölmeden evvel son görev olarak seni kazanmamızı istedi benden!’ Mehmet cevap vermedi, devam etmesini ister gibi baktı yalnızca, ‘Zihnimi okudun, biliyorsun... Seni görmeye gelirken bir hayale kapıldım senle ilgili... Seni bir şekilde Emniyet gücünün parçası haline getirmeyi düşledim... Olacakları bir düşünsene! Üstelik kurulu bir düzenin, arkadaşların, birlikte omuz omuza mücadele vereceğin polis dostların, en önemlisi bir hayatın olacak... Ve elbette hiç tanımadığın ailen... Boşu boşuna ölmemiş olacaklar...’ Mehmet başı önde düşünceli halde öylece durdu, cevap vermedi, aklı karışık gibiydi... ‘Soruma cevap vermedin hala?’ dedi Sadun... Mehmet başını salladı ve ona baktı, ‘Biliyordum’ dedi... ‘O insanların mandırada bizden öncekilere neler yaptığını biliyordum. Annemim babamın o evin arka tarafında gömülü olduğunu da biliyordum... ve çocuktum... Tahminin doğru Sadun komser... Onları öldürmek istedim... Aslında öylesine güçlüydüm ki o zaman... Bir deprem ve hepsi bu! Hepsini gece uyurken toprağın altına gömebilirdim... Ama civar köylerde yaşayan insanların zarar görmesini istemedim, o yüzden bunu farklı bir yolla hallettim...’ ‘Onların peşlerine düşüp teker teker avlayanlar kimdi peki?’

 

175  

  ‘Halit denen o adamın en büyük korkusuydu onlar!’ Sadun şaşırdı ‘Yani doğru, öyle mi?’ ‘Enver çok zeki bir insandı. Er geç düşüncelerini okuyabileceğimizi biliyordu. Bu yüzden hiç bir şey düşünmeden durabilmek için kendini iyi eğitmişti. Hatta bu konuda öyle ileri gitmişti ki, anılarına dahi ulaşamıyordum! Aslında bizi eğitmek için kullanılan bilgileri kendi üzerinde de deniyordu... Ama bir yolunu buldum ve anılarına sızdım... Halit’ten de, yaptıkları her şeyden de haberim oldu bu sayede... Halit’in korktuğu o kişilerden birinin zihnine ulaşmayı başardım ve orada neler olup bittiğini anlattım!’ ‘Peki neden bir anda oraya gelip hepsini öldürmek yerine teker teker avladılar?’ ‘Ben öyle istedim, gelenleri kontrol altına alıp yönlendirdim! Enver ve diğerleri ölüm korkusunu yaşasınlar, her an öldürülecekler korkusuyla yaşasınlar istedim!’ ‘Peki ya o zavallı çocuklar? Onlar yazık etmiş olmadın mı? Neredeyse seni bile öldüreceklerdi!’ ‘Aslında her şeyi kontrol edebilecek durumdaydım ama dediğim gibi, Enver’in zihnini her zaman okumak mümkün olmuyordu. Orayı terk ettiğimiz gecenin akşamında yemeğimize bir nevi sakinleştirici katmış olduğunu çok sonra anladım! Hepimizi teker teker hipnoza aldı, en son ben kalmıştım. Ne yaptığını biliyordum ama sersemlemiş haldeydim karşı koyamadım... Sonra her şey kontrolümden çıktı’ ‘Şu halde günlükte yazanlara ters bir durum var!’ ‘Evet, bize mandrayı, yaşadıklarımızı ve hatta sahip olduğumuz tüm yetenekleri unutturmak üzere hipnoz yapmıştı Enver... Başardı da... her birimizi kimin yanına

 

176  

  verecekse onun babamız olduğunu, annemizin bizi doğururken öldüğünü telkin etti hipnoz esnasında... Önceleri hipnozun tesiri altında yaşadım... Beni Çanakkale’ye ailesinin yanına götüren Benan’ı öz babam diye bildim... Ama o gece... Sıranın bize gelmiş olduğu o gece evin içinde bizi öldürmeye gelmiş olan o iki kişiyi görünce ilk kez yoğun bir korku yaşadım! Nasıl oldu bilmiyorum ama kısmende olsa hipnozun etkisinden kurtuldum o anda... Sanki derinlerde bir şey, bir çatlak buldu ve sızıp yüzeye çıktı... Eski gücüme asla kavuşamadım ama geri gelende yetti o anda... Sonrasını biliyorsunuz...’ Mehmet’in yüzünde ağır bir hüzün vardı ve Sadun ona şefkatle baktı. ‘Bilemezdim... Böyle olacağını bilseydim, o zavallı çocukların da can vereceğini bilseydim... Asla kalkışmazdım böyle bir şeye... Benim o adamlardan, onlardan ne farkım kaldı ki?’ Mehmet başını önüne eğdi, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu. Sadun onu biraz yalnız bırakmak için çayı bahane etti, ‘Çay demlenmiştir’ dedi ve odadan çıktı... Mehmet’in dolu gözlerinden damlalar süzüldü, müdahale etmedi, akmasına izin verdi gözyaşlarının, belki de ilk kez! Sadun iki çay bardağı aldı dolaptan, içlerine birer kaşık, altlarına birer tabak koydu ve masaya dayalı sandalyelerden birini çekip oturdu. Bir süre daha Mehmet’i yalnız bırakmak istedi. On dakika kadar geçmişti, Sadun dalıp gitmiş haldeyken Mehmet’in mutfak kapısından ona baktığını fark edince tebessüm ederek ayağa kalktı,

 

177  

  ‘Çayın biraz daha demini almasını beklerken dalmışım, kusura bakma’ Mehmet imalı bir tebessümle karşılık verdi, biliyordu nede olsa neden içeri gelmediğini. Ve Mehmet hayatında ilk kez birine saygı duyduğunu fark etti o an! ‘Siz içeri geçin, çayı ben getiririm’ dedi. Sadun bu tavra memnun kalmıştı, Mehmet’in içinde ki gizli ancak düzgün kişiliğin ortaya çıkmaya başlaması onu fazlasıyla mutlu etmeye yetti, ‘Peki evladım, nasıl istersen’ dedi ve mutfaktan çıktı. Mehmet elinde çaylarla odaya geri döndü, ikisinide sehpaya bıraktı, ‘Sağolasın’ dedi Sadun. ‘Afiyet olsun’ Sadun sigara paketini aldı ve içinde kalan tek sigarayı aldı, paketi buruşturup sehpaya bıraktı. Çakmağı alıp sigarayı yakarken Mehmet’in gözü ondaydı, ‘Bu gerçekten son mu?’ diye sordu. ‘Kendime söz verdim! Hayatım boyuncada verdiğim tüm sözleri tuttum, biri hariç onun içinde pişmanım ya neyse!’ ‘Annenize evleneceğinize dair verdiğiniz söz ha?’ Sadun güldü ‘evet, aynen öyle’ dedi. Mehmet de kendi paketinden bir sigara alırken, ‘O halde bende size bir söz vereyim’ dedi. Sadun şaşkın bir merakla Mehmet’e baktı, ‘Bir daha zihninize girmeyeceğime söz veriyorum!’

 

178  

  Sadun güldü, ‘Açıkçası buna çok sevinirim, böyle kendimi sokakta çıplak yürüyormuşum gibi hissediyordum’ dedi. Mehmet sigarasını yaktı, ‘Meltem!’ dedi! Sadun merakla baktı ona, ‘Ne olmuş Meltem’e?’ diye sordu. ‘Size su böreği almış!’ dedi Mehmet ve o anda kapı çaldı! Sadun gülerek kalktı koltuktan, tabağına bırakıp kapıya gitti, açtı,

sigarasını

çay

‘Hoş geldin kızım’ dedi, elinde poşetle gülümseyerek içeri giren Meltem’e. ‘Hoş bulduk komserim’ Sadun kapıyı kapatırken, Meltem de ayakkabılarını çıkartıyordu ki gözü Mehmet’in postallarına takıldı, ‘Komserim kusura bakmayın arayıp haber vermeden geldim ama misafiriniz var galiba’ ‘Yabancı değil evladım, Mehmet burada’ Meltem şaşkınlıkla baktı ve kısık sesle ‘O Mehmet mi?’ diye sordu. Sadun ‘evet’ dercesine başını salladı. ‘Niye gelmiş?’ diye sordu aynı kısık sesle. ‘Anlatırım sonra’ dedi Sadun, tıpkı Meltem gibi kısık sesle.

 

179  

  ‘Ben poşeti mutfağa bırakayım, sizde ayakta kalmayın komserim’ ‘Peki kızım’ Sadun odaya geri dönerken, Meltem paltosunu çıkartıp portmantoya astı, mutfağa girerken göz ucuyla oturma odasına doğru baktı ve çayını yudumlamakta olan Mehmet’i görüp mutfağa girdi, ‘Hıım, bayağı bir karizmaymış arkadaş’ dedi, elindeki poşeti masanın üzerine bıraktı, kendine bir çay aldı ve mutfaktan çıkıp odaya gitti. ‘Hoş geldiniz’ dedi Meltem tebessümle, ‘Hoş bulduk Meltem hanım’ Meltem elini uzattı, tokalaştılar. Meltem, Sadun komserin yanında otururken onun da sigara içtiğini fark etti,

ki

koltuğa

‘Baba yine mi sigara?’ ‘Bu son kızım, valla son! Hatta bizde Mehmet'le tam bu konuyu konuşuyorduk ki sen geldin’ ‘Peki, öyle olsun bakalım’ Meltem sigarasını söndürmekte olan Mehmet’e baktı, sanki bir yerden tanıyormuş da çıkartamıyormuş gibiydi, ‘Tuhaf!’ dedi ‘Komserim sizi ilk gördüğünde bir yerden tanıyormuş ama çıkartamıyormuş gibi hissettiğini söylemişti... Şimdi bende aynı hisse kapıldım!’ Mehmet manidar şekilde tebessüm ederek baktı Meltem’e, ‘Aslında daha önce ikinizlede karşılaştık!’

 

180  

  Sadun ve Meltem şaşkınlıkla baktılar Mehmet’e, ‘Nerede karşılaştık?’ diye aynı anda sordular, ‘İki yıl önce beni beraberimdekilerle suçüstü yapıp tutuklamaya kalkışmıştınız!’ ‘Nasıl yani ya? Peki neden hatırlamıyorum ben bunu?’ Sadun anlamış edayla baktı Meltem’e, ‘Anlaşıldı!’ dedi, ‘Meltem’ciğim... Mehmet’in insanların zihnini okuma yeteneği olduğu gibi bildiklerini unutturma yeteneği de varmış anlaşılan’ ‘Şaka gibi!’ dedi Meltem, Mehmet’e bakarak, ‘Ama yeterince unutturmayı başaramamışsınız ki sizi hatırlar gibi olduk!’ Mehmet hafifçe gülerek karşılık verirken, Sadun da son sigarasını çay tabağına basıp söndürdü, ‘Elveda eski dost!’ dedi. ‘Aman komserim öyle dostunuz olacağına varsın hiç olmasın daha iyi’ ‘Artık olmayacak zaten merak etme evlat’ ‘Eyvallah komserim, ben çaylarınızı tazeleyeyim’ dedi Meltem ve her ikisinin boş bardaklarını alıp mutfağa gitti. Çayları koyarken şaşkınlığı hala yüzündeydi, ‘Adama bak yaa, neler yapabiliyormuş... Aslında hoş çocuk’ dedi kısık sesle ve sanki pot kırmış edayla durdu bir an, ‘Ya şimdi zihnimi okuyorsa!? Aptal Meltem!’ dedi, kendine kızarak! Mehmet’in güldüğünü fark etti Sadun,

 

181  

  ‘Hayırdır aklına bir şey mi geldi?’ diye sordu, Mehmet kapıya doğru bakarak, ‘Meltem... Benden hoşlanmış da, ona güldüm!’ Sadun’un gülen yüzünde tatlı-sert bir ciddiyet belirdi, ‘O benim için çok değerlidir Mehmet’ dedi. ‘Biliyorum, merak etmeyin buraya sizleri üzmek yada densizlik yapmak için gelmedim’ Sadun ‘tamam evlat’ dercesine babacan tebessümle başını hafifçe salladı. Meltem elinde çaylarla geldi, çayları iki koltuğun arasında ki sehpanın üzerine bırakıp yerine oturdu, ‘Arkadaşlarınız buraya geldiğinizi biliyorlar mı?’ diye sordu. ‘Onlar arkadaşlarım değil, ayrıca beni bir daha hiç hatırlamayacaklar!’ Sadun şaşkınlıkla güldü, ‘Yani buraya gelirken herşeyi ardında bırakıp geldin ha evlat? ‘Öylede diyebiliriz komserim’ ‘Başka ne yetenekleriniz var?’ diye atıldı Meltem. ‘Bana sirk maymunu muamelesi yapmazsan sevinirim’ dedi Mehmet, muzipçe. ‘Yok canım, merakımdan sordum’ ‘Şu aralar üzerinde çalıştığın dosyayı kapat bence!’ dedi Mehmet. ‘Niye kapatacak mışım?’

 

182  

  ‘Çünkü o üç kişiye birbirlerini vurmalarını ben söyledim!’ Meltem şaşkın bir tedirginlikle baktı Mehmet’e, ‘Nasıl yani?’ ‘Bir mal teslimi için gitmiştim oraya... O üçüde parayı teslim için gelmişlerdi’ ‘Eee?’ ‘Genelde gördüğüm her insanın hayatına göz atma alışkanlığım vardır... Onların zihnine de bir göz attım... Bir gece önce bir genç kıza tecavüz edip öldürdüklerini, cesedinide çöp konteynırına attıklarını öğrenince yaşamayı hak etmediklerine karar verdim!’ ‘Eline sağlık’ dedi Sadun komser! Meltem ikisine de şaşkınlıkla baktı, ‘Komserim orası öyle ama... Sonuçta Mehmet üç kişiyi öldürmüş durumda!’ ‘Teknik açıdan öyle sayılmaz, adamlara elini bile sürmemiş!’ diyerek Mehmet’e sahip çıktı Sadun! ‘Beni tutuklamayı mı düşünüyorsun?’ diye sordu Mehmet, yine aynı muzip tavırla. Gözlerini kısmış ona bakan Meltem bu tavırdan pek hoşlanmadı ve ‘yaşın kaç senin?’ diye sordu, ‘Otuz beş civarı, neden sordun?’ ‘Bence yaşının adamı olmayı dene! Burada karşıma geçmiş üç kişiye birbirlerini öldürttüğünü söylüyorsun yetmezmiş gibi çocuk gibi davranıyorsun! ‘Meltem!’ dedi nazikçe Sadun.

 

183  

  ‘Ama öyle komserim!’ diyerek kendini savunmaya çalıştı Meltem. Mehmet ise çayına şeker atıp karıştırırken oldukça eğlenir haldeydi. Sadun konuyu dağıtmak istercesine sözü değiştirdi, ‘Gece burada kalırsın Mehmet... yani dilediğin kadar kalabilirsin anlamında söyledim’ ‘Teşekkür ederim, rahatsızlık vermeyeyim size?’ ‘Olur mu canım öyle şey, ne rahatsızlığı?’ Mehmet ve Meltem göz göze geldiler, tebessüm etti, Meltem bakışlarını kaçırdı!

Mehmet

‘Neyse ben nasıl olduğunuzu görmeye gelmiştim, çayımı da içtiğime göre artık gideyim komserim. Malum sabah erken kalkmam gerek’ ‘Peki evladım, nasıl arzu edersen’ Meltem ayağa kalktı, ‘Börek getirmiştim, masanın komserim, afiyet olsun şimdiden’

üzerine

bıraktım

‘Sağol canım evladım’ Meltem, Sadun komsere sarıldı, ayağa kalmış olan Mehmet’e ise soğuk şekilde elini uzattı, ‘İyi geceler size’ dedi tokalaşırlarken. ‘Size de’

 

184  

  YENİ GÜN, YENİ HAYAT Sabah erkenden kalkıp alışverişe gidip kahvaltılık ve taze ekmek almıştı Sadun komser. Mutfakta hummalı bir gayret içinde sabah kahvaltısını hazırlıyordu. Tek başına kahvaltı ederken her daim mutfakta ki küçük masayı kullanıdırdı ama bu sefer oturma odasında ki masaya hazırlamıştı kahvaltıyı. Tavada ki yağın kızdığına emin olunca da bir tabağa çıpmış olduğu yumurtaları tavaya boşaltıp karıştırdı. ‘Günaydın’ dedi içeri giren Mehmet, üzerinde Sadun komserin pijamaları vardı ve biraz bol gelmişti. ‘Günaydın, nasıl iyi uyudun mu?’ ‘Huzurlu ve dinlendirici bir uykuydu’ ‘Sevindim’ karıştırırken. ‘Zahmet ederdim.’

dedi

Sadun,

etmişsiniz,

keşke

pişmekte

olan

omleti

çağırsaydınız

yardım

‘Sen misafirimsin... En azından bu günlük. Bundan sonra burası senin de evin evlat, bunu aklından çıkartma’ ‘Teşekkür ederim’ Sadun bir babanın oğluna baktığı gibi baktı Mehmet’e, Mehmet minnettar bir tebessümle karşılık verdi. Pişen omleti bıçakla ortadan ikiye ayırdı ve iki ayrı tabağa pay etti, ‘Sen şunları içeri götür, bende çayları koyup geliyorum Mehmet’ ‘Elinize sağlık’

 

185  

  ‘Şimdiden afiyet olsun’ Mehmet tabakları alıp içeri giderken Sadun da çayları koydu ve mutfaktan çıktı. Mehmet pencere önünde ayakta durmuş sigarasını yakmak üzereydi, ‘Önce kahvaltı!’ dedi tatlı-sert ifadeyle Sadun. ‘Tamam, emir büyük yerden’ diye karşılık verdi Mehmet, gülerek. Sessizce kahvaltı yaptılar bir süre. Arada kaçamak bakışlar ve tebessümler eşliğinde. ‘Dün akşam fazla sıkmak istemedim seni. Ama söylediğin bir şey aklımı kurcaladı Mehmet’ ‘Nedir efendim?’ ‘Eski gücüme asla kavuşamadım ama geri gelende yetti dedin bir ara... Neyi kast ettin tam olarak?’ ‘Hafızam o an kısmen de olsa yerine geldi ama sahip olduğum çoğu yeteneğim geri gelmedi. Şu an olduğumdan çok daha fazlasıyım aslında. O gece o odamların bizi öldürmeye geldiğini düşüncelerinden okuduğumda dediğim gibi ilk kez korku doldu içime. Aslında bize korku öğretilmedi, öyle bir duygu olduğunu bile bilmiyordum. Ve sonrasında o korkuyla evi temelinden salladım, kontrol edemedim o gücü çünkü tam olarak nasıl kullanacağım bir yana, hatırlamıyordum bile... Ev yıkıldı, göçüğün altında kaldım. Başıma bir beton parçası düşmüş, geri gelen hafızamdan fazlası o an gitti!’ ‘Şaka yapıyorsun?’ dedi Sadun hayretle. ‘Maalesef öyle, kendime geldiğimde hastanedeydim... Ne kim olduğumu biliyordum, ne de orada neden bulunduğumu... Unuttuğum her şeyi yıllar sonra sizin

 

186  

  sayenizde hatırladım. Beni düşünüp adımı andığınız anda aslında benimle irtibata geçtiniz, tabi bu tek yönlü bir irtibat oldu ama beni yıllar sonra kendime getirdi. Tabi kendime gelmemle yıkılmam da bir oldu aslında... Öldürülen ailemi hatırladım... Benim çocukça intikam hırsım yüzünden öldürülen o zavallı çocukları hatırladım...’ ‘Anladım evlat...’ ‘Müsaadenizle’ dedi ve sofradan kalkıp pencerenin önüne gitti, sehpadan sigara paketi ve çakmağı aldı, ‘Rahatsız olacaksanız dışarıda içeyim’ ‘Keyfine bak, ama az yedin’ ‘Elinize sağlık komserim, fazla yemeği sevmiyorum’ ‘Desene bana çekmişsin’ Güldüler. Mehmet sigarasını yaktı, derin bir nefes çekti, ‘Bir ara çıkıp sana giyecek bir şeyler alalım’ ‘Aslında fena olmaz, size de yük olacağım ama’ ‘O nasıl söz evladım? Aksine gelirken yanında o kirli paraları ve onlarla aldığın hiç bir şeyi getirmediğine son derece memnun oldum!’ Mehmet tebessüm etti. ‘Bu arada dün gece Meltem biraz sert davrandı, kusuruna bakma, görev aşkı onun için herşeyden önce gelir’ ‘Anlıyorum komserim, onu da gayet iyi anladım, sorun yok merak etmeyin’ ‘Demek senden hoşlandı ha?’ dedi gülerek Sadun komser.

 

187  

  Mehmet gülerek karşılık verdi. ‘Bu aramızda kalsın komserim, bir de bunun yüzünden hışmına uğramak istemem doğrusu, bu sefer beni kesin içeri tıkar!’ Sadun kahkahalarla güldü, ‘Doğru diyorsun, delidir benim kızım’ ‘Sizi çok seviyor’ ‘Öyle, bende onu çok severim, öz kızım gibidir’ ‘Bu da aramızda kalsın komserim ama... Size hoşunuza gittiğini bildiği için bazen baba diye hitap ediyor!’ ‘onu da biliyorum, sağolsun canım evladım’ Sadun sandalyeden kalktı ve masayı toplamaya başlamışken, Mehmet de aceleyle söndürdü sigarasını ve ona yardıma gitti, ‘Bu arada bana komserim falan diye hitap etmesen... Hem artık komserlik geride kaldı...’ ‘O zaman bende Meltem gibi baba diyeyim’ dedi gülerek Mehmet. Ellerinde kahvaltı tabakları ile mutfağa giderlerken, Sadun da güldü ‘harika bir fikir!’

doğru

‘Kızınız kesin kıskanacak!’ ‘Kesin!’

 

188  

  ŞÜPHE Meltem tenha bir cadde de arabasıyla ilerliyordu. Bir kaç ay önce bankadan çektiği ikinci el taşıt kredisiyle almıştı arabasını ve gözü gibi bakıyordu 2007 model Opel Astra’sına! Öyle ki bir hafta kadar önce alışveriş için gittiği alışveriş merkezinin otoparkında, yanlışlıkla arabasını çizen bir adamı neredeyse tutuklayıp merkeze götürecekti! Arabayı kullanırken yüzünde belli belirsiz ve bir o kadarda anlamsız bir tebessüm vardı ki birden bire kendine gelmiş gibi ciddileşip kaşlarını çatarak dikiz aynasında kendine baktı, ‘Napıyorsun kızım sen? Manyak mısın nesin? Sabahtan beridir o salak herifi düşünüp duruyorsun! Aklını başına topla!’ diye kendi kendini azarladı! Birden frene asıldı aklına çok daha beter bir şey gelmiş gibi ve arabası olduğu yere yapışırcasına dururken, arkadan hızla gelmekte olan bir aracın acı fren sesi yolu yırttı adeta! Neyse ki araba çarpmaya az bir mesafe kalmışken durabildi! Arkada ki arabanın şoförü, Meltem'in yanından geçip giderken okkalı bir de küfür yapıştırdı ama neyse ki Meltem onu duymadı bile! Gözlerini sabit şekilde yola dikmiş, öylece bakıyordu. ‘Bu adam dün gece benim zihnime gidip kendine aşık etmeye kalkışmış olmasın?’ dedi panik halde! ‘Yemin ediyorum öldürürüm onu!’ dedi ve sertçe direksiyona yumruğu indirdi. ‘Adama bak ya, bir geldi ortalığı dağıttı ilk geceden! Manyak şey!’

 

189  

  Direksiyona bir iki yumruk daha savurduktan sonra sakinleşti Meltem, ‘Bunu öğrenmenin bir yolu var!’ dedi ve gaza tüm gücüyle yüklendi, arabanın lastikleri patinaj yaparak fırlarken asfaltın üzerinde derin siyah izler bırakıyordu!

 

190  

  İLK ADIMLAR Sadun koltuğa oturmuş, pencereden dışarı bakıyordu, boğaz manzarasına dalıp gitmişti. Mehmet üzerini değiştirmiş halde odaya girdi, Sadun onu fark edip dönüp baktı, ‘Birazdan çıkar alışveriş yaparız’ ‘Olur baba, nasıl arzu edersen’ dedi Mehmet, muzip tavırla. ‘Bu kadar çabuk alıştığına çok memnun oldum evlat. Neredeyse bir günde tüm yabancılığını attın üzerinden’ ‘Aslında tam olarak bir gün sayılmaz... Adımı andığınız andan beridir desek daha doğru!’ ‘Aaa, tabi öyle ya, unutmuşum’ ‘Aslında işin doğrusu... Teklifinizi kabul edip yanınıza gelmemde en büyük etken sizin iyi niyetinizi ve içtenliğinizi anlamamdır... Tekrar sağolun’ ‘Sen sağol evladım’ ‘Sizin kız, bir hayli kızgın haberiniz olsun!’ ‘Meltem? Hadi canım? Ne olmuş ki?’ O anda köşkün bahçe kapını önünde sert bir fren sesi duydular, onu araba kapısının sertçe vurularak kapanma sesi izledi! ‘Bana kızmış’ ‘Sana mı? Dünden dolayı mı?’ ‘Sayılır!’

 

191  

  Kapı zili hışımla çaldı, Mehmet kapıyı açmak üzere hareketlenmişken Sadun ayağa kalktı, ‘Mehmet sen dur ben açayım istersen, bizim kızın sağı solu belli olmaz’ Yok baba siz rahatsız olmayın, bir kızdan dayak yiyecek değiliz ya!’ Sadun güldü. Mehmet tebessümle suratıyla karşılaştı,

kapıyı

açtı,

Meltem’in

asık

‘Benimle geliyorsun, hemen!’ dedi Meltem, yüksek sesle ve tehditkar tavırla. ‘Bizde babamla alışverişe çıkacaktık aslında’ diye karşılık verdi Mehmet, onu daha fazla kızdırmak ister gibi! ‘Baba mı!?’ ‘Ne diye hitap edeyim komserime? Dede mi diyeyim?’ ‘Sen gerçekten büyümeyi başaramamış bir çocuksun!’ Sadun kapıya geldi, tebessümle baktı ikisine de, ‘Meltem? Canım niye kapıda duruyorsun gelsene içeri evladım’ ‘Sağolun komserim, Mehmet beyle görüşmem gereken bir konu var ve acil... Tabi izniniz olursa.’ ‘izin ne kelime, e gel içeri o zaman’ ‘Yok, mümkünse yalnız görüşmek istiyorum’ Sadun, Mehmet’e baktı, ‘Tamam sorun değil, buyrun gidelim’ dedi Mehmet Meltem’e.

 

192  

  Eğilip postallarını giyerken, Sadun ve Meltem gözgöze geldiler. Sadun ‘Ne oldu?’ dercesine mimiklerle baktı Meltem’e. Meltem de dudaklarıyla ‘sonra anlatırım’ dedi. ‘Evet, ben hazırım... Sizin içinde sakıncası yoksa alışverişe artık yarın çıkarız... Gelirken almamı istediğiniz bir şey var mı?’ ‘Peki Mehmet nasıl istersen. O zaman fırından iki ekmek al bir zahmet’ ‘Mehmet manidar olmadığını hatırladı o an,

şekilde

baktı,

Sadun

parası

‘Ah! Neredeyse unutuyordum!’ dedi ve cebinden elli lira çıkartıp uzattı, Mehmet alıp cebine koydu, ‘Görüşmek üzere’ dedi. ‘Komserim uğrarım bir ara’ dedi Meltem de. ‘Tamam evladım, beklerim mutlaka’ Sadun arkalarından kapı kapatırken, ikisi köşkün bahçe kapısından çıkıp Meltem’in arabasının yanına geldiler. Meltem uzaktan kumandayla kapıları açtı, bindiler. Meltem arabayı çalıştırdı ve hareket ettirdi, ‘Niye Sadun komserimden para istedin? Yok mu paran? Milyonlar içinde yüzüyorsun diye biliyordum’ ‘Ben buraya temiz bir hayat için geldim!’ Meltem başını çevirip takdir eder edayla baktı ona ve tekrar gözlerini yola çevirdi, ‘Aferim sana!’ ‘Teşekkür ederim!’

 

193  

  Meltem sahil yoluna sürdü arabasını ve Kanlıca’ya doğru yol aldı, yol boyu hiç konuşmadılar. Ama her biri aralıklarla göz ucuyla diğerine bakıyor, süzüyordu! Kanlıca’ya ulaştıklarında Meltem arabayı yol kenarına park etti. Arabadan inerlerken Belediyeye bağlı otopark görevlisi koşarak Meltem’in yanına geldi ve hemen koçandan bir makbuz kopartıp arabanın sileceğine iliştirdi, ‘Bu ne hız?’ dedi Meltem. ‘Abla bekleyenler varda’ ‘Arabama iyi bak geldiğimde üzerinde tek bir çizik bile görürsem okurum canına haberin olsun!’ Mehmet güldü, Meltem dönüp ona sinir sinir baktı! ‘Ablacım merak etmeyin bir şey olmaz, ben ücreti rica edeyim’ ‘Ne kadar?’ ‘On lira’ Meltem çantasından parayı çıkartı uzattı, tam otopark görevlisi paraya uzanmışken geri çekti, ‘Ne göreyim!’

malum

belediye

çalışanı olduğun?

Kimliğini

‘Abla yapma gözünü seveyim bak ilerde araba çıkıyor!’ Mehmet duruma müdahale etti ‘doğru söylüyor, kimliğini görmene gerek yok’ dedi. Meltem parayı uzattı, adam aldığı gibi kaçarcasına uzaklaştı. Mehmet, Meltem’in yanına geldi, karşıya geçmek için hızla gelip geçen arabalardan fırsat kolluyorlardı ki, arabalar

 

194  

  birden sert frenajlarla durdular! Meltem dönüp Mehmet’e baktı, ‘E ne yapayım kimsenin duracağı yoktu!’ Meltem ‘ya sabır’ dercesine başını iki yana salladı ve karşıya geçtiler, neden birden bire frene asıldığını bile anlamayan arabalardaki insanlarda yollarına devam ettiler. Kanlıca çay bahçesine doğru yürürlerken, ‘Benim yanımda böyle şeyler yapmazsan sevinirim!’ dedi Meltem. ‘Emredersiniz komserim!’ İçeri girip boş bir masaya oturdular. Bir süre ikiside sessizce boğazı seyre daldı. Mehmet yaklaşan garsona ‘iki çay’ dedi ve Meltem’e baktı, ‘Gerçi param yok ama sen ısmarlarsın artık!’ dedi. Meltem ciddi durmaya çalışıyordu ama güldü. ‘Evet’ dedi Mehmet ‘Seni dinliyorum’ ‘Dün gece ne oldu?’ diye sordu Meltem. ‘Ne demek ne oldu?’ ‘Anlamamış gibi yapma! Her haltı çok iyi bildiğini biliyorum!’ Mehmet güldü, Meltem ters ters baktı, ama bakışlarında sertlik kadar belli etmemeye çabalasa bile beğenide vardı. ‘Bak... Meltem... Dün ani bir tanışma oldu farkındayım. Ve bazı şeyler çok hızlı üst üste geldi. Hele ben tam ambale olmuş durumdayım... Dün gece için özür dilerim ama

 

195  

  alışkanlık işte, zihninden geçenlere bir göz attım işte’ ‘Ne hakla?’ diyerek sözünü kesti Meltem. ‘Tamam, haklısın... Özür diliyorum, anlaştık mı?’ Garson çayları getirip bıraktı masaya ‘afiyet olsun efendim’ dedi ve uzaklaştı. Çaylarına şeker atıp karıştırdılar, ‘Sana dün gece ne oldu diye sorarken neyi kast ettiğimi bal gibi biliyorsun!’ ‘Ben hiç bir şey yapmadım!’ ‘İnanayım mı sana?’ ‘neden inanmayasın ki? Ne yani benden hoşlanmanı sağlamak için yeteneğimi kullandım öyle mi sanıyorsun? Bana şöyle bir bak istersen bunun için ayrıca yeteneğe ihtiyacım var mı?’ dedi Mehmet, dalga geçer gibiydi bunları söylerken. Meltem sinirden güldü. ‘Benden hoşlanmış olman gayet doğal yani!’ diye ekledi mehmet! Meltem hışımla döndü ona, ‘Ne hoşlanması be? Onca işimin gücümün arasında seninle mi uğraşacağım ben?’ dedi, yüksek sesle. ‘Benden hoşlandınsa benim suçum ne? Hem ne var ki bunda, benden senden hoşlandım işim doğrusu’ Meltem, öfkesini bastırmak ister gibi yumdu gözlerini, dudaklarını sıktı ve dönüp Mehmet’e baktı, ‘Garip bir şekilde çıkıp geldin. Tamam, seni Sadun komserim buldu, eyvallah. Ve seni hayatına çok çabuk kabul

 

196  

  etti, buna da eyvallah! Ama ben seni hayatıma kabul etmedim Mehmet efendi ve etmeyede niyetim yok! O yüzden bana karşı mesafeli davran! Aksi halde-’ ‘Ne? Beni içeri mi tıkarsın?’ ‘Gerekirse evet!’ Mehmet tartışmayı büyütmemek için alttan almaya karar verdi ve ciddileşti, ‘Peki Meltem... Bu arada adınla hitap ediyorum ama bunu yüz göz olmak olarak nitelendirme lütfen... Haklısın, birden çıkıp adeta hayatınıza daldım... Ama yemin ederim ki kimsenin huzurunu kaçırmak için gelmedim, aksine huzur aradığım için geldim. Ve bulduğuma da dünden beridir eminim. Ve bunun bozulmaması için elimden geleni yapmaya da hazırım. Ayrıca dün Sadun babaya söz verdiğim gibi şimdi sanda söz veriyorum. Bir daha asla zihnini okumayacağım.’ Meltem sakinleşmişti, tebessüm belirdi,

yüzünde

belli

belirsiz

bir

‘Aslında sana tavrım kendimle alakalı değil. Bu yalnızca bahane... Eminim ki sebebini gayet iyi biliyorsundur...’ ‘Biliyorum... göreceksin’

ve

korkunu

yersiz

çıkartacağımı

‘Bak, Mehmet... Sadun komserim benim için çok değerlidir. Öz anne babamdan görmediğim sevgiyi, ilgiyi, şefkati ondan gördüm. Öz babam olsa ancak bu kadar severdim herhalde... Ve çok yorgun o... Yıllarını görevi için harcadı adeta, kendine hiç bir şey bırakmadı... Sonra... Bir şekilde senden haberdar oldu... Peşine öyle bir düştü ki seni bulmak için bu karda kışta neredeyse tüm ülkeyi dolaştı... Geri döndüğünde yatağa düşecek kadar hastaydı, ki bir kez

 

197  

  olsun hastalandığını görmemiştim... Hele seninle ilk görüşmesinde yaşadığı hayal kırıklığını ve hüznünü anlatamam bile... Sana garip bir şekilde bağlandı, senden çok ümitli... Ve sen onu yıkacak bir şey yaparsan-’ ‘Asla!’ diyerek sözünü kesti Meltem’in Mehmet ‘Böyle bir şey asla olmayacak!’ ‘Umarım’ ‘Bak Meltem... Ben çok boş bir hayat yaşadım bu güne değin. Hatta bir hayatım bile olmadı aslında... Tıpkı hiç tanıyamadığım, hatta birbirlerini dahi tanıyamamış annem, babam, dedem ve ninem gibi... Sadun baba beni bir lütuf olarak gördüğünü söylüyor... Halbuki benim için asıl lütuf o oldu... Onun varlığından haberdar olduğum andan itibaren hayatımda ilk kez gerçekten bana değer veren birinin olduğunu fark ettim... Bana acıyan, düşünen ve hatta karşılıksız seven biri... Bu hayatta tek başına kalmak, tek başına yaşamak nedir gayet iyi bilirim... Gidecek bir yerinin, bir yuvanın olmaması nedir gayet iyi bilirim... Daha Sadun baba beni görmeye gelmeden hissettim o sıcaklığı...’ ‘Peki o gün ona neden sert davranıp gönderdin?’ ‘Kendini yerime koy lütfen... Sabah Sadun babaya da anlattım... Hafızam yerinde değildi, onca yıl kendime ait hiç bir şey bilmeden yaşadım ve bir anda herşeyi hatırlayıverdim... Allak bullak haldeydim, kendimi toplamam ve düşünmem için zamana ihtiyacım vardı.’ Meltem iyice sakinleşmişti, hatta Mehmet'in ona yaptığı gibi muzip bir tebessümle baktı ona. ‘Biliyorum, hakkımda bildiğin tek şey Sadun babanın günlükler yoluyla öğrenip sana anlattıkları ve benim mafya maceram... Ama ben ne o günlüklerde anlatılan çocuğum nede azılı bir mafya üyesi... Bunu göstermem için bir fırsat

 

198  

  istiyorum şimdi senden, hepsi bu’ ‘Peki, o zaman anlat bana kendini... En azından eşitlik olsun, nasılsa hakkımda her detayı eminim ki biliyorsundur’ Mehmet güldü ister istemez, ‘Çok düzgün bir insansın, hatta hayatımda gördüğüm en düzgün kadın sensin’ dedi. Meltem’in hoşuna gitti, ama belli etmemeye gayret etti, ‘Peki sonra?’ diye sordu. ‘Sonra? Neyin sonrası?’ ‘Aferim sana! Denedim seni, bakalım söz verdiğin halde zihnimi okuyacak mısın diye!’ ‘Söz verdim mi sözümü tutarım!’ ‘Hıım! O zaman sana bir kere daha aferin... Hadi anlat, mandıradan götürüldükten sonra bugüne kadar neler olup bittti?’ Mehmet önceki gece ve sabah kahvaltı esnasında Sadun komsere anlattığı herşeyi bir kez daha anlattı Meltem’e. Konu çocukların öldürülmesine gelince Mehmet’in yine gözleri doldu, Meltem onun bu halini görünce üzüldü, elini dostça omzuna koyup kendince destek olmak istedi, ‘İstersen başka zaman devam et, üzüldünse boşver şimdi’ dedi. ‘Yoo, kendimi hatırlamama yardımcı oluyor aslında’ ‘Peki sen bilirsin...’ ‘Sonra... Sonra hastanede açtım gözümü, hiç bir şey hatırlamıyordum o an... Bir hafta sonra İzmir çocuk esirgeme

 

199  

  kurumuna gönderildim... Herşey üstüme üstüme geliyordu sanki... Ben kimim? Orada ne işim var? Tüm bu insanlar neyin nesi? Cevabı olmayan ama rahatsız eden bir sürü sordu... Evin yıkıldığı o gece geri gelen yeteneğim hafızamla beraber tekrar kaybolmuştu... Ama bir gün yemek yerken elimi su bardağına uzattığım anda bardak elime doğru gelince ürktüm!’ Güldü Mehmet o an, ‘Bir çocuk vardı orada, devamlı cinlerle ilgili hikayeler anlatıp diğer çocukları korkuturdu. O an bana cinlerin musallat olduğunu sanıp korktum’ Meltem güldü, dirseğini masaya dayadı, elini çenesine yerleştirip tüm dikkatini Mehmet’e vererek dinlemeye devam etti, Mehmet’te anlatmaya. ‘Sonra bu tekrarlanmaya, daha da artmaya başladı... Kapıları dokunmadan açıp kapayabiliyordum... Önce korktum ama sonradan hoşuma gitmeye başladı... Bunun bir yetenek olduğunu kavradıktan sonra ise çok rahatladım... Hatta arasıra bende çocukları korkutuyordum bu yolla, ama benim yaptığımı kimse bilmiyordu elbet!’ Mehmet’le beraber Meltem de güldü. ‘Yazık ama çocuklara yaa’ ‘Öyle ama unutma ki o zamanlar bende çocuğum’ ‘Hoş, sanki şimdi bir farkın varda!’ Güldüler ikisi birden, aralarındaki buzlar iyice erimişti, bu ikisinin de hoşuna gitti. Meltem elini kaldırıp garsona iki çay getirmesini işaret etti. ‘Sonrasında yalnızca eşyalara değil, insanlara da istediğimi yaptırabildiğimi fark ettim. İşte bu hayatımın

 

200  

  dönüm noktasıydı o an için. Yaşım on bire gelmişti ve hapis hayatıydı aslında yaşadığımız. Sıkıldım, bunaldım, dışarda ki dünyayı merak ettim ve kaçtım’ Garson çayları getirip masaya bıraktı ve hala dolu olan soğumuş çayları alıp uzaklaştı. Çaylarına şeker anlatmaya devam etti,

atıp

karıştırırlarken,

Mehmet

‘İzmir de turladım o gün, akşama doğruyla bir otele gidip kral dairesinde kaldım, tüm oteli kendime uşak etmiştim!’ ‘Delisin sen yaaa! Çocuk aklıyla yediği halta bak!’ ‘İşin kötüsü hoşuma gitti, ama İzmir’den sıkıldım bir kaç ay sonra’ ‘Eeee?’ Mehmet çayından bir yudum alıp devam etti, ‘Sonra ana cadde üzerine çıktım, gözüme kestirdiğim en lüks arabayı durdurup bindim. Direksiyon başında şık giyimli bir adam vardı, İstanbul’a sürmesini söyledim, sürdü!’ Gülüştüler, ‘Eee sonra?’ diye sordu Meltem gülemeye devam ederek. ‘Sonra... İzmir de yaptığımı İstanbul’da da yaptım, her ay bir otelde kalıyordum... Yıllar öyle geçti işte... Bir gün yine bir oteldeyken Tayfun Ağababa’yla tanıştım.’ ‘Şu mafya babası’ ‘Evet o... Adam zekiydi, bende bir gariplik olduğunu hemen anladı, bende anlamasına izin verdim zaten... Onunla takılmaya başladım... Tanıştığımızda küçük, kendi çapında

 

201  

  bir uyuşturucu satıcısıydı... Ama sayemde gittikçe büyüdü... uzun yıllar geçirdim onunla birlikte. O camiada tanıdığım yine de en düzgün adam oydu. Birde embesil bir kardeşi vardı, bir kaç kez elimden son anda yetişip almıştı Tayfun kardeşini’ Meltem güldü ‘İlahi Mehmet’ ‘Sonrası... Sonrasını biliyorsun... İşte hayatım bundan ibaret’ ‘Peki... Sert bir soru geliyor şimdi’ ‘Hazırım’ ‘O üç kişi haricinde kaç kişiyi... demeyeyimde bari, ölmelerine sebep oldun?’

Öldürdün

‘Yirmi civarı! Ama hepsi ya o üç kişi gibiydi yada bizi öldürmek üzere silaha sarılan tiplerdi’ ‘Ama öldürmek durdurabilirdinde!’

yerine

onları

yalnızca

‘Meltem beni kendine göre değil, o ana kadar yaşadıklarımı göz önünde bulundurarak bana göre değerlendirirsen beni daha iyi anlarsın...’ ‘Anladım... Peki bir soru daha’ ‘Dinliyorum’ ‘Seni Sadun komserimin isteği üzerine araştırırken askerliğini yapmadığını öğrendim!’ ‘Hıım, şu mesele!’ ‘Mesele? Askerlik bir mesele mi senin için?’ ‘Beni bana göre değerlendirecektin hani? ‘Hıım, pardon’

 

202  

  ‘Bir kaç kez inzibatlar yakaladı ama sonra hepsi unuttular, bende gitmedim işte’ ‘Peki ya şimdi? Gidecek misin?’ ‘Sen git diyorsun anlaşılan, peki hatrın için giderim ne yapalım’ ‘Hatırım için falan değil, vatana borcunu ödemek için gideceksen git!’ ‘Tamam, hemen parlama, söz, aynen dediğin gibi hissettiğimde askere gideceğim. Ama bunun için birazcık zaman tanı bana’ ‘Fazla geç kalma bence, yaşın gelmiş otuz beşe, zor olur sonra’ ‘Sağlık olsun ne yapalım?’ Güldü Meltem, onun gülmesi Mehmet’in de hoşuna gitti. ‘Biliyor musun Meltem? Hayatımda gerçekten ilk kez mutluyum... İçimden gelerek baba diye hitap ettiğim biri var... Üstelik beni tanımadan, görmeden sevmiş biri... Bana evladım derken gözlerinin içi gülen biri... Hep bir fırsatım olsun, bu fırsat güzel bir hayat sunsun istedim, ama onca yıl olmadı... Şimdi bir anda herşey değişti... Gerçekten tarif edememeyeceğim kadar mutlu ve huzurluyum, ilk kez’ ‘Senin adına sevindim’ ‘Bu sabah Sadun babaya seninle ilgili bir sır verdim, umarım kızmazsın bana!’ Meltem sandalyede bir anda dikiliverdi, ‘Neymiş o bakayım?’

 

203  

  ‘Ona hoşuna gittiğini bildiği için arasıra baba diye hitap ettiğini söyledim’ Meltem güldü. ‘Doğru’ ‘Evet, Sadun babada biliyor zaten, onunda çok hoşuna gidiyor senin ona gösterdiğin sevgi ve yakınlık’ ‘Allah başımızdan eksik etmesin’ ‘Amin... Umarım... Umarım seninle de çok iyi iki arkadaş oluruz’ ‘Ben zaten öyle olduğumuzu sanıyordum ya neyse! Gülüştüler, ‘Bak şimdi daha da mutlu oldum’ dedi Mehmet, içtenlikle. Gözgöze geldiler, ikisinin gözlerinde de beğeni ve sevgi pırıltısı vardı ama ikisi de kaçırdı gözlerini. ‘Sadun baba meraktan çatlamıştır şimdi, kalkalım bence!’ dedi Meltem. ‘Evet, bence de, hatta şu an senin beni kodese tıktığını falan düşünüyordur’ Kahkahalarla güldüler. Meltem garsona eliyle hesabı getirmesi işaret etti.

 

204  

  KARARLAR Mehmet köşke yerleşeli bir hafta geride kalmıştı ve sanki yıllardır Sadun komserin yanında yaşıyormuş gibi rahat hissediyordu kendini. Özellikle Sadun komserin keyfine diyecek yoktu, Mehmet resmen öz evladı muamelesi yapıyordu ki, Mehmet’in de bu konuda ondan farkı yoktu, onu hiç tanımadığı babasının yerine koymuştu adeta. Sadun komser kendi yatak odasının yanında ki odayı Meltem geldiğinde kalsın diye onun için dayayıp döşetmişti, şimdi o oda Mehmet’in odası oluvermişti. Mehmet de ilk fırsatta ‘odanı ele geçirdim, senin pabucun bu evde dama atıldı’ diyerek Meltem’e takılmış, Meltem ise belli etmesede kıskanmıştı bu durumu! Meltem üzerinde çalıştığı cinayet davasını bir an önce çözmek için kendini zorluyordu ve köşkede fazla uğrayamaz olmuştu son günlerde. Sadun komser ve Mehmet yedikleri akşam yemediğinin ardından oturma odasında çay eşliğinde sohbet ediyorlardı. Özellikle Sadun komser son bir haftadır Mehmet’i eski hayatından tamamen kopartmak ve unutturmak adına eskilere ait hiç konu açmamış, hep kendi anılarını anlatmış ve Mehmet için gelecek planlaması yapmışlardı. Ama bu gece hep merak ettiği bazı konuları sormak, merakını gidermek istiyordu. ‘Merak ettiğim bazı şeyler var aslında’ ‘Buyur baba nedir?’ dedi Mehmet ve son yudumunu aldığı çay bardağını sehpaya bıraktı. ‘Şu Halit beyin en büyük korkusu olan insanlar... Onlarla çocukken irtibata geçtiğini söylemiştin’

 

205  

  ‘Yalnızca biriyle’ ‘Evet, biriyle... Ama sonuçta aranızda bir iletişim oldu... Peki bu insanlar senin varlığından haberdar oldukları halde seni neden sağ bıraktılar Mehmet?’ Mehmet önemli bir açıklama yapacakmış edayla oturduğu koltukta öne çıktı, kollarını bacaklarının üzerine yaslayıp Sadun’a doğru eğilerek anlatmaya başladı, ‘Sadun baba... Her insanın nasıl ki parmak izi ayrı ise, her insanın birde zihin izi vardır... Bunun ancak benim gibiler anlayabilir ve tanıyabilir elbette... İrtibata geçtiğim o kişi beni yalnızca aklına getirerek zihin izimden bana hemen ulaşabilir, nerede olduğumu dahi hemen anlayabilir, bu yetenek bende olduğu gibi onda, yada onlarda da var muhakkak. Sonuçta bizi kaçırdıkları halde hepimizin yerini buldular, evet hipnoz altındaydık ama yalnızca düşüncelerimiz bastırılmış, bilinç altımıza itilmişti. Ama bu zihin izimizi yok etmiyordu, bizleri elleriyle koymuş gibi teker teker buldular...’ ‘Peki sen?’ ‘Ben? Hafızaya kaybı yaşadım yıllar boyu, bu sayede zihnim neredeyse bir bütün olarak derinlere gömüldü, ben bile çıkartamadım... Bak baba, bunu söyle düşün, iki eli de kopan birinin artık parmak izi alınabilir mi?’ ‘Anladım evlat’ dedi Sadun, başını hafifçe sallayarak. ‘Hafıza kaybımla beraber zihin izim kaybolduğu için bana erişemediler ve benimde öldüğüme kanaat getirdiler, olan bu’ ‘Peki ya şimdi?’ diye sordu Sadun, sesinde birazda endişe vardı.

 

206  

  ‘Şimdi... Hafızamla birlikte zihin izimde geri döndü elbet... Ama benimde geçen onca yıl boyu yeteneklerim arttı, onları daha iyi kullanmayı öğrendim. Her ne kadar sahip olduğum yeteneklerin tamamımı geri kazanamamış olsam da, elimdekileri doğru şekilde kullanmayı biliyorum... Bu sayede zihin izimi de gizleyebiliyorum’ Sadun rahatlamış gibi ardına iyice yaslayıp ‘endişe edecek bir şey yok yani?’ diye sordu. ‘Yok babam rahat ol sen, benim varlığımdan haberdar olsalar ve peşime düşler zaten o anda haberim olur, sizi nasıl hissetmişsem onlarıda hissederim... Kaldı ki artık karşılarında küçük bir çocuk bulamazlar!’ ‘Anladım evladım, bunu duyduğuma sevindim işte’ ‘Çay?’ diye sordu Mehmet. ‘Zahmet olmazsa’ ‘Ne zahmeti baba, emrin olur’ dedi Mehmet gülerek ve boş bardakları alıp mutfağa gitti. Sadun pencereden boğazın manzarasına daha bir keyifle bakıyordu artık, hep özlem duyduğu aile ortamını kısmende olsa yakalamıştı nede olsa. Mehmet çayları getirip sehpaya bıraktı, ‘Eline sağlık evlat’ ‘Afiyet olsun’ dedi Mehmet koltuğa ve koltuğa oturdu. ‘Yavrum ben bıraktım diye çekinmene gerek yok, iç sigaranı’ ‘Yok baba o da geçmişime ait bir şey, bırakmaya karar verdim!’

 

207  

  ‘Şaka yapıyorsun? Aferin sana be! Valla çok sevindim işte buna’ ‘Sağol Sadun baba... Yıllarca kaybolmuş halde dolandım durdum, beni bulmasanız kaybettiğim kendimi asla bulamayacaktım... Hatta... Belki çok daha kötü biri haline dönüşüp çok daha fazla can yakacaktım’ ‘Bu senin suçun değil Mehmet, kendini sakın suçlama bundan öncesi için... Yarını boşver evladım, geleceğine odaklan... Ve hiç şüphe duyma bundan, çok güzel bir hayat seni bekliyor artık’ ‘Beklemiyor baba, ben o hayatı zaten yaşamaya başladım’ Sadun duyduğuna memnun olmuş halde güldü ‘doğru diyorsun, hem de çok doğru’ dedi. ‘Meltem gelecekti, geç kaldı yine işe güce daldı herhalde’ ‘Olabilir, e bak bakalım neredeymiş?’ ‘Yok baba, onada size verdiğim gibi söz verdim, zihnine girmek yok’ Sadun güldü ‘İyi yapmışsın, bırak zihnine girmeyi, özel hayatına biraz müdahale et kaplan gibi saldırır valla!’ dedi. ‘Biliyorum, geçen hafta aldım payıma düşeni!’ İkisinin de kahkahaları köşkün odanda çınladı. Biraz sonra sakinleştiler, çaylar yudumlandı, kısa bir sessizliğin ardından Sadun komser sordu, ‘Merak ettiğim bir şey daha vardı... Günlüklerde hiç değinilmeyen bir şey’ Mehmet dikkatle baktı Sadun’un yüzüne,

 

208  

  ‘Sizi nasıl eğittiler Mehmet?’ diye sordu Sadun. ‘Konuşmaya başladığımız andan itibaren Enver bize yalan olduğunu bilmemizin mümkün olmadığı yalanlar söylemeye başlamıştı Baba...’ ‘Dur biraz dur, günlükte neredeyse bir yaşınızda konuşmaya hatta yürümek bir yana koşmaya başladığınız yazıyordu. İlk bir kaç yaşını hiç kimse hatırlamaz evlat, bunuda mı hatırlıyorsun yani?’ ‘Baba kabul et ki normal değilim!’ dedi Mehmet, gülerek. ‘Ona ne şüphe!’ diye gülerek karşılık verdi Sadun komser. ‘Enver’in bize söylediği ilk yalan şuydu... Doğan her çocuk yetiştirmek üzere buraya yada bunun gibi başka yerlere bırakılır ve yanlarında yalnızca anneleri olur. Babaları çocuklarının olması gerektiği gibi yetiştiği ana kadar onları göremez. Babalarınızı görmek, onu tanımak istiyorsanız bir an önce gerçek birer insan olmanız gerek... Ve elbette o yaşta hiç düşünmeden bu yalanı gerçek kabul edip elimizden geleni yaptık’ ‘Beş bakıcı vardı, siz yedi çocuktunuz?’ ‘Evet, Ahmet ile Fatma, Zeliha ve Halit’in ikiz olduğu yalanı vardı birde!’ ‘Hıım, şimdi anlaşıldı’ ‘Sonrasında Enver bize sıradan her insanın sahip olduğu yeteneklerini anlattı ve bizimde bir an önce bu yetenekleri nasıl kullanacağımızı anlatmaya başladı’ ‘Şu an sahip olduğun yeteneklerden mi bahsediyordu?’

 

209  

  ‘Evet, ve çok daha fazlasından. Bunlara her insanın sahip olduğunu ve bizim bunları nasıl kullanacağımızı öğrenelim diye bir nevi okul olan o yere bırakıldığımızı söyleyip dururdu.’ ‘Zekice, bir çocuğu, hiç bir şey bilmeyen bir çocuğu etkilemek için çok iyi bir yol’ ‘Öyle baba, bizde zerre şüphe etmedik zaten. Kaldı ki eğitimin en önemli ayağı buydu aslında, şüphesizlik! Her şeyi hatırladıktan sonra çok iyi anladım ki bize çoğu duygular hiç ama hiç öğretilmemişti... Şüphe ve korku listenin en başında diyebilirim’ ‘En azından bu kısmı çok doğru... Keşke günümüzde de aileler çocuklarını şüphe ve korkulardan uzak yetiştirseler ama nerede, tam tersi yapılıyor... Hep korkutarak adam edileceğini sanıyorlar yazık ki... Kusura bakma yine sözünü kestim’ ‘Yok baba estağfurullah... Bize önce herşeyi yaratan Tanrı’yı ve sonrasında bize görünen bedenimizin gerçekte ne olduğunu, nasıl bir yapısı olduğunu öğretti Enver... Herşeyin salt bilinçten ibaret olduğunu ancak bu dünyada bilincin bir nevi donarak madde halini aldığını, etrafımıza baktığımız gördüğümüz herşeyin aslında Tanrının bilincinin farklı görüntüleri olduğunu zihnimize adeta kazıdı... ve elbette üzerinde en çok durduğu şey ise bizlerinde tanrı bilincinin bir yansıması olduğumuz, ancak en güçlü yansıması olduğumuz, dolayısıyla onunla benzer olduğumuzu ve onun yapabildiği pek çok şeyi yapabileceğimizi anlatırdı... Sonrasındaysa Tanrı’nın bize bahşettği bu benzer yanımızı nasıl keşfedeceğimizi ve bu yetenekleri nasıl ortaya çıkartacağımızı öğretmeye başlamıştı’ ‘Mesela?’

 

210  

  ‘Her yetenek için ayrı bir yöntem vardı... Aslında bir nevi meditasyon yöntemiymiş her biri, şimdi daha iyi anlıyorum. Bize bilincin aslında salt enerji olan nurani yapıda olduğunu, dolayısıyla bizimde nurani, yani ışıksal bir varlık olduğumuz öğretildi. Tanrı bilinci dünyada dört elementin farklı kombinasyonları olarak maddeleşip kendini gösteriyordu. Ve işin bizler için püf noktasıda burasıydı, yeteneklerimizi ortaya çıkartmak için bu dört elemente, özellikle de su elementine nasıl etki edeceğimiz geçen yıllar boyu her gün daha ileri boyutta anlatılıp öğretildi’ ‘Evet, ilk bulduğum günlüklerde su elementinin canlı olan her şeye tesir etmek için en önemli yol olduğunu uzun uzadıya anlatıyordu Halit bey’ Mehmet başını hafifçe sallayarak tasdik etti, ‘Yedi yaşımıza geldiğimizde ne fazla iki farklı elementi kontrol edebiliyorduk, ben hariç!’ ‘Yani sen tamamına tesir edebiliyordun ha?’ ‘Evet baba, tabi o zamanlar, şimdi yalnızca su ve hava elementine tesir edebiliyorum... ’ ‘Halit beyinde en büyük hali buydu zaten, fazlasını hiç düşünmemişti bile... Peki o meditasyonlar? Bir örnek versene mesela’ ‘Az önce bu dünyada her şeyin salt enerjinin madde görüntüsünü aldığını söylemiştim ya... Tanrı yalnızca insana, temelde yine salt enerji olan insana, diğer enerjileri kontrol etme yeteneği vermiş. Bize ilk öğretilen şeylerden biride enerji varlığımızın farkına varmak ve enerjiyi kontrol etmekti... Bunun için uyguladığımız yöntemlerin biri şuydu... Şimdi baba mesela sen hiç durmadan nefes alıp veriyorsun’ ‘Evet’

 

211  

  ‘Nefeste bir enerji, ama sizin aldığınız nefesle bizim aldığımız nefes aynı değil!’ ‘Nasıl yani?’ diye sordu Sadun, şaşkın halde. ‘Enerjinin de farklı alt enerji frekansları vardı. Mesela TV yanınlarını düşün, her bir Tv kanalı farklı bir frekanstan yayın yapar, böylece biri diğerine hiç karışmaz ya... İşte bunun gibi hava elementinin içinde de pek çok farklı enerji türü mevcuttur. Normalde insanlar yalnızca hayatta kalmalarını sağlayan oksijeni solurlar ki oksijen havadaki bu alt frekanslı enerjilerden yalnızca biridir.’ ‘Peki ya sen? soluyabiliyorsun ki?’

Sen

oksijenden

başka

ne

‘Ben tüm kainatın aynı zamanda ham maddesi de olan –ki ya da baraka- denen asıl özü solumayı öğrendim’ ‘Nasıl öğretti peki Enver bey bunu?’ ‘Bu sende kolaylıkla yapabilirsin aslında... Ama günlüklerde de bahsedilen iki şeyi öncelikle yapabiliyor olman gerek’ ‘Neydi onlar? Bir sürü şeyden bahsediliyor çünkü...’ ‘An da yaşamak ve bedeninin her an farkında olmak... Hayaller ve düşünceler dünyasından sıyrılman gerek baba, aksi halde olmaz senin anlayacağın...’ ‘Zor, yılların alışkanlığı’ ‘Evet, insanlar o yüzden hayal ettikleri hiç bir şeyi yaşayamıyor ya zaten!’ ‘Bu carpe diem denen şey buna mı işaret ediyor?’ ‘Evet, -anı yaşa- demek. Ama günümüzde insanlar onu –hayatını yaşa- şeklinde algıladıkları için yanlışın daha da

 

212  

  büyüğünü yapıyorlar maalesef...’ ‘Peki evlat, an da yaşamam için ne yapmam lazım?’ ‘Bedenini ele alalım baba... Bir yerin ağrımadığı, sızlamadığı sürece hiç bedeninin farkında olmadan yaşar insan, farkında mısın?’ ‘Doğru, hiç aklıma bile gelmez aslında’ ‘Düşün, bir insan ortalama yetmiş kilo ama bu ağırlığın hiç farkında bile olmaz, sanki tüy gibi hafiftir beden, öyle hissedersin normalde... İşte normalde ancak bir yerin ağrıdığında farkına vardığın o bedenin her an farkına vararak yaşarsan, hep anda yaşamayı başarırsın, düşüncelerin oraya buraya kaymaz baba... Az önce dedim ya, beden dediğimiz şey Tanrı bilincinin bu dünyada madde olarak görünür hale gelmesidir diye... bedenini fark ederek yaşaman, Tanrı bilincini fark ederek, onunla bir olarak yaşamanı sağlar ki bu da Tanrı’nın gücüyle güçlenmen demektir’ ‘Bu dediğin zor be evlat... Onca şey için koştururken çok zor hem de’ ‘Kolay bir yolu var ama!’ ‘Nedir?’ ‘Her ne yapıyorsanız yapın, hep nefesinize odaklanın derdi biz Enver... Beni dinlerken alıp verdiğin nefesin farkında olursan aklın fikrin başka yerlere kaymaz baba... Şunu unutma ki aklın bir yere kaydığı anda kendinde değilsin demektir... Kendinde değilsen de Tanrı’dan çok uzaklaşmışsın demektir’ ‘Evlat bir şey diyeceğim ama yanlış anlama... Bunca şeyi size öğreterek bir bakıma size inanılmaz bir lütufta bulunmuş bu insanlar... Bazen sana da öyle gelmiyor mu?’

 

213  

  ‘Doğru diyorsun, ama onca cana kıymalarını haklı çıkartmaz bu!’ ‘Orası öyle tabi’ dedi Sadun ve konuyu değiştirmek için hemen eski konuya döndü, ‘Peki an da kalmayı bu şekilde başardım diyelim... Bir de farkındalık dedin, o neyin nesi?’ ‘An da kalmak, kendinin farkında olmak dedim ya baba... Her ne yapıyorsan yap, ne yaptığının farkında olmanda farkındalık hali demektir... Yani düşünceler alemine dalmadan, zihni hep boş tutarak yaşaman gerek... Dolu bardağa su ekleyemezsin değil mi? Zihin dolu olursa hiç bir şeyi alamayan bardak gibi olur... İnsanları bunca yıldır gözlemliyorum... Zihinleri her an o kadar dolu ki... Keşke her düşüncenin bir dua olduğu gerçeğini bilselerdi’ ‘Nasıl yani?’ ‘Dua el açıp bulunduğun haldir’

Tanrıya

yakarmak

değil...

İçinde

O demek şimdi? Tıpkı günlüklerde ki Halit yada Enver gibi konuştun’ ‘Kendini nasıl hissediyorsan öyle yaşarsın, dua denen silah işte budur... İnsanların dua edişlerini duyuyorum yıllardır... Bir yandan Allah’ım bana para ver diyorlar... Ama iç dünyalarında parasızlığın verdiği acıyı hissediyorlar... Tanrı kelimelere bakmaz derdi Enver, çünkü kelimelerle yalan söyler insanlar... Tanrı insanların göğsünde ki tek gerçek olan duygularına bakar, öyle değerlendirir derdi’ ‘Vay be, yani bende bunca yıl pek çok kez yanlış dua etmişim ha’ ‘Bize Yeni Ahit, Eski Ahit ve Kuran okutulurdu düzenli olarak... Tanrı’nın bizimle konuşması derdi o kitaplar için

 

214  

  Enver... Aslında o kitaplarda bundan çok daha fazlası zaten yazıyor ama okuyan yok maalesef...’ ‘Öyle, roman okumak Tanrı’nın kitabını okumaktan daha cazip geliyor demek ki’ dedi Sadun gülerek ‘gerçi böyle diyorum ama benimde pek okumuşluğum yok’ ‘İnsan hayrına dua ettiği gibi şerrine de dua eder’ ‘Hıım, bak bunu biliyorum kurandan bir ayet değil mi?’ ‘Evet... Kim kendi kötülüğü için dua eder ki baba? Sen eder misin?’ ‘Elbette hayır’ ‘İşte bu ayette az önce söylediğim dua sırrı gizli... Herkes ağzıyla dua ederken yalancı konumuna düşüyor Tanrı huzurunda... Çünkü kalbinde hissettiği duygu tam tersini söylüyor... Para istiyor, kalbinde parasızlığın acısı var’ ‘E ne yapacak peki bu insan evlat?’ ‘Önce kendini bilecek, kendisinin Tanrı bilincinin bir yansıması olduğunu bilecek, an da yaşayıp tanrı ile birlikte kalmayı öğrenecek... Ettiği duanın bile Tanrı’nın isteği üzerine edildiğini bilecek, kendi iradesiyle değil! Sonrada daha dua etmeye niyet ettiğinde, duasını etmeden zaten kabul olduğunu şüphe etmeksizin bilecek ve bunun hoşnutluğunu, huzurunu hissedecek...’ ‘Demesi kolay!’ ‘Denemesi daha kolay!’ dedi Mehmet gülerek. ‘Anlat bakalım, deneyelim bizde’ ‘Bir bebek, annesinin karnını doyurması konusunda şüphe eder mi?’ ‘E tabiki etmez’

 

215  

  ‘E bir anne çocuğunun neye ihtiyacı olduğunu bilip, hiç onu aç bırakmadan karnını doyuruyorda... Tanrı bir anne kadar olamıyor mu yani?’ Sadun güldü, ‘yani bebek gibi olalım, ha?’ dedi. ‘Aynen öyle, bir bebek, bir çocuk gibi olmak gerek, istemeye gerek yok, zaten verilecek bunu bilmek gerek, işte gerçek dua budur baba, istediğin bir şeyin zaten sana verildiğini bilerek şükretmektedir’ ‘Anladım evlat... Anladım ama konu nereden nereye geldi be!’ ‘Ne o baba şikayetçi misin bana mı öyle geldi?’ diye sordu Mehmet, muzip bir tebessüm eşliğinde. ‘Yoo, aksine çok memnunum bu yaşımda yeni şeyler öğrendiğim için. Ama bu güne değin hep yanlış yaptığımı öğrendiğim için de e biraz canım sıkıldı tabi’ ‘Baba seni bu hayatta kurtaran ne oldu bilmek ister misin? Sokakta gördüğün insanların sıkıntılarını çekmeden yaşamanın nedeni neydi bilmek ister misin?’ ‘Merak ettirmede söyle hadi!’ ‘Aile kurmamandı!’ ‘Nasıl yani yaa?’ diye sordu Sadun komser, koltuğunda iyice öne çıkıp dikilmişti merakından! Çünkü evlenseydin başkaları gibi şüphe içinde bir hayatın olacaktı... Acaba karıma iyi bakabilecek miyim? Çocuklarımın karnını doyurabilecek miyim? Biriken borçları ödeyebilecek miyim? Okul taksitlerine yetişebilecek miyim? Ve daha da fazlası senide sarıp bırakmayacaktı... Ve her neden şüphe ediyorsan, içinde o şüphenin duygusu yer eder... Aslında bu Tanrı’ya güvenmemek daha da kötüsü şerrine dua

 

216  

  etmektir dedim ya, evlensen sende bu dertleri düşünüp bu duyguları yaşayacaktın...’ ‘Ve de aynı sıkıntıları da tadacaktım ha?’ ‘Öyle, hiç kaçarı yok hem de! Daha kötüsü de var senin için’ Sadun merak ve tedirginlikle baktı Mehmet’e, cevap ister gibi, ‘Evlenirsem şehit olurum duygusu vardı içinde... Evlenseydin şehit olurdun şüphen olmasın!’ Sadun başını eğdi, ‘Evlat be... Keşke evlenseydim de, varsın şehit düşseydim... Hem şehitlik gibisi var mı? Düşünsene... hem ailen var, hem de şehit olarak ayrılmışsın bu dünyadan... Bana göre iki tarafta da cenneti yaşamaktır bu... Ve hayatta en çok isteğim şey bu ikisiydi aslında... Şimdi sen varsın, Meltem var... İnşallah tanrı beni bu dünyadan şehit olarak ayırır’ Mehmet cevap vermedi, acı bir tebessüm belirdi yüzünde ve hak verircesine başını hafifçe salladı. Mehmet’i üzgün görmek istemiyordu Sadun, onu farkında olmadan da olsa üzdüğünü düşündü ve bir kez daha konuyu değiştirmek istedi, ‘Şimdi sen duanın yanlış edildiğini söyledin de aklıma geldi... İnsanların bu aralar elinden düşürmediği bir kitap var... Kitaba göre insan neyi arzu ederse onu hayatına çekebilirmiş... gerçi ben okumadım ama Meltem de bi ara feci halde takılmıştı, anlatıp dururdu bana, orada da bir şeyi arzu ettiğinde ona sahipmişsin gibi hissetmekten falan bahsediliyormuş. Şu halde o kitapta anlatılan tarif doğru ha?

 

217  

  ‘Yok baba değil’ ‘Değil mi? Sen okudun mu?’ ‘can sıkıntısından göz atmıştım bir ara... Bir sürü kitap var bu konuda ama hepsi aynı hayatı yapıyor, o yüzden de büyük umutlarla o kitaplara sarılan insanlar yine hüsran yaşıyor... Sen duydun mu hiç bu kitaplarda anlatılanları yapıpta malikane sahibi olmuş birini? Milyon dolarlık arabalarda fink atıp bankada hesapsız para sahibi olan birini?’ ‘Yok duymadım’ ‘E yok ki duyasın!’ ‘Eee, hata nerede peki o kitaplarda?’ ‘Enver’in yazdığı günlükte bunun cevabını okumuşsun zaten’ ‘Neydi ki o, bir sürü şey okudum ama işin gerçeği anlamadım evlat’ ‘Tanrı bizi kendi suretinde yani kendi yeteneklerine sahip şekilde yarattı... Tanrı kendini göremediği için kainatı ayna olarak yarattı... Bizde kendimizi göremiyoruz bu yüzden ve aynaya ihtiyaç duyuyoruz’ ‘Haaa, tamam hatırladım şimdi, evet okudum öyle bir şey’ ‘Herkes aynı aynaya bakıyor ama farklı bir şey görüyor, sende bende dünya denen ayna bakıyoruz var olduğumuzdan beridir, ama aynı şeyimi görüyoruz baba?’ ‘Sen kendi hayatını, ben kendi hayatımı görüyorum evlat’ ‘Aynen öyle... Dünya aslında her insanın sahip olduğu

 

218  

  bilinci kendine gösteren bir ayna hatta perdedir... Ve o perdeye her insanın kendi içinde ki filmin görüntüsü yansır... Ama bu kitaplarda diyor ki dışarıda gördüğünüz her şeyi kendinize çekebilirsiniz... İşte bu yüzden çekmek diye bir şey mümkün değil!’ ‘Anlamadım’ dedi Sadun, gülerek. ‘Şimdi baba sana teknolojiden bir örnek vereyim hemen anlayacaksın... Projeksiyon cihazını düşün’ ‘Evet, emniyette çok kullanırdık son yıllarda’ ‘Bu cihaz ne yapıyor, cihaza bağlı olan dvd player yada başka bir şeyden aldığı görüntüyü perdeye yansıtıyor değil mi? ‘Öyle’ ‘Ancak o projeksiyon cihazı yalnızca kendine bağlı olan DVD playerın içinde hangi görüntü varsa ancak onu perdeye yansıtabilir, öyle mi?’ ‘Öyle tabi ki’ ‘İşte her insan bu açıdan bir projeksiyon cihazı gibidir, kendi bilincinde var olanı dünya perdesine yansıtan bir cihaz gibidir...’ ‘Hııım’ ‘Bu kitaplar aslında diyor ki... Başka bir projeksiyon cihazının perdeye yansıttığı görüntüyü sizde kendinize çekip, kendi perdenize yansıtabilirsiniz... Baba bu mümkün mü?’ ‘Şu halde mümkün değil, imkansız! E peki ne yapacak bu insanlar? Kimse yaşadığı hayattan memnun değil, herkes sahip olmak isteyipte olmadığı şeylere sahip olmak istiyor’

 

219  

  ‘Kendi bilincinde var edemediği sürece perdeye o istediği görüntü yansımayacak! Yansımadığı sürece de az önce dua konusunda söyledim gibi hüzün duyacak, bu duygusu yüzünden de o çok istediği şeylere asla sahip olamayacak! Halbuki kendi özüne yoğunlaşsa insanlar hayat o kadar kolay olurdu ki... Ama herkes içini unutup dışarı dalmış, başkasında gördüğüne dalmış... Bilseler ki her insan tanrı bilincinin sınırlı bir yansımasından başka bir şey değil, her insan tanrısal güçlere sahip, her dilediğini önce bilincinde var edip sonra kolaylıkla dünya perdesine yansıtabilir... Ama nerde?’ ‘Bence sen bunları benden ziyade Meltem’e anlat Mehmet. Kızcağız debelenip duruyor mutluğun her türlüsünü hayatıma çekeceğim, ölene dek mutlu yaşayacağım bu sayede diye’ Mehmet gülerek ‘olur baba bir ara anlatırım’ dedi. ‘Yahu Mehmet, her şey iyi güzelde... Tanrı neden gönderdiği kitaplarda her şeyi açıkça söylemek yerine gizemli bırakmış ki?’ ‘Bunu aynen bu şekilde bende sormuştum Enver’e’ ‘Ne cevap verdi?’ ‘Kutsal kitaplarda bahsedilen sınavın bu olduğunu söyledi... Dedi ki... Tanrı her insanı dünyaya göndermeden önce karşısına alır ve bilmesi gereken her şeyi bilmesini sağlar. Ve her insana dünyada gidince bildiklerini unutacaklarını, ancak unuttuklarını hatırlaması için her yana işaretler bırakmış olduğunu söylerdi. İnsan sur borusu denen yerden geçip anne rahmine düştüğünde bildiği her şeyi unutarak bu dünyada var oluyor. Ancak çok azı tanrının işaretleri izleyin emrini hatırlar ve işaretleri takip ederek doğrulara ulaşır... İşte Tanrı’nın insanları sınaması gerçeği

 

220  

  budur demişti Enver... Önce kendini bilecek insan... kendini bilince Tanrı’yı da bilmiş olacak ve bilmesi gereken herşeyi ancak o zaman hatırlayacak ve bu dünyada Tanrı’nın eli olarak hüküm sürecek’ ‘İyi cevapmış’ ‘Öyle... Aslında Enver ve diğerleri özlerinde çok iyi insanlardı... Bunu şimdi daha iyi anlıyorum... Hatta Halit bey bile tüm bunları niye yaptı sorusu bile onu haklı çıkartabilir baba... Vatan millet aşkı yüzünden yaptı... Bize de verilen eğitimin diğer kısmı hep buydu... İnsanın önce vatanı için sonra dünya için, tüm insanların mutluluğu için elinden ne geliyorsa yaparak yaşaması gerektiği öğretisiyle yoğrulduk çocukluk yıllarımız boyu... Mustafa Kemal, silah arkadaşları, Osmanlı, Selçuklu ve hatta dünyaya huzur getirmiş nice diğer milletler anlatıldı... O insanların hepsinin Tanrının sınavını kazanmış ve tanrıyı bulmuş, bu sayede güçlenip insanlara hizmet etmiş kişiler olduğu anlatıldı... Tüm peygamberlerin de insanların gözünü açmak için kendilerini adeta ateşe attığı, ancak sınav gereği tüm gerçekleri açıkça anlatma yetkileri olmadığı için dolaylı yollardan aslında her şeyi insanlara verdikleri anlatıldı... Ve bizim tüm bu insanları örnek alıp, onların yolundan gitmemiz gerektiği salık verirdi, her gün, her gün ve her gün...’ ‘Anladım evlat... Az önce bir şey dedin ya, dikkatimi çekti...’ ‘hangisi baba bir sürü şey söyledim’ dedi Mehmet, ortamı biraz da o yumuşatmak istedi ve güldü. ‘Dedin ki... İnsan ettiği duanın bile Tanrı’nın isteği üzerine edildiğini bilecek, kendi iradesiyle değil!’ ‘Evet?’

 

221  

  ‘Şu halde tüm bu yaşananlar da Halit’in duasıydı evlat! Tanrının ona ettirdiği ve kabul ettiği duaydı!’ Mehmet başını öne eğdi ve öylece kaldı... Düşünüyordu, düşündükçe hak veriyordu Sadun’a... Başını kaldırmadan konuştu, ‘Baba be... Gidelim mi?’ ‘Nereye evlat?’ ‘Ailemin mezarını ziyaret etmeye’ ‘Elbette, elbette gidelim Mehmet, hatta istersen kalk hemen yola çıkalım’ Mehmet tebessümle baktı ona, ‘Gece karanlığında yormayayım size, sabah daha iyi olur’ ‘Peki evladım, sen nasıl arzu edersen, zaten burnumda türüyordu oralar, yine görmeyi çok arzu ediyordum işin gerçeği’ ‘Duan kabul olmuş’ dedi Mehmet gülerek. Sadun da bir an durup düşündü ve o da güldü ‘Evet... Evet çok iyi hatırladım! Daha oralardan dönerken bir daha görmek istediğimi kendime söylerken içimde Ereğli’yi bir kez daha görecek olmanın mutluluğu vardı be avlat’ ‘Oh, uygulamalı olarak öğrenmiş oldun mevzuyu be baba’ ‘Öyle oldu galiba, sağol evladım eksik olma’ ‘Ne demek baba, sen iste yeter ki ne biliyorsam aktarayım sana’ dedi Mehmet gülerek.

 

222  

  ‘Olur ama bir anda çok ağır oluyor, parti parti olursa sevinirim’ diyerek güldü Sadun ve ekledi ‘Aslında konunun buralara nereden geldiğini unutmadım, Ereğli’ye giderken anlatırsın artık o kısmını...’ ‘Baba sende de ne hafıza varmış, ben bile unuttum asıl neyi anlatacağımı?’ ‘Eee evladım, senin yeteneklerin varsa bizimde yılların verdiği iş tecrübemizin kazandırdığı bazı yetenekler var! Asla unutmam, unutursam parçalarını birleştiremem, o zaman da suçluyu bulamam, öyle değil mi ama?’ ‘Bir çay daha?’ dedi Mehmet muzipçe! Sadun güldü ‘Asla hayır demem!’ dedi. Mehmet çay bardaklarını alıp mutfağa giderken Sadun seslendi, ‘Meltem’e haber verelim de kız merak etmesin bizi... Geçen ki gidişimde haber vermeden gittim diye merak etmiş, sonrada bir güzel payladı beni!’ ‘İşi yoksa o da gelsin, tabi arzu ederse’ ‘İyi fikir, dur bari arayıp sorayım şimdi’ Sadun kalktı, masanın üzerinde duran cep telefonunu aldı, Meltem’i ararken Mehmet de çaylarla beraber döndü, bardakları sehpaya bırakıp oturdu. ‘Alo Meltem, nasılsın yavrum? Sağol canım bende iyiyim. Mehmet’le çay içip sohbet ediyorduk bizde’ Sadun Mehmet'e dönerek ‘selamı var sana’ dedi. ‘Siz de benden ona söyleyin’ ‘Bak onunda sana selamı var... İyi iyi, keyfi yerinde... Bak ne diyeceğim Meltem, biz Mehmet evladımla yarın

 

223  

  Ereğli’ye gideceğiz... Ailesini ziyaret etmek istedi, o sebeple... Mehmet arzu ederse, iş durumuda müsaitse Meltem de gelsin diyor, ne dersin kızım?’ Sadun cep telefonu kulağında Mehmet’e döndü, ‘Bir sonra ki gün olursa gelirim diyorsun’ dedi. Mehmet ‘Olur, olur!’ diyerek başını salladı. ‘Tamam Meltem'ciğim, o zaman sonraki gün gidiyoruz... Yok benim arabayla gidelim, uzun yolda çekilmez senin ufaklık’ dedi ve güldü Sadun... ‘Peki güzel kızım, yarın haberleşir ertesi sabahta erkenden yola çıkarız... Tamam, haydi iyi geceler, iyi nöbetler sana’ Sadun gülerek telefonu masanın üzerine bıraktı. ‘Baba ne yaptın? Kızın arabasına resmen dil uzattın sen!’ Kahkahalarla güldüler, ‘Sorma söylenip durdu telefonda zaten!’

 

224  

  YILLAR SONRA ‘Bildiğimi anlatma konusunda pek iyi değilim ama bir denerim... malum yıllardır pek konuşmadan yaşıyorum’ ‘Hıı! Maşallah şimdide çenen öyle bir düştü ki durdurabilene aşk olsun! Yılların suskunluğunu bizden çıkartır gibisin!’ Mehmet ve Meltem dikiz aynasında göz göze geldiler, ‘Laf mı sokuyorsun’ dedi Mehmet tatlı sert bir bakışla. ‘Yoo, gerçeği ifşa ediyorum!’ dedi Meltem, aynı üslupta! Sadun komser ise tatlı tatlı gülüyordu koltuğunda, ikisinin atışması hoşuna gitmiş gibi. Mehmet arabayı kullanıyordu, Ereğli yolculuğu anlaştıkları gibi bir gün sonrasını sabah saat yedisinde başlamıştı. Meltem kendi arabasıyla köşke gelmişti, önce üçü birlikte Sadun babalarının ısrarıyla kahvaltı etmişler ve sonrasında siyah Mustang ile yola çıkılmıştı. Sadun komser sağ ön koltukta oturuyordu. Meltem ise arka koltuğun orta kısma oturmuş, kollarını ön koltuklara yaslamış haldeydi. ‘İyi, o zaman yine susayım ben, ağrıtmayayım küçük hanım!’ dedi Mehmet.

hem

başınızı

‘Ne o küstün mü yoksa? Çocuk musun sen? Ah, öyle ya hala büyümeyi başaramadığını geçen hafta söylemiştim sana, bak nasıl da unutmuşum!’ Sadun’un kahkahası arabanın içini doldurdu.

 

225  

  ‘Baba kızına söyle beni aşağılamaktan vazgeçsin!’ dedi Mehmet, muzipçe Sadun’a dönüp bakarak. ‘Ben niye söylüyorum, kendin söyle! Hem uzakta değil ki arka koltukta oturuyor işte!’ derken Mehmet’ten farkı yoktu. Üçünün şen kahkahaları arabanın içini adeta aydınlatıyordu, yolculukları keyifli başlamıştı. İstanbul da hava açık ve güneşliydi o gün, Adapazarı’na ulaştıklarındaysa gökyüzü bulutlanmış, yağmur yağmaya başlamıştı. ‘Neyse hadi başladın bari devamını getir şunun’ dedi Meltem ‘az laf çok iş’ diye de ekledi. ‘Peki Meltem hanım, istediğiniz gibi olsun... Dediğim gibi kendi varlığında var edemediğini dünya perdesinde de var edemezsin’ ‘Ya dur biraz aklıma gelmişken sorayım’ ‘Sözümü izinsiz kestiğin için önemli değil!’ dedi imalı ses tonuyla Mehmet ve aynı imalıyı gözlerine de yansıtıp dikiz aynasından Meltem’e baktı. ‘Tamam şimdi laf sokmanın sırası değil, sus ve dinle!’ ‘Emredersiniz efendim!’ ‘Sen şimdi bunları anlatıyorsun iyi güzel hoşta... Sen bunları kendin hiç denedin mi?’ ‘Hatırladığım bir şeyi nasıl deneyebilirim?’ ‘Hııı, yani bunları da Sadun baba sayesinde hatırladın ha? Tüm anıların gibi bilgilerinde yeni geri geldi yani?’ ‘Evet, yeteneğimin önemli bir kısmı hariç hepsi geri geldi’

 

226  

  ‘Bu arada söyleyeceklerin bitince hatırlatta yeteneğinin geri kalan kısmıyla ilgili sana söyleyeceklerim var!’ Mehmet meraklı gözlerle baktı dikiz aynasından Meltem’e, ‘Neymiş?’ ‘Başladığın işi yarım bırakma Mehmet bey! Anlat!’ Sadun komser güldü, ‘Ben de merak ettim be Meltem, söylesene’ dedi. ‘Önce Mehmet, sonra ben derim diyeceğimi’ ‘Tuttu gene inadı, anlat sen Mehmet, yoksa diyeceği varsa da demez güzel kızım’ dedi Sadun, gülerek. ‘Aynen öyle!’ diyerek Sadun’un söylediğine destek çıktı Meltem ve koltukta geriye yaslanıp, kollarını göğüs hizasında kenetledi ‘daha bekleyecek miyiz?’ diye sordu. ‘Peki tamam... Anlatıyorum... Ayrıca bir kez daha söylüyorum, bunları bana Enver anlatıp öğretti. Yanılma payı olmasıda mümkün... Gerçi Sadun babanın bulduğu günlükler sayesinde bize öğretilen her şeyin yıllar süren çalışmalar sonunda toplandığını ve şaibeli olanların bize hiç öğretilmemiş olduğunu öğrenmek içimi bu açıdan rahatlatıyor tabi...’ ‘Valla Mehmet şu ana kadar bir sürü şey okuyup denedim, herkes bir şeyle ortaya çıkıp hayatın sırrı bu diyor ama hiç biri bir işe yaramadı... Sen anlat, deneyelim bakalım, kim bilir belki Halit bey ve tayfası doğru izi sürmüşlerdir... Öyle olmasa sen bunca yetenekle etrafta dolanıyor olmazdın, öyle değil mi ama?’

 

227  

  ‘Peki Meltem, sen öyle diyorsan sorun yok... Arzu ettiğin bir şeyi, tanrı senin için arzu etmemiş olsa sen onu arzu edemezsin, bunu asla unutma. Senin dilediğin her şey aslında onun senin için dilediğidir. Ama gel gör ki tanrının insanları sınaması gereği onun sana vermeye hazır olduğunu, sen nasıl alacağını unuttuğun için arzularına sahip olman imkansızlaşır... Bu gökkuşağına ulaşmaya benzer, sen elini uzattıkça o hep uzaklaşır...’ ‘Anladım... Zaten pek çok kez de aynen böyle yaşadım... Elimi uzatsam tutacak mesafede olduğunu hissettiğim halde bir türlü ulaşamadığım bir sürü isteğim oldu...’ ‘Arzularını kendi varlığında var edebilmenin en kolay ve kesin yolu, herkeste zaten var olan ama gerçekte ne işe yaradığı anlaşılamamış olan bir organını kullanmandır!’ ‘Hangisiymiş o?’ diye aynı anda sordu Meltem ve Sadun. ‘Kalp!’ ‘Kalp mi?’ ‘İnsan bedeni hücrelerden oluşur, peki trilyonlarca hücrenin tamamına ulaşan şey nedir?’ ‘Neymiş?’ ‘Kan!’ ‘Hııım’ ‘Ve bedende dolaşan kanın tamamı kalpte toplanıp, kalpten dağılır... En önemlisi tıpkı beden gibi kanında ana unsuru sudur... Su ise elementler arasında kendine has bilinci olan tek elementtir. Su her türlü düşünceyi kaydetme özelliğine sahiptir. O yüzden eskiler suya dua okuyup

 

228  

  hastalara içirirlerdi’ ‘Vay be, bin yıl düşünsem aklıma gelmezdi bu’ dedi Meltem. ‘Kalbin kanı toplayıp pompalamak haricinde bilinmeyen bir görevi daha var demiştim... Sen her ne düşünüyorsan, düşündüğünü kalp özel bir salgı yoluyla kana aktarır ve tüm hücrelere kadar ulaştırır. Bilinç nasıl ki bu dünyada madde olarak gözüküyorsa ve maddeyi şekillendiriyorsa... Hücrelerin oluşturduğu bedende işte bu yolla bilince ulaşır ve onu değiştirir. Ancak sıradan hayal ve düşüncelerin zayıf bir etkisi vardır. Arzularının çok çabuk bir şekilde bilincinde var olmasını, dolayısıyla dünya perdesine yansımasını istiyorsan, sıradan düşünce ve hayallerin ötesine geçmen gerek!’ ‘Haydaaa!’ dedi Meltem, şaşkınca baktı Mehmet’e. ‘Ne yani yalnızca hayal edip düşünerek olmuyor mu bu iş?’ ‘Olur ama etkisi zayıftır dediğim gibi... Yıllarca sürebilir isteğine sahip olman!’ ‘Eeee? Ne yapıcaz o zaman? Sıradan kelimelerin ötesine nasıl geçeceğiz?’ ‘Sanırım cevabı şaşkınlıkla baktı ona,

biliyorum’

dedi

Sadun,

Meltem

‘Baba biliyorsun da niye söylemedin bunca zamandır?’ ‘Yavrucum günlükleri okurken neler okudum bir bilsen aklın durur. Ama neyin ne olduğunu anlayamadım ki çoğu zaman... Bir yerde bahsediyordu Halit bey bu konudan... Yoksa Enver miydi? Neyse canım yazıyordu işte’ ‘Ne yazıyordu?’

 

229  

  ‘Her şey için bir anahtar olduğu ve tüm anahtarların kutsal kitaplarda gizlenmiş olduğundan bahsediyordu’ ‘Doğru!’ dedi Mehmet... ‘Neymiş peki bu anahtarlar?’ diye atıldı Meltem. ‘Aç oku!’ diye karşılık verdi Mehmet de. ‘Okudum zaten ama söylediğiniz gibi bir anahtara rastlamadım ki’ ‘Ne yani ben anahtarım diye ayetin yanına Tanrı not mu düşecekti?’ dedi ve güldü Mehmet, Sadun da ona katıldı. ‘Aferin kızıma, bak ben bu yaşıma geldim doğru dürüst elime alıp da okumadım kutsal kitabımızı, onca işin gücün arasında merak edip okumuş, ne güzel bir şey’ ‘Aslında olay şöyle oldu baba... Bir gece uyku tutmadı, TV de kanalları dolaşıyordum...’ ‘Eee?’ ‘Bir kanalı açtığım sırada ilahiyatçının biri bağıra çağıra aynen şunu diyordu... Millet Orhan Pamuk Nobel ödülü alınca romanı merak edip koşa koşa gidip aldılar, okudular... Allah insanları adam yerine koyup kitap göndermiş, kimse merak edipte okumuyor’ ‘Doğru demiş’ dedi Sadun gülerek... ‘Eee, sonra?’ diye sordu Mehmet. ‘Sonra... Orhan Pamuk’un romanını merak edip okuyanlardan biri olarak adama hak verdim gittim kuran meali alıp okudum’ Gülüştüler Meltem’in bu cümlesine.

 

230  

  ‘Evet’ dedi Mehmet, ‘sıra sende, yeteneğimin kayıp kısmıyla ilgili bir şey söyleyecektin?’ ‘Dur bakalım sen bana önce kutsal kitaplarda ki anahtarları söyle’ ‘Kitabı bir kere daha bu mantaliteyle oku, bulamazsan gel hepsini teker teker göstereceğim...’ ‘Bence de iyi bir teklif’ diye Mehmet’e destek çıktı Sadun. ‘İyi, madem öyle... Okuyacağım bir kez daha’ ‘Anlaştık o zaman’ ‘Tamam, anlaştık...’ ‘Evet? Benle ilgili bir şey diyordun?’ ‘Bizim departmanın sorunlu polisleriyle ilgilenen bir psikiyatr var... Aramız da oldukça iyidir, yakın arkadaşım olur’ ‘Gide gele arkadaş oldunuz yani!’ ‘Hayır canım ben hiç ihtiyaç duymadım! Ama senin ihtiyacın var belli ki, bir ara götüreyim seni ha?’ diyerek karşılık verdi Mehmet’e Meltem. Sadun’un kahkahasına Meltem de eşlik etti, Mehmet dikiz aynasından tatlı-sert bir bakış fırlatırken Meltem’e, kendini gülmemek için tutuyordu. ‘Neyse... Ona fazla üstünü açmadan senden bahsettim. Durumu izah ettim... Eskiden bazı yeteneklere sahipmiş ama biri hipnoz yoluyla yeteneklerini unutturmuş, geri getirilmesi mümkün müdür diye sorum’ Mehmet merakla baktı dikiz aynasından Meltem’e,

 

231  

  ‘Evet, mümkün olabilir ama kesin bir şey söyleyemem, denemek gerek dedi’ ‘İyi, deneyelim o zaman, var mıymış bildiği hipnoz konusunda uzman biri?’ diye sordu Mehmet. ‘Evet var, kendileri bu konuda uzmandırlar’ ‘Emin misin Mehmet? Sonra ters bir durum olmasın?’ diyerek endişesini dile getirdi Sadun komser. ‘Bence ilk fırsatta yüz yüze görüşelim, ters bir durum olup olmayacağını, olursa da ne olacağını soralım baba’ ‘Hıım, bak bu iyi fikir’ dedi Sadun ve dönüp Meltem’e baktı ‘Dönünce bir zahmet randevu alırsın Meltem’ ‘Olur baba, görüşürsünüz’

köşke

alır

getiririm

orada

rahatça

‘Adı ne?’ diye sordu Mehmet. ‘Aslı’ ‘Güzel mi bari?’ Sadun kahkahayı bastı, Mehmet de onu yalnız bırakmadı. Meltem ise sinirinden güldü, ‘Sana doktor değil sevgili lazım anlaşılan!’ dedi. ‘Yok ben kendime değil Sadun babam için sordum!’ Kahkahanın dozu daha da arttı! ‘Ya aslında biz senden reel olarak henüz bir şey görmedik, yani yetenek bağlamında söyledim bunu’ diyerek yeni bir çıkış yaptı Meltem. ‘Nasıl yani?’ diye sordu Mehmet, soruyla Meltem’in neyi kast ettiğini anlamaya çalışır gözlerle dikiz aynasından ona bakarak.

 

232  

  ‘Yani tamam akıl fikir okuyorsun falan ama... Yani daha somut bir şey mesela!’ Mehmet yan gözle Sadun’a bakarak, ‘Babamıza verilmiş sözüm var, önce ondan izin alman gerek’ dedi. ‘İzin mi? Ne sözüymüş ki bu?’ ‘Meltem’ciğim Mehmet baba sahip olduğu yetenekleri şahsi çıkarları için yada olur olmadık yerde kullanmayacağına dair söz verdi’ diyerek konuya açıklık getirdi Sadun komser. ‘Hııım, şu mesele... bence de iyi düşünmüşsünüz komserim... Neyse canım bu seferlik izin verseniz kendi gözlerimizle tanık olsak diyorum...’ ‘İyi, seni kıracak değiliz ya... Söz sende Mehmet!’ Mehmet dikiz aynasından muzır bir çocuğun ifadesiyle baktı Meltem’e ve ellerini direksiyondan, sağ ayağını gaz pedalından çekti! Sadun gülerken, Meltem arka koltuktan iyice öne çıktı, eğilip Mehmet’in ayaklarına doğru baktı, gaz pedalına basmadığını gördü, ‘Vaay, iyi numara!’ dedi. ‘İyi numara?’ Mehmet botlarını çıkarttı ve koltuğunda bağdaş kurup oturdu! Sadun keyiften, Meltem hayret ve şaşkınlıktan gülüyordu, araba resmen kendi kendine gidiyor, virajlara girip çıkıyor, vites kendiliğinden değişiyordu. Hatta o an yağmur atıştırmaya başlamıştı ki sileceklerden kendiliğinden çalışmaya başladı!

 

233  

  ‘Şaka gibisin yaa!’ dedi Meltem, hayret ve bir o kadarda hayranlıkla bakarak Mehmet’e ‘nasıl yapıyorsun bunu Mehmet?’ diye de ekledi. ‘Bizi eğiten iyi eğitmiş!’ diye cevap verdi Mehmet, gülerek. ‘Orası belli zaten de, nasıl eğitmiş işte, onu sordum bende’ Mehmet yoldan gözlerini çekip Sadun komsere dönüp baktı, ‘Baba arabana otomatik pilot taktırmakla çok iyi yapmışsın!’ dedi gülerek. Sadun da gülerek cevap verdi, ‘Böylesi hem daha güvenli hem de yormuyor be evlat’ dedi. ‘Ya bırak dalga geçmeyi de soruma cevap ver Mehmet efendi!’ diye çıkıştı Meltem, tatlı-sert ses sonuyla. ‘Şimdi Meltem... hatırladığım kadarıyla olay şöyle oluyor... Bedenimiz aslında bilincimizin maddeleşmiş bir uzantısı ya... İşte bize yalnızca bedenimizin değil, var olan her şeyin bilincimizin bir uzantısı olduğu öğretildi. E tabi biz o çocuk yaşta ne öğretilirse onu kabul ediyorduk ve zihnimizde hiç şüphe ya da yargılama da olmuyordu elbet... Kaldı ki demiştim daha önce, bize şüphe, korku, tereddüt gibi olumsuz duygular hiç öğretilmedi...’ ‘Eee?’ ‘E si, ellerim nasıl bedenime ait bir organsa ve onları dilediğim gibi kullanabiliyorsam... Arabanında bedenime ait bir organmış gibi hissedip kontrol edebiliyorum... Benim için bu elimi havaya kaldırmak kadar kolay, çünkü ben gözümü

 

234  

  açtığımda bana gerçeğin bu olduğu öğretildi... Ama senin durumunda böyle bir şeyi değil yapmak, düşünmek bile çok zor elbet... Çünkü size de etrafınıza baktığınızda gördüğünüz her şeyin sizden ayrı bir varlık olduğu öğretildi... Bilmem yeterince anlatabildin mi?’ ‘Anladım canım’ dedi Meltem... Belki farkında değildi, ama –canım- kelimesini çok içten söylemişti Meltem. Bunu yalnızca Mehmet değil Sadun komserde anlamıştı ve ikisinin de yüzünde tebessüm belirdi. Meltem ise başını pencereye çevirmiş, gözlerini hızla geçip gittikleri manzaralara dikip, kendi alemine dalmıştı. Bolu tünelini geçtikten sonra, Sadun komserin önerisiyle yol üzerinde bir dinlenme tesisine girdiler. Mehmet arabaya benzin alırken, Meltem ve Sadun komser tesisin kafe bölüme gidip oturdular. Mehmet’in de bir kaç dakika sonra onlara katılmasının ardından sipariş için bekleyen garsona Türk kahvesi söylediler... Meltem’in meraklı ve ısrarlı soruları kahveler içilirkende devam etti, Mehmet kimine cevap verdi, kimini Meltem’i kızdırmak için kaçamak cevaplarla geçiştirdi. Yirmi dakikalık molanın ardından Meltem hesabı ödedi ve tekrar arabaya döndüler. Bir sonra ki mola Konya da verildi, önce dinlenme tesisinin tuvaletine, ardından restaurantına gidildi. Sadun komser yemeklere göz gezdirdi, ‘Açsınız biliyorum ama daha iyi bir fikrim var, hadi gelin benimle’ dedi.

 

235  

  Arabayla bir kaç kilometre daha yol aldılar, Sadun’un gözü hep yol kenarında ki esnaf lokantalarındaydı. Nihayet önünde park halinden bir hayli kamyon ve tır olan bir lokanta gördü ve Mehmet’e arabayı uygun bir yere park etmesini söyledi. Önce garipsediler, koskoca lüks restaurant ve zengin yemek menüsü dururken neden bu üçüncü sınıf lokantaya geldiklerini. Ama yemeklerin tadını alınca hepsi Sadun babalarına teşekkür üzerine teşekkür ettiler! Mehmet arabayı kullanırken yüzünde ki tebessüm bir anda kayboldu, onu rahatsız eden bir şey sezmişti ve tüm neşesi kaybolmuş, sessizliğe gömülmüştü! Sadun komser başını yan pencereye çevirmiş, kar altında kalmış uçsuz bucaksız arazilere bakıyordu ama Meltem fark etti Mehmet’in yüzündeki neşenin kaybolduğunu. Dikiz aynasından onu daha iyi görebilemek için koltuğun sol tarafına doğru kaydı Meltem, evet Mehmet’in yüzünde o ilk tanıştıkları gece gördüğü donuk ifade vardı! ‘Mehmet?’ Mehmet onu duymadı bile! ‘Mehmet?’ diye seslendi bir kez daha yumuşakça bir ses tonuyla Meltem. Bunu üzerine Sadun dönüp Mehmet’e baktı. Onun kendine baktığını fark edince kendine geldi Mehmet ve seslenin Sadun olduğunu sandı, ‘Efendim baba?’ dedi. ‘Ben değil evladım, Meltem seslendi sana’

 

236  

  ‘Haa, öyle mi?’ dedi yüzünde zoraki tebessümle Mehmet ve dikiz aynasından göz göze geldi Meltem’in cevap bekler gözleriyle. ‘Hayırdır, daldın gittin?’ Yalan söyledi Mehmet, ‘Evet, yıllar öncesini düşündüm bir an... Öyle işte...’ diyerek geçiştirdi. Bir tehlike sezmişti ama tehlikenin ne olduğunu anlayamamıştı, bu onu daha da rahatsız etmeye yetmişti. Akşam karanlığı çökmüşken -Ereğli’ye hoş geldiniztabelasının önünden geçtiler. Sadun komser, daha önce buraya geldiğinde kaldığı otele götürdü onları. Planları geceyi burada geçirmek ve sabah erkenden Kayasaray köyüne, oradan da Mehmet’in ailesinin yattığı mezarlığa çıkmaktı. Otelin resepsiyonisti Ramiz, karşısında Sadun’u görünce hem şaşırdı hem de sevindi, sevindi çünkü aklı siyah Mustang da kalmıştı, o arabaya bir kere daha binebilmenin hayaliyle yanıp tutuşuyordu onca zamandır! Sadun komser tek kişilik üç oda istedi Ramiz’den. Ramiz ellerinde ki en güzel odaları verdi onlara ve odalarına kadar bizzat eşlik etti, Sadun’dan da okkalı bir bahşiş aldı. Ancak Sadun onun gözlerinden anlamıştı aslında bahşiş istemediği, onu daha fazla kıvrandırmak istemedi, ‘Ramiz köye giden yolun durumu nedir, kar var mı?’ diye sordu. ‘Valla dayı yol temiz ama köyün içinde vardır illaki’ ‘İyi, o zaman zincire gerek yok!’ Ramiz beklediği kıvranıyordu,

 

cevabı

alamamanın

sıkıntısıyla

237  

  ‘Mehmet’ diye seslendi Sadun, odasına girmek üzere olan Mehmet’e ‘Ramiz’e arabanın anahtarlarını verde hem benzin alsın hem de bir güzel yıkatsın arabayı’ Ramiz’in gözleri parladı! Mehmet’in yanına koşarak gitti adeta ve bir yıldırım gibi uzatıp aldı anahtarı, koşarcasına merdivenlere giderken Sadun güldü ardından, ‘Yeğenim! Bir şey unutmadın mı?’ diye seslendi. Ramiz ani bir manevra ile dönüp baktı, ‘Ne vardı dayı?’ ‘Benzini neyle alacaksın?’ ‘Ben veririm parasını sonra hesaplaşırız dayı merak etme sen’ derken bir yandan da birer ikişer merdivenleri iniyordu Ramiz. Sadun komser yol yorgunluğu ile hemen yatıp uyudu. Meltem’in de ondan farkı yoktu, odasına girer girmez bir duşa alıp kendini yatağın üzerine bırakmıştı, oda sıcaktı üzerini bile örtmeye gerek duymaksızın uykuya dalmıştı. Mehmet ise hala ayaktaydı. Yolda gelirken sezdiği tehlikeye takılmıştı, ne olduğunu bulmaya çabalıyor ama olmuyordu. Kendisiyle alakalı değildi, öyle olsa onu kim düşünürse düşünsün o düşünceyi anında yakalardı nede olsa... Şu halde bu tehlike ya Sadun komserle yada Meltem’le ilgiliydi! ‘Acaba bu yolculukla alakalı bir tehlike mi var’ diye düşündü ‘keşke onları yanımda sürüklemeseydim, tek gelseydim’ diyerek kızdı kendine Mehmet! Yatağın üzerine bıraktı kendini, ellerini başının altında birleştirdi, gözlerini tavana dikti, zihninin içinde bir şeyler yakalamaya çabaladı ama sezdiği tehlikenin verdiği

 

238  

  huzursuzluk haricinde bir şey yoktu. Meltem ve Sadun’a verdiği sözü geçici bir süre askıya almaya karar verdi Mehmet, onlar yanındayken sorun yoktu, ne olursa olsun, tehlike ne denli büyük olursa olsun icabına bakardı, buna şüphesi yoktu. Ama onlardan uzaktayken kesinlikle zihinleriyle bağlı olacaktı, olası tehlikenin ne olduğunu öğrenmenin ve onlara zarar gelmeden bu tehlikeyi önlemenin başka yolu olmadığına iyice kanaat getirdi. Sadun komser genelde hep gözünün önündeydi ama Meltem’in tehlikeli bir işi vardı ve hep eli silahlı, psikopat insanlarla uğraşması gerekiyordu. Sezdiği tehlikenin ağırlıklı olarak Meltem’le alakalı olduğunu düşündü Mehmet, verdiği sözü tutmaktansa Meltem’in başına bir şey gelmemesini tercih edecekti. Onlara verdiği sözleri tutmak onun için önemliydi, çünkü ilk kez hayatında birileri ona değer vermiş, hatta sevmişti, üstelik karşılıksızdı bu değer ve sevgi. Ve Mehmet, o da hayatında ilk kez sevmiş ve değer vermişti. Özellikle ona verilen değeri ve duyulan güveni sarsmamak adına her şeyi yapmaya razı olmaya hazırdı. Tutmak üzere bir söz vermişti, ama şimdi o sözü gizlice bozmak zorunda olmanın vicdani rahatsızlığını duyuyordu yüreğinin derinliklerinde. Düşünceler aleminde dolanırken, uyuyup kaldı Mehmet. Sabah önce Sadun uyandı ve Mehmet’le Meltem’i uyandırdı. Ramiz onları uğurlarken ‘Dayı mutlaka yine beklerim yolun düşerse’ dedi, içtenlikle. ‘Kısmet be yeğenim’ diye cevap verdi Sadun ve Razim’e sarılıp vedalaştı.

 

239  

  Yakınlarda bir börekçide yaptılar kahvaltılarını. Meltem peynirli, Mehmet kıymalı kol böreği, Sadun komser ise her zaman ki gibi su böreği yedi. Böreklerin yanında da ikişer bardak çay içtiler. Hesabı istediklerindeyse Meltem ve Sadun komser arasında ufak bir hesap ödeme krizi yaşandı, ancak krizin galibi Meltem oldu. Kayasaray köyüne giden yol üzerinde ufak tefek kar birikintileri kalmıştı ama genelde açıktı. Sadun, Mehmet’in yeteneklerine güvendiği için lastiklere kar zinciri takma gereği duymamıştı. Hatta bunu dile getirdiğinde Meltem’ hadi baba iyisin, alemin en kral şoförünü sen kaptın’ diye takılmış, gülüşmüşlerdi. Mehmet içi huzursuz olmasına rağmen onlara belli etmek istemiyor, önceki günkü gibi neşeli olmaya çalışıyor, en azından öyleymiş gibi yapmak için kendini zorluyordu. Yarım saatlik bir yolculuğun ardından nihayet köy meydanına ulaştılar. Sadun Mehmet’e yolu tarif etti ve köye ilk geldiğinde gittiği kahvehanenin önünde park ettirdi arabayı. ‘Mehmet, senden bir ricam olacak’ dedi Sadun. ‘Elbette baba, buyur’ ‘Şimdi köy muhtarına bir saat açıklama yapmam gerekecek, niye geldik, neden yine oraya çıkmak istiyoruz falan...’ ‘Anladım baba, sen bana bırak!’ ‘Eyvallah!’ Muhtar hiç garipsemedi Sadun komseri bir kez daha karşısında görünce, hatta onu bugün beklediğini sanıyordu, Mehmet’in yeteneği sayesinde!

 

240  

  Muhtar hiç bekletmedi bile onları, hemen üç katır getirtti köyün gençlerine ve mandıranın olduğu mevkiye doğru yola çıktılar Mehmet, Meltem ve Sadun komser... Katırları bırakıp yola yaya devam edecekleri patikaya ulaştıklarında Mehmet içinde gittikçe artan bir heyecan hissetti. Yedi yaşındayken ayrıldığı bu yere yıllar sonra geri dönmüştü. Geçen onca yıl buralarda doğup büyüdüğünden habersizce yaşamış, ancak kaybettiği hafızası yerine geldiğinden beridir buraya, özellikle hiç tanıyamadığı ailesini ziyarete gelmeyi çok arzulamıştı. Şimdi attığı her adımda o arzusuna daha da yaklaşıyor, kalbi daha hızlı atıyordu. Meltem karla kaptı zeminde ilerlerken zorlanıyordu, Mehmet bir yandan koluna girmiş ona yardım ederken, diğer yandan gözü hep ilerileri tarıyordu. Nihayet virane mandıra tesisi binaları uzakta gözükmüştü, adımları son bir gayretle sıklaştı üçününde. Mehmet yıllar önce yalnızca bir kez girdiği, Halit bey ve arkadaşlarının kaldığı o evin önüne gelince durdu, hüzünlü gözlerle baktı eve. Evin arka tarafına, mezarların olduğu kısma doğru yürürken, Meltem ve Sadun da onu sessizce takip ettiler... Mehmet durmaksızın ilerledi, ağır adımlarla mezarlara doğru. Evin arka duvarından yetmiş metre kadar ilerlemişlerdi, sessizce. Sadun durdu, Meltem’in kolundan nazikçe tutup onuda durdurdu. Mehmet’in ailesiyle yalnız kalmasının doğru olduğunu düşünmüştü. Mehmet’in adımları gittikçe ağırlaştı son metrelerde ve birden durdu! Karların gizlediği toprağın altında yattığını biliyordu ailesinin ve tüm diğerlerinin. Tam olarak çocukken hissettiği yere gelip durmuştu Mehmet. Geniş bir araziye yayılmıştı aslında mezarlar ve Mehmet ailesinin tam olarak

 

241  

  nerede yattığını bilmesede, biliyordu ki onlara yıllar sonra hiç olmadığı kadar yakındı, içine hüzünlü bir huzur yayıldı. Yavaşça dizleri üzerine çöktü, dizleri kalın kar tabakasına gömüldü. Donuk gözlerle baktı mezarların olduğu araziye. Donuk gözleri nemlendi, nemler damla oldu aktı yanakların aşağıya ve kara karıştılar. Dudakları titriyordu, ağlamamak için kendini zorluyordu ki bunun faydasız olduğunu çok geçmeden fark etti, bıraktı kendini, bir evladın annesinin kucağına kendini bırakması gibi, hıçkırıklarla ağlamaya başladı Mehmet. Hıçkırıkları dağa çarpıp geri dönüyor, tüm arazide yankılanıyordu. Meltem ve Sadun’un da gözleri doldu, Sadun gizlemedi göz yaşlarını tıpkı Meltem gibi, oda evladı yerine koyduğu Mehmet’i ağlarken yalnız bırakmadı. Mehmet, krize girmiş gibi ağlıyordu, sanki yılların birikimi bir anda boşalıyordu bedeninden, kollarını karın hizasında bedenine sarmış, öne doğru eğilmiş halde ağladı, ağladı, ağladı... On dakika kadar geçmişti ki, Mehmet elleriyle gözyaşlarını sildi, biraz sakinleşmişti, yavaşça ayağa kalktı, özlem doluydu bakışları, ‘Sizi seviyorum... Merak etmeyin, ben iyiyim... Oğlunuz iyi... Artık daha da iyi...’ dedi, titreyen ve gittikçe kısılan sesiyle. Yavaşça ardına döndü ve Sadun’la Meltem’e doğru yürümeye başladı, başı önde. Bir kaç metre sonra yürümeye devam ederken başını çevirip tekrar arkasına baktı. Sadun yanına gelip duran Mehmet’in eline omzunu koydu, bir baba, bir anne şefkatiyle baktı ona. Meltem dostça girdi koluna, Mehmet’in hüznü huzura dönüştü bir anda.

 

242  

  ‘Çocukken kaldığınız Mehmet?’ diye sordu Sadun.

yeri

görmek

ister

misin

Mehmet acı bir tebessümle başını hafifçe salladı, Sadun tebessümle bakarak elini dostça bir kaç kez hafifçe vurdu Mehmet’in omzuna ‘hadi o zaman’ dedi. Sadun önde, Meltem ve Mehmet onun bir kaç metre ardından gizli tesisin virane kalıntılarına doğru ilerlediler. Yolları üzerinde ki kalın kar tabakası zorluyordu onları ama umursamıyordu üçüde, devam ettiler. Mehmet ikinci kulübenin önünde durdu, ‘İşte’ dedi ‘Burasıydı... Burada kalıyordum ben’ Kulübenin kırık ve aralık olan kapısından içeri girdiler, Mehmet ve Sadun acı tebessümlerle baktılar cam bölmeyle ayrılmış ve içinde hiç eşya olmayan odalara, Meltem ise şaşkınlıkla! Mehmet’i belki de ilk kez anlamıştı o an, neler yaşadığını, nelere katlanarak yaşadığını ve elbette nelerden mahrum kalarak yaşadığını. Acıdı ona... Acı içini yaktı, alev alev... ve o alevler, Mehmet’e duyduğu sevgiyi iyice tutuşturdu...

 

243  

  GERİ DÖNÜŞ İstanbul’a döneli dört gün geride kalmıştı ve Mehmet’in donukluğunu yıllar sonra ailesinin mezarını ziyaret etmiş olmasının verdiği hüzne bağlıyordu Sadun komser. Gerçekte ise elbette bu ziyaretinde etkisi vardı ama Mehmet’in asıl derdi yolculuk esnasında sezdiği, hissettiği ancak ne olduğunu bilmediği o tehlikeydi. Uyanık olduğu her anında artık Meltem’in zihnine bağlıydı Mehmet, bu esnada Meltem’in ona deli divane aşık olduğunu öğrenmek hoşuna gitmişti büsbütün, o da kendi yeterince yoklamıştı ve kesin emindi, aşıktı Meltem’e, henüz belli edememiş olsada! Sadun elinde cep telefonuyla üst katın merdivenlerinden indi ve oturma odasına girdi, pencere önünde koltukta oturan manzaraya dalıp gitmiş olduğunu sandığı Mehmet’e tebessümle baktı. ‘Meltem aradı.’ Mehmet ani bir refleksle çevirdi başını ve Sadun’a baktı, o anda tepkisinin fazla olduğunun farkına vardı ama neyse ki Sadun önemsememiş gibi yaptı. Gerçi içten içe ikisinin birbirlerine gittikçe yoğunlaşan sevgisinin farkındaydı elbet ve bu durum hoşuna da gidiyordu, ama o da gençleri rahatsız ederim tedirginliği ile belli edemiyordu. ‘Şu geçen bahsettiği psikiyatr arkadaşıyla görüşmüş, bu gece müsaitseniz köşke geleceğiz dedi, bende olur buyrun gelin dedim’ Sadun cümlesini tamamladığında koltuğa ulaşmıştı, oturdu Mehmet’e baktı,

 

244  

  ‘Sen iyi misin evlat?’ ‘İyiyim baba, hem de çok iyiyim’ derken yüzüne bir de zoraki gülücük yerleştirdi Mehmet. Kaldı ki Meltem’in akşama doktor arkadaşıyla geleceğini zaten biliyordu ama ‘Meltem’ ismini duymak bile içini titretmeye yetiyordu artık! Yıllar boyu emniyette işi gereği insanların yüz ifadeleri ve vücut dilini okumada uzmanlaşmış olan Sadun komser Mehmet’in iyi olmadığının farkındaydı, ama üzerine gitmek istemedi, ‘İstersen sahile inelim, yürürüz biraz...’ dedi. ‘Pek gidesim yok ama sen istiyorsan gidelim baba’ ‘o zaman boşver, hava da serin zaten’ Sadun, Mehmet’i yalnız bırakmak adına biraz dinlenmeyi bahane edip odasına çıktı. Akşama kadar öylece oturdu Mehmet, yalnızca Meltem’in zihnini dinledi! Akşam saat yedi gibi Sadun tekrar Mehmet’in yanına geldiğinde onu bıraktığı yerde buldu. Havadan sudan sohbetle kafasını dağıtmak istedi ama pekte başarılı olmadı, Mehmet onu dinlerken bir yandan da Meltem’in zihnine bağlıydı ve aynı anda iki kişiyi birden dinlemek zordu! Saat sekiz gibi kapı çaldı. Gerçi Mehmet kapı çalmadan önce Meltem’in ve doktorun geldiğini biliyordu ama bunu Sadun’a sezdirmemeye gayret etti, kalkıp kapıya gitti. Meltem ve psikiyatr arkadaşı Aslı içeri girdiler, kısa bir tanışma faslının ardından fazla vakti olmadığını üzülerek belirten psikiyatr, ‘Meltem durumunuzu bana kısaca özetledi’ diyerek asıl konuya girdi.

 

245  

  Kırk beş yaşındaydı ama daha genç gösteriyordu, alımlıydı ve Mehmet bir ara Sadun’la göz göze geldip imalı bir göz kırptı, Sadun gülecekti neyse ama kendini tuttu! ‘Bu tip durumlarda hipnoz yoluyla bilinç altına itilmiş bazı anılar ve yetenekler yine hipnoz yoluyla geçmişe bir yolculuk yapılarak geri getirilebilir. Ama garantisi yoktur elbette, hele üzerinde sizin durumunuzda olduğu gibi yirmi sekiz yıl geçmişse... Bu arada Meltem özel bir konu dediği için ısrar etmedim ama... Sakıncası yoksa geri getirmek istediğiniz yeteneğiniz nedir Mehmet bey? Bunu bilmem gerek, aksi halde size yeterince yardımcı olmam’ ‘Elbette Aslı hanım... Toprağa, suya, havaya ve ateşe tesir etme gücüm var!’ Yalnızca psikiyatr değil, Meltem ve Sadun da şaşırdı bu denli açık sözlü olmasına Mehmet’in. Ama Mehmet doktorla işi bittiğinde ona bildiği herşeyi nasılsa unutturacaktı ve bu açıdan rahat davranıyordu. ‘Şaka mı bu?’ diye sordu Aslı hanım, şaşkınlığı ses tonuna da büsbütün yansımıştı. ‘Önce görüşmenizi yapın sonra devam ederiz’ dedi Mehmet. ‘ne görüşmesi?’ diye sormuştu ki çantasında ki cep telefonu çalmaya başladı! ‘Hastanız arıyor, Halil bey... Bekletmeyin bence!’ şaşkınlık ve merakla aldı telefonunu çantasından ve ekrana baktığında rehbere kayıtlı olmayan bir numara vardı, telefonu açıp kulağına götürdü, ‘Efendim?’ dedi, sonrasında gözleri hayretle açılmış halde Mehmet’e bakarak ‘buyrun Halil bey, müsaitim’ dedi!

 

246  

  Hastasıyla görüşmesi bitince telefonu kapatı çantasına geri koyup şaşkın gözlerini Mehmet’e odakladı,

ve

‘İlginç!’ dedi gülerek ‘başka neler yapabiliyorsunuz?’ ‘Size arzu ettiğim her şeyi yaptırabilirim! Ve çocukken sahip olduğum asıl yeteneklerimi geri getirirseniz dünya karşıma dikilse beni durduramaz Aslı hanım!’ Aslı biraz tedirgin oldu aslında, bu yüzünede endişe olarak yansıdı, ‘Açıkçası sizi tanımıyorum, yalnızca Meltem’in referansı ile buradayım ve merak ediyorum... Diyelim ki bu yeteneklere yeniden sahip oldunuz... Ya bunları kötü bir niyetle kullanırsanız? Ya suçu günahı olmayan insanları canını yakarsanız? Ve ben bu işe alet olmuş gibi hissedersem kendimi vicdanım beni o zaman rahat bırakmaz Mehmet bey! Açık konuştuğum için kusuruma bakmayın!’ ‘Meltem’i ne zamandır tanırsınız?’ diye sordu Mehmet. ‘uzun zaman oldu, çokta severim ayrıca’ ‘Kişiliğini analiz edecek olursak, kolay güvenir ve inanır mı?’ ‘Asla!’ ‘Ama sizi bana getirecek kadar bana inanmış ve güvenmiş, beni tanımıyor olsanız da Meltem’in sağduyusuna bence bu konuda güvenin... ve elbette yıllarını emniyete adamış olan Sadun babamızıda!’ Aslı hak verir tebessümle baktı Meltem ve Sadun’a. ‘Ayrıca size istediğim herşeyi zaten yaptırabileceğimi söyledim, kötü bir niyetim olsa siz şu an bana bu soruları sormazdınız bile Aslı hanım’

 

247  

  Aslı ikna olmuş halde başını salladı, ‘Tamam, o halde sizinle yalnız kalabileceğimiz sakin bir odaya ihtiyacımız olacak, hemen hipnoz seansına geçelim derim.’ ‘Öncelikle izniniz olursa sormak istediğim bir şey var’ dedi Sadun. ‘Elbette buyrun Sadun bey’ ‘Bu hipnozun... Mehmet üzerinde olumsuz bir etkisi olabilir mi? Ya da her hangi bir yan etkisi?’ ‘Hayır, ancak eskiye ait geri getirmek istediği şeyler gelmeye başladığında yoğun baş ağrıları çekebilir, bu her zaman olmamakla birlikte bazı hastalarımda bunu gözlemledim... Bunun haricinde başka bir sorun çıkmaz.’ ‘Anlıyorum’ ‘Ancak’ dedi Aslı ‘Geçmişine ait acı verici ya da onu kötü etkileyecek bir anıda beraberinde gelirse psikolojisi bundan olumsuz yönde etkilenebilir’ ‘Sorun değil’ dedi Mehmet. Ama biliyordu ki sorun olabilecek bir konu vardı, diğerleriyle paylaşmasa da! Kendindeyken bloke edebildiği zihin izi, hipnoz altındayken ortadan kalkacaktı ve çocukken irtibata geçtiği o kişiler bir şekilde onun varlığından haberdar olabilirlerdi! Mehmet bunu yol boyu çok düşünmüştü hatta bir ara vazgeçecekti ama sezdiği ancak nereden geleceğini bilmediği o tehlike onu deli edecekti! Varsın kendi gerekirse ölsün ama sevdiği bu insanların başına bir şey gelmesin kararını vermişti!

 

248  

  Sadun komser onları yıllar önce herşeyin startının verildiği o kara duvarlı odaya aldı, arkalarından kapıyı kapadı. Sadun ve Meltem oturma odasında merakla sonucu bekliyorlardı... Neredeyse bir saat olmuştu ve yukardan ses seda gelmemişti henüz. İkinci saatin sonunda psikiyatr Aslı nihayet merdivenleri inip oturma odasına geldiğinde benzi atmış, yüzü hayalet görmüş gibiydi adeta! Sadun o odaya girince ayağa kalktı, ‘Nasılsınız Aslı hanım? Mehmet nasıl?’ ‘Mehmet bey iyi ama aynı şeyi kendim için söyleyemeyeceğim! Duyduklarım tüyler ürperticiydi Sadun bey!’ ‘Meltem, Aslı hanıma su getirir misin?’ dedi Sadun. Meltem odadan çıkarken, Aslı da koltuğa oturdu, yorgun düşmüş bir haldeydi ve büsbütün tedirgin olmuş hatta ürkmüştü! ‘Biliyorum’ dedi Sadun komser ‘duyduklarınızı ilk öğrendiğimde sizin şu anki halinizden farkım yoktu inanın ki Aslı Hanım... İnsanın tüyleri ürperiyor’ ‘Bu yapılanlar, inanmak çok güç ama... Gerçek bir vahşet!’ dedi Aslı ve Meltem’in getirdiği suyu alıp bir kaç yudum içti ‘teşekkür ederim’ diyerek sehpaya bıraktı bardağı. Meltem elini dostça koydu Aslı’nın omzuna, ‘İyi misin?’ diye sordu.

 

249  

  Aslı başını iki yana salladı –hayır- dercesine ve içeri giren Mehmet’le göz göze geldi. Uykudan yeni uyanmış bir hali vardı Mehmet’in, ‘herkese selam’ dedi ve oturdu. Aslı eğilip çantasını aldı ve ayağa kalktı ‘benim artık gitmem gerek, geç bile kaldım’ dedi, sesinde belli etmemeye çalıştığı panik vardı! Onu yolcu ettiler ve odaya geri döndüklerinde Sadun ve Meltem biraz tedirgindi, ‘İyi mi yaptık bilmiyorum, ya bu kadın gidip birilerine herşeyi anlatırsa? Gerçi inkar yoluda var ama millete laf anlatmak zor şey’ diyerek düşüncesini dile getirdi Sadun. ‘Merak etmeyin’ dedi Mehmet, rahat tavırla ‘buraya geldiğini bile hatırlamıyor şu an!’

 

250  

  AYDINLIK VE KARANLIK Mehmet’e uygulanan hipnozun üzerinden bir hafta geçmiş olmasına rağmen hiç bir ilerleme olmamıştı ve bu durum Mehmet’in büsbütün canını sıkıyordu. Hissettiği o tehlike daha güçlenmişti ve ne olduğunu nereden geleceğini, kimi vuracağını bilememek onu delirtiyordu. Hava güneşliydi ancak üşüten hafif bir rüzgar esiyordu. Sadun köşkün kapısından çıktı ve bahçede ileri geri dolanan Mehmet’in yanına yaklaştı, ‘Hava çok güzel bugün’ dedi. Onu fark eden Mehmet tebessümle dönüp baktı ona, ‘Evet, bahar havası var baba’ ‘Çok düşüncelisin Mehmet... aslına bakarsan o yolculuktan beridir böylesin... Bir şey mi var evladım? Canını sıkına herhangi bir şey?’ ‘Yok be baba ne olsun? Senin yanında huzurluyum yanlış anlama bunu lütfen ama... Kendimi işe yaramaz asalak gibi hissediyorum’ ‘Seni anlıyorum evlat... Bir anda senin için rüzgar terse dönüp esmeye başladı, bin bir türlü şey hatırladın kendinle ilgili... yaşadığın bir hayat vardı, terk edip geldin burada yeni bir hayata başladın... Zor tabi... Anlıyorum seni... Ama merak etme herşey yerli yerine oturur yakında... Ben de aslında sana iyi bir haber vermek için geldim!’ ‘Nedir baba?’ ‘Ankara da iç işlerinden önemli bir dostum var, onula görüştüm az önce... Haftaya yanına gideceğim hem ziyaret hem de senin durumunu konuşacağım’

 

251  

  ‘Biliyor mu?’ ‘Kısmen... Detaya girmeden anlattım, çok güvenirim o yüzden anlatmakta mahsur görmedim... Senin için terörle mücadele biriminde özel danışmanlık statüsü ayarlayabileceğini söyledi... Olmazsa artık ne yapalım... Devreye sen girer, yeteneği kullanırsın, istediğimizi alırız’ ‘Anladım baba, sağol eksik olma’ ‘Ne demek be evlat, sen mutlu ol gerisi önemli değil... hadi bakalım, asma artık yüzünü’ Mehmet tebessüm etti, öz babasına bakarmış gibi baktı Sadun komsere ve sımsıkı sarıldı ona, ‘İyi ki varsın be baba’ dedi. Sadun da ona sarıldı, evladına sarılır gibi. ‘Çay demledim, çıkmıştır... İçer miyiz?’ ‘Valla iyi gider baba, hadi içeri geçelim de üşüme, güneşe aldanmamak gerek hava hala soğuk.’ Mehmet, Sadun’un koluna girdi, köşkün kapına doğru yürürlerken, ‘Boşuna dememişler, mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır diye’ dedi Sadun. Oturma odasında karşılıklı oturmuş çaylarını yudumlarlarken Sadun uzun zamandır aklına takılan bir sorunun cevabı almak üzere sordu Mehmet’e, ‘Onlar tam olarak kim Mehmet? Halit beyin korkulu rüyası olan kişiler, senin çocukken irtibata geçtiklerin... Kimin nesi onlar?’ Mehmet elindeki bardağı sehpanın üzerinde duran çay tabağının üzerine bıraktı,

 

252  

  ‘Senin benim gibi adamlar, belki biriyle sokakta yürürken bile karşılaşıp selam vermiş olabilirsin baba...’ ‘hıım’ ‘Ama genelde gözden ırak saray benzeri yerlerde yaşamalarına rağmen o debdebe içinde çok sade bir hayatları var. Hatta hayata dair hiç bir zevk yok yaşantılarında... Garip bir kendini adamışlık.... Belki çocuktum o zamanlar nede olsa, o sebeple bazı şeyleri tam kavrayıp anlayamamış olabilirim. Ama herşeyi bir anda hatırladıktan sonra ben bile ki hiç korku nedir bilmeyen ben... İlk kez o an, herşeyi hatırlayıp irtibata geçtiğim o insanları hatırladığım an ilk kez korku hissettim. Neyse ki hafızam parti parti değil bir anda gelmişti de ne yapacağımı da biliyordum, zihnime bana ulaşmalarını engelleyecek bir bloke koyup gizledim kendimi açıkçası...’ ‘Peki evlat, bu insanların gerçek derdi ne sence?’ ‘Baba Enver’in anlattıklarından ancak cevap verebilirim bu soruya da...’

hatırladıklarımla

‘Ne diyordu Enver?’ ‘Tanrı her şeyi zıddıyla beraber yarattı demişti... Aydınlığa karşılık da karanlığı... Aydınlığın sembolü olarak Habil’i, karanlığın sembolü olarak da Kabil’i yaratmış Tanrı. Ve dünya üzerinde tüm iyi insanlar Habil soyundan... Kötü niyetli insanlar ise Kabil soyundan gelmedir demişti... İşte Halit’in korkup kendince savaş planı hazırladığı bu insanlarda karanlığın sembolü olan taraftan... Onlar üstelik Tanrı’nın en iyi kulları olduğuna inanırlarmış ve dünyaya Tanrı adına hakim olmak, tüm işe yaramaz, Tanrı bilmez insanları köle haline getirip bir nevi tanrının buyruğunu yerine getirdiklerine inanıyorlarmış’

 

253  

  ‘İlginç... Onlara göre iyi olan taraf onlar, kötü bizleriz... Bize görede tam tersi... peki ya aydınlık taraf? Onlar nerede evlat? Yok mu yoksa? Baksana dünyanın haline!’ ‘Var baba olmaz mı? Her şey zıddı ile değer bulur, kötü olmadan iyinin ne olduğu nasıl anlar ki insan derdi Enver... Bak şimdi hatırladım... Ayşe’ydi galiba ya da Zeynep... Onlardan biri sormuştu Enver’e bu soruyu, aydınlık tarafı kimler sembolize ediyor şu an diye’ ‘O ne cevap verdi?’ ‘Kutsal kitaplarda yüce konsey olarak geçen bir takım insanlar varmış... Ama bunlar insandan ziyade Tanrı’nın bizzat kendisinin insan suretine bürünüp görünmesinden ibaretmiş baba... Ve sende gayet iyi bilirsin ki, bir ortama aydınlık geldiğinde, karanlık hemen kaybolur... Bu yüce konseyin hayal edilemez akıl almaz bir gücü varmış ve belli aralıklarla dünyaya, özellikle de karanlık tarafa müdahale ederler dengeyi sağlarlarmış... Hatta Enver’e göre en son böyle bir müdahale bizim kurtuluş savaşımızda yaşanmış!’ ‘Doğrudur, elimizde doğru dürüst silah bile olmadan dünyayı dize getirdik, doğrudur evlat... Peki bir kez daha aynı şeyi soracağım ama... Bu karanlık tarafın sana ulaşma gibi bir şansı var mı evlat?’ ‘Yok baba, rahat ol sen...’ Mehmet yanılıyordu aslında! Hipnoza girdiğinde onuda tedirgin eden durum gerçekleşmiş, iki saatliğine zihnine koyduğu ve -zihin izi- olarak adlandırdığı duruma ulaşmalarını imkansız kılan blokaj ortadan kalmıştı! ‘Peki öyle bir şey oldu diyelim, Allah korusun inşallah hiç olmaz ama... Seni bulabilir mi bu insanlar?’

 

254  

  ‘Eliyle koymuş gibi hem de! Ama rahat ol, varlığımdan haberdar oldukları anda bunu bende bilirim merak etme baba’ ‘Peki evlat, sen öyle diyorsan sorun yok’ ‘Aslında benim de soracağım bir şey var’ ‘Tabi buyur evlat’ ‘benim askerlik işi, Meltem’e söz verdim...’ ‘Hııım, şu mesele, doğru bak ben de unutmuşum’ ‘Nasıl yaparız Sadun baba?’ ‘Bence öncelikle şu iç işleriyle görüşmeyi bir halledeyim, görevine başlamanı sağlayalım askerlik işini bir şekilde hallederiz... Aslında aklımda bir şey var ama dur bakalım’ ‘Nasıl bir şey?’ ‘Seni yurt dışında çalışıyor gösterip bir aylık askerlik yaptırmak gibi bir şey’ ‘Sahtekarlık yani’ dedi Mehmet gülerek. ‘Yeterince asker var orduda, sana burada, emniyette ihtiyacımız var evlat...’ ‘Tamam baba, sen öyle diyorsan sorun yok benim için’

 

255  

  NÖBET Gece yarısının sessizliği köşkün karanlık odalarına çökmüştü ki, Sadun Mehmet’in acı haykırışı ile irkilerek uyandı! Önce rüya gördüğünü sandı ama haykırış tekrar yankılanınca üzerinden yorganı attığı gibi kalktı yataktan ve yan odaya gitti koşarak. Kapıyı açıp içeri girdiğinde Mehmet yere kapaklanmış, elleriyle başını tutarak acıyla feryat ediyordu! Işığı yaktığı gibi Mehmet’in yanına koşup çömeldi, eli ayağı birbirine dolanmış haldeydi, ‘Evladım, Mehmet? Ne oldu nen var?’ dedi titreyen sesiyle. Mehmet ona cevap veremeyecek kadar acı içindeydi, elleriyle başını tutmuyor adeta sıkıyor, bir sağa bir sola dönüyordu. Sadun’un eli ayağı iyice birbirine dolandı, bir şey arar gibi etrafına bakınırken neden baktığını ne aradığını dahi bilmiyordu aslında. ‘Mehmet? Evladım ne oldu?’ Mehmet biraz sakinleşir gibi oldu, bir şey diyecek gibiydi ama kelimeler ağzından çıkmıyordu. Sadun iyice yaklaştı ona, ‘Söyle evlat? Hastaneye gidebilecek durumda mısın yoksa doktor çağırayım hemen’ dedi ağlamaklı sesiyle. ‘Canım... Çok yanıyor be baba’ diyebildi Mehmet, kısık ve acı dolu sesiyle. ‘Mehmet kalk evlat hemen hastaneye gidelim’

 

256  

  ‘Gerek yok... Doktorun faydası olmaz bana’ dedi ve acıyla inledi yine Mehmet. ‘Ağrı kesici getireyim o zaman ha? Ne dersin?’ Mehmet ellerini yumruk yapıp şakaklarına iyice bastırırken –hayır- dercesine başını salladı. ‘Aslı hanım başı ağrıyabilir demişti ama... Bu kadarı normal gelmedi bana be Mehmet!’ Mehmet neredeyse bir saat boyunca acıyla kıvrandıktan sonra birden kesildi ağrısı. Kendini dünyaya yeniden gelmiş gibi hissetti, kıvrılıp kaldığı yerde yavaşça doğruldu, sırtını karyolaya verip oturdu. Sadun, Mehmet’in yüzünde ki rahatlamış ifadeyi görünce o da rahat bir nefes aldı ama temkinliydi, ‘Mehmet? İstersen kalk bir doktora gidelim... Ya da en iyisi ben Aslı hanımı arayım ha?’ ‘Yok baba sağol, gerek yok’ ‘İyide evlat neyin nesiydi bu ağrı?’ ‘Yirmi sekiz yıldır gömülü olanlar dışarı çıkacak yol arıyor be baba... Bırakta olsun o kadar!’ dedi ve güldü Mehmet. Sadun da nemli gözlerini eliyle silerken ‘deli çocuk!’ diyerek güldü. Mehmet’in birden yüzü değişti, Sadun yine ağrı krizi tutacak diye panikle baktı ona, ‘Mehmet? Yoksa yine mi?’ diye sordu, sesi titriyordu yine. Mehmet’in aklına başka bir şey gelmişti oysa. Aklı Meltem’deydi!

 

257  

  Ağrılı nöbeti başladığından beri zihni ondan kopmuştu, ‘ya nöbetler devam ederse ve daha da uzarsa ve her ne olacaksa o ana denk gelirse?’ diye düşünerek paniklemişti içten içe. Sadun tedirginlikle Mehmet’in yüzüne bakarken, Mehmet birden bire başını ona çevirdi, ‘Baba Meltem’i ara!’ ‘Niye ki evlat, hayırdır?’ ‘Baba rica ediyorum hemen ara, mutlaka gelsin, sizinle konuşmam gereken bir şey var, önemli!’ Sadun şaşkınlıkla doğruldu, ayağa kalktı, ‘Peki evlat’ dedi ve hızlı adımlarla odadan çıktı. Mehmet başını karyolaya yasladı ve gözlerini tavana dikip öylece kaldı bir süre. Sadun odasına cep telefonundan Meltem’le konuşuyordu, Mehmet yavaşça kalktı ve ağır adımlarla odadan çıktı. Sadun görüşmeyi bitirmiş odasının kapısından çıkıyordu ki koridor da Mehmet'le burun buruna geldi, ‘Evlat nasıl oldun?’ ‘İyiyim baba sağol, kusura bakma gece gece senide telaşlandırdım’ ‘Yavrum o nasıl söz, aklım gitti gerçi ama yeter ki sen iyi ol gerisi mühim değil’ ‘Meltem geliyor mu?’ ‘Nöbetteymiş bu gece sabah uğrarım dedi’

 

258  

  ‘O zaman biz emniyete gidelim baba, önemli bir durum var, Meltem’i görmem gerek’ Sadun tam bir şey sormaya hazırlanıyordu ki, ‘Giderken yolda anlatırım baba, hadi hazırlanda çıkalım’ dedi Mehmet. Mehmet bir yandan arabayı kullanırken bir yandan da Ereğli’ye giderken hissettiği tehlikeyi ve neden Meltem’i görmek istediğini anlattı Sadun komsere. Emniyet müdürlüğüne geldiklerindeyse Sadun komseri gören tüm polisler sanki emniyet amiri gelmiş gibi tavırla selamladılar onu. Hepsi hal hatır sordu, özlemlerini dile getirdiler. Bu durum Sadun komserinde hoşuna gitti, hem gururu okşanmıştı hem de özlediği pek çok yüzü görmüştü. Öyle ki Meltem’in odasına çıkabilmeleri neredeyse yarım saat sürmüştü. ‘İyi de Mehmet şimdi benim ne yapmamı bekliyorsun? Tamam inanıyorum sana, eminim ki hissettiğin tehlike her ne ise mutlaka gerçektir... Ama benim işim bu ve işim sende biliyorsun ki tehlikeli!’ Sadun ve Mehmet emniyet müdürlüğünde komser Meltem’in odasında masanın önündeki karşılıklı oturmuşlar, masanın öte tarafında oturan Meltem’i ikna etmeye çalışıyorlardı. ‘İzin alsan bir süre?’ diye sordu Mehmet. ‘İzin hakkı mı kullandım, ayrıca hakkım olsa da kullanmam! Hem ne malum hissettiğin tehlikenin benle alakalı olduğu? Belki Sadun babayla alakalıdır, Allah korusun ama bu da mümkün tabi!’ ‘Öyle tabiki, ama Mehmet şu ana seni korumaya çalışıyor kızım, biraz hak ver bence’

 

259  

  ‘Komserim bu zamana kadar yanımızda Mehmet gibi olacakları da hissedebilen biri yoktu ve bu günlere kadar tek başımıza geldik!’ ‘Orası öyle ama ne yapsın çocuk şu an seni düşünüyor’ Mehmet başı önde bir an düşündükten sonra başını kaldırıp Meltem’e baktı, ‘İstesem şu an hiç uğraşmadan seni izin almaya, amirini de izin vermeye mecbur bırakırım, ama sana duyduğum saygıdan dolayı bunu yapmıyorum Meltem’ ‘Verdiğin sözü yemiş olursun o zaman!’ Mehmet yine başını öne eğdi, ‘Kendimi mecbur hissettim, bilmem gerekiyordu...’

ne durumda olduğunu

Meltem şaşkın tebessümle baktı Mehmet’e, ‘Yani sözünü yedin ha Mehmet?’ ‘Seni düşünmüş, buna sözünü yemek denmez ama’ diyerek Mehmet’e arka çıktı Sadun komser. ‘Neyse... Bunu hafifletici sebep olarak görüyorum ama bu konu kapanmıştır’ ‘Peki, o zaman senden bir şey isteyeceğim’ dedi Mehmet. ‘Olur ama önce sözünü mecbur kalsanda tutmadığın için özür dilemen gerek!’ Mehmet mahcupça güldü ‘özür dilerim Meltem’ dedi. ‘Kabul edildi... Söyle bakalım ne istiyorsun?’

 

260  

  ‘Bak, az önce kısaca izah ettiğim gibi bu ağrılı nöbet bir kez daha gelecek mi bilmiyorum... Çünkü o halde kendimi dahi düşünemiyorum açıkçası...’ ‘Mehmet sözünü keseceğim kusura bakma ama’ diyerek araya girdi Sadun ‘Ya, Meltem şu Aslı hanımı arayıp bir sorsan normal mi bu ağrılar diye?’ ‘Baba, Aslı hanım ne beni, ne de köşke geldiğini hatırlamıyor!’ dedi Mehmet. ‘Aaa! Doğru ya! Ona seninle ilgili herşeyi unutturduğunu bende unutmuşum’ diyerek güldü Sadun. ‘Çok mu ağrıdı?’ ‘Bir hayli Meltem, zaten beni biraz da bu ağrı tedirgin etti. O sebeple senden isteğim şu ki... Olurda kendini zor bir durumda bulursan beni düşün, beni düşün ve içinden bana seslen... Ben seni duyarım... Anlaştık mı?’ ‘Anlaştık’ Mehmet ve Meltem tebessümle baktılar birbirlerine, ‘Peki diyelim ki bir yerde adamın biri bana silah çekti ve benim karşı koyacak halim yok... O adamı durdurabilecek misin yani?’ ‘İsterse bir değil bin kişi olsun!’ ‘Vaaay! E peki diğer yeteneklerinden ne haber? Bu ağrılar hipnozun işe yaradığını mı gösteriyor diyorsun?’ ‘Evet... Hissediyorum bir kaç güne kadar çocukken sahip olduğum tüm yeteneklerim geri gelecek’ ‘İyi hadi bakalım... Ne diyeyim, hayırlı olsun’ ‘O halde biz kalkalım kızım, seni fazla meşgul etmeyelim’ dedi Sadun ve ayağa kalktı. Mehmet’te onun peşi

 

261  

  sıra kalktı ve Meltem’e elini uzattı, ‘Kusura bakma vaktini almış oldum’ ‘Telefon da edebilirdin ama beni özledin herhalde!’ dedi Meltem gülerek ‘bahane aramana ne gerek var Mehmet, çık gel istediğin zaman hem bak dükkan senin’ Sadun kahkahayı tebessümle baktı Meltem’e,

basarken,

Mehmet

tatlı-sert

‘Ben ne düşünüyorum hanım kızımız ne düşünüyor?’ ‘Bu arada hep ben sana geliyorum Sadun baba ilk fırsatta Mehmet’i de al bana yemeğe gelin, inanılmaz tarifler öğrendim haberin olsun’ ‘Zehirlenmeyelim sonra?’ dedi Mehmet gülerek. ‘Merak etme! Ben yemem, bir şey olursa sizi hemen hastaneye yetiştirim Mehmet Bey!’ Sadun’un kahkahası bir kez daha yankılandı odanın içinde.

 

262  

  ÖLÜME ÇEYREK KALA Sonraki dört gün boyunca Mehmet yedi ağrılı nöbet daha geçirdi ve her biri ilkinden daha acı vericiydi. Ancak her nöbetten sonra çocukken sahip olduğu yeteneklerinin yavaş yavaş ortaya çıktığını fark ettikçe bu ağrıları önemsememeye başladı. Daha da önemlisi ancak ilerleyen zaman diliminde karşılaşacağı ve kendini aciz hissedeceği sorunlar karşısında farkına varıp kullanacağı yeni yeteneklerde bilincinde yerini almıştı! Eskiden insanların zihnine girip okuyabiliyor ve onları dilediği gibi yönlendirebiliyordu. Ancak şimdi zihnine girdiği kişinin gözünden etrafı görebilme ve gördüğü herkese tesir etme yeteneği yanısıra, tonlarca ağırlıktaki herhangi bir objeyi dilediği gibi, dilediği şekilde hareket ettirme, metallerin şeklini ve yapısını değiştirme, tonlarca toprağı hareket ettirme yeteneğine de sahipti. Ve henüz farkında olmadığı diğer yetenekleri ise keşfedileceği günü bekliyordu! O gün öğle saatlerinde yine nöbeti tuttu Mehmet’in, dayanılması güç acılar içinde kıvranıyordu, kendini yere atmış, bir sağa bir sola dönüyor, yumruk yaptığı ellerini şakaklarına var gücüyle bastırıyor, acı haykırışları köşkün duvarlarında yankılanıyordu. Sadun komser ise elinden bir şey gelmemesi sebebiyle üzgün halde Mehmet’in acısının dinmesini bekliyordu... *** Meltem son bir kaç haftasını üzerinde çalıştığı bir cinayet olayını aydınlatmak için vakfetmiş haldeydi ve sonuca oldukça yakındı. Kendine uzun yıllardır güvenilir bir işadamı süsü vermeyi başarmış eski bir mafya babasının işlediğine emin olduğu cinayete ait neredeyse tüm delillere ulaşmayı başarmıştı.

 

263  

  İşadamı Korhan Yürekli ise dört bir koldan işlediği cinayetten kurtulmak için mücadele ediyor, bir yandan da Meltem’i takip ettiriyordu. Onlarca şirketi içinde barındıran bir holdingin yönetim kurulu başkanıydı ve pek çok işadamı örgütünde üyeliği vardı, itibarlı biriydi camiasında Koray Yürekli. Geri planda ise kurduğu ve aktif olarak legal iş yapan tüm şirketlerini tarihi eser, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı trafiğini yürütebilmek için kullanıyordu. Kendi varlığından haberi bile olmayan yüzlerce adamı vardı ve onlarla arasına aşılmaz engeller koymuştu. Gençlik yıllarında yasadışı bir sol örgüte mensuptu Korhan ve örgütün hücre yapılanmasının bir benzerini oluşturmuştu! Bir kaç hafta önce, bitirmek üzere olduğu bir işi batıran ve onu milyar dolarlık bir kazançtan eden birini öfkeden kendini kaybettiği bir anda öldürmüş ve suçu hemen bir başkası üstlenmişti. Ancak Meltem suçu üstlenen adamla ölen kişi arasında hiç bir bağ olmadığını kısa sürede anlamış ve soruşturmayı derinleştirmiş, bu arada suçu üstlenen adamda kısmende olsa konuşmuştu! Nihayetinde çıkış yolu kalmadığına kanaat getirince Korhan, suçunu ortaya çıkartacağına kesin emin olduğu Meltem’in kaçırılması ve gözden ırak bir yerde öldürülüp gömülmesini emretmişti! Meltem yine emniyet müdürlüğünde yorucu geçen bir gece nöbetini tamamlamıştı. Arabasıyla evine dönerken göz kapaklarını zorlukla açık tutabiliyordu. Hatta uykusunu dağıtmak için kendine bir kaç okkalı tokat dahi attı!

 

264  

  Nihayet evinin olduğu sokağa ulaştı Meltem, arabasını evinin yakınlarında boş bulduğu bir yere park edip arabasından indi, kapıyı kilitleyip karşı kaldırıma geçmek üzere arkasını döndüğü anda birden yanında duran minibüsün kayar kapısı açıldı ve içeriden uzanan iki çift el Meltem’i kavradığı gibi içeri aldı! *** Mehmet hala yerde acılar içinde kıvranıyordu, ancak Meltem ona verdiği sözü tutmuş ve onu çağırıyordu, sesini daha doğrusu yardım çığlığını duyuyordu zihninde ama ağrıları odaklanmasına izin vermiyordu! Zorlukla ‘Baba Meltem!’ diyebildi Sadun’a! Sadun komser bir şey olduğunu, Mehmet’in ona bir şey anlatmaya çabaladığını anladı ve hemen koşarak çıktı odadan, kendi odasına gidip cep telefonunu aldı ve titreyen elleriyle Meltem’i aradı. *** Panelvan minibüsün arkasında Meltem el, ayak ve ağzı bağlı halde yerde yatıyordu. Başında bekleyen iki adamdan biri Meltem’in çantasından çalmakta olan cep telefonunu çıkartıp ekrana baktı. Ekranda ‘Sadun babam’ yazdığını gördü ve minibüsün kapısını aralayıp cep telefonunu fırlatıp attı! *** Sadun komser tekrar tekrar aradı Meltem’i ve tekrar tekrar ‘aradığınız aboneye şu an ulaşılamıyor’ mesajını dinledi. Sonra emniyet müdürlüğü aradı ancak Meltem’in nöbetini devredip çıktığını öğrenince iyice panikledi. Hemen ev numarasını aradı Meltem’in, telefon uzun uzun çaldı ancak açan olmadı!

 

265  

  O esnada Mehmet’in acı çığlıkları daha gür çıkmaya başlayınca eli ayağı birbirine dolanmış halde Mehmet’in yanına koştu Sadun komser! *** Meltem’i taşıyan minibüs İzmit sınırına yakın bir yerde anayoldan çıktı ve gözden ırak bir arazi içinde kurulmuş olan eski bir metal fabrikası binasının depo kapısı önünde durdu. Minibüsün arka kapısı açıldı ve iki adam Meltem’i ite kaka indirdiler minibüsten, adeta sürükleyerek depoya doğru götürülerken, deponun bir kamyonun rahatlıkla girebileceği demir kapısı gürültüyle yana doğru açıldı. Burası Korhan’ın kendisiyle alakası olmayacak şekilde kurduğu paravan şirketlerinden birine aitti ve uzun süre kaçakçılık işleri için kullanıldıktan sonra kapatılmıştı. Depo çelik kabloların sarılı olduğu devasa makaralarla doluydu ve içeride yarım düzine kadar daha eli silahlı adam vardı. Meltem deponun arka tarafına götürüldü ve üst kata çıkan merdivenlerden sürüklenerek çıkartılırken kendini kurtarmak için beyhude çabalarda bulundu, canı yakılıyordu, ağlamamak için kendini zorluyor ama göz yaşlarına mani olamıyordu. Üst kattaki odalardan birinde Korhan’ın uzun yıllardır sağ kolu olmuş olan, onun gölgesi denilebilecek Nejat pencereden dışarı bakarken, ellerini sırtında birleştirmiş, sağ elindeki otuz üçlük tespihi çekiyordu. Kapı gürültüyle itilerek açıldı ve iki adam Meltem’i içeri sokup odanın ortasına getirdikleri anda yere doğru fırlatıp attılar.

 

266  

  Meltem ağzı bağlı olmasına rağmen öfkeyle bağırmaya çabalıyordu ama sesini duyacak kimse yoktu. Nejat dönüp bakmadı bile Meltem’e, gözlerini sabit şekilde bir noktaya dikmiş halen dışarı bakıyordu, ‘Abi gelene kadar susturun şunu, sesi sinirime dokunuyor! dedi, racon kesen konuşma üslubuyla. Adamlardan biri silahını çekti, kabzasını Meltem’in başına sertçe vurdu! *** Mehmet kendine gelir gibi olduğunda zorlanarakta olsa yerden doğruldu ve doğruca odasının kapısına doğru sendeleyerek giderken Sadun da onu telaşla takip etti, ‘Evlat? Ne olduda Meltem dedin az önce? Arıyorum hiç bir yer ulaşamadım! Mehmet evladım ne oldu söylesene?’ Mehmet sendeleyerek koridorda hızlı adımlarla ilerlerken Sadun da peşinden ona yetişmeye çalıştı, ‘Baba benim gitmem gerek, sen lütfen burada kal, aksi halde Meltem’i kurtarmam zora girer!’ ‘Kurtarman mı? Ne oldu evlat söylesene!’ ‘Baba vakit yok, söz Meltem’le beraber döneceğim!’ Sadun direnemedi, direnmeyi de denemedi, güveniyordu Mehmet'e nede olsa. Öyle diyorsa mutlaka bir bildiği vardır diye düşündü, tüm endişesiyle evde kalmaya razı oldu. Mehmet arabaya bindiği gibi gaz pedalına yüklendi, Mustang belki de ilk kez bu denli hızlı kullanılıyordu, alındığı günden beridir.

 

267  

  Meltem baygın olmasa Mehmet’in işi daha kolay olacaktı, hatta gitmesine bile gerek olmayacaktı belkide. Ama o baygınken onun gözleriyle etrafı göremezdi, tek tesellisi meltem bayıldığı ana kadar zorlanarakta olsa onun zihnine bağlı kalmış ve nereye götürüldüğü görmüştü. Minibüste ki adamları durdurmayı denemiş ancak yoğun ağrıları izin vermemişti ve şimdi bu hipnoz yaptırdığına bin pişmandı Mehmet. ‘Keşke sonraya bıraksaydım’ diye geçirdi içinden, otobana çıkıp arabanın sürat limitlerini zorlarken. *** Kendi gibi camlarıda siyah olan Mercedes fabrikanın depo kapısı önünde durdu, kapı önünde bekleyen bir adam koşarak geldi ve arabadan inip arka kapıyı açmaya yeltenen şoförden önce kapıyı açtı Korhan Yürekli’ye. Korhan donuk yüzüyle kapıya doğru gitti doğruca, o kapıya yaklaştığında içeriden başka bir adam gelip kapıyı iyice araladı. Korhan içeri girip deponun arka tarafına doğru ilerlerken silahlı adamlarda adeta hazırola geçmiş halde selamladılar onu. Ağır adımlarla çıktı üst kata uzanan merdivenleri ve Meltem’in tutulduğu odanın kapısını açıp içeri girdi. Nejat elinde salladığı tespihi hemen cebine koydu, ‘Hoş geldin abi’ derken racon ağzı gitmiş yerine saygı gelmişti. Korhan bir köşede duran eski ve derisi yırtık sandalyeyi çekip yerde baygın halde yatan Meltem’in karşısına koydu ve ters olarak oturup kollarını sandalyenin yaslanma yerine dayadı. ‘Uyandır şunu Nejat!’

 

268  

  Nejat pencere pervazında buran pet şişeyi aldı ve Meltem’in yanına gidip eğildi, ağzındaki bağı çözüp, pet şişenin içindeki suyun tamamını Meltem’in yününe doğru döktü. Genzine kaçan suyun etkisiyle öksürerek açtı gözlerini Meltem. Önce bulanıktı tüm görüntü, biraz sonra netleştiğinde Korhan’ın ‘işte elimdesin’ diyen bakışlarıyla göz göz geldi. Nefretle kıstığı gözlerini Korhan’a dikti, ‘Paçayı sıyıracağını sanıyorsan yanılıyorsun Korhan efendi!’ dedi, meydan okur gibi. ‘Demokrasiye inanıyorum güzelim... Delil yoksa... Suçlama da yok! Delil sensin ve artık yoksun!’ Meltem midesi bulanır gibi baktı ve gülmeye başladı! Meltem’i rahat ifadeyle gülmesi Korhan’ın sinirine dokundu ama önemsemedi, ‘Ölüme gülerek gitmek yakışır senin gibi bir güzele... Şartlar farklı olsa seni sevgilim yapardım ama neylersin, yolun sonu!’ Meltem, Korhan’ın bilmediği Mehmet’in gelmiş olduğunu!’

bir

şey

biliyordu,

*** Depo kapısı önünde beklemekte olan iki adam ve makam arabasının şoförü silahlarını çektiler ve Mustang’tan inmekte olan Mehmet’e doğrulttular, ‘Hayırdır birader, yolunu mu şaşırdın?’ dedi içlerinden biri, alaycı bir o kadarda racon ağzıyla. Mehmet donuk gözlerini kapıya dikip yürümeye başladı, hızlı adımlarla!

 

269  

  Adamların üçü birden silahlarının tetiğini çektiler ancak mermiler adeta Mehmet’e doğru giderken yön değiştiriyor, yolundan sapıyordu! Adamlar şaşkındılar ardı ardına bastılar tetiğe ancak hiç bir mermi hedefini bulmadı, Mehmet'te hızını kesmeden kapıya ulaştığı anda üç adamda silahlarını kendilerine doğrultup tetiği çektiler! Mehmet içeri girdiği anda altı silahlı adam daha silahlarını çekmiş halde ona doğru geliyorlardı! Mehmet duraksamadan doğruca merdivenlere doğru giderken silahlarda ateşlendi, ama değişen bir şey yoktu, mermiler Mehmet’e giderken yön değiştiriyor, sanki inanılmaz güçlü bir mıknatıs onları itiyordu! Yön değiştiren mermilerden ikisi adamların ikisini yere sermeye yetti, diğer dördü ise karşı koyamadıkları bir gücün tesiriyle silahlarını birbirlerine doğrultup ateşlediler! Mehmet merdivenleri çıktığında Meltem'in tutulduğu odanın önünde elinde silahla Nejat karşıladı onu, gür sesi loş koridorda yankılandı, ‘Kimsin lan sen?’ Mehmet kapıya doğru ilerlerken, Nejat da o güce karşı koyamadı, silahın namlusunu ağzına soktu ve ateşledi! Nejat’ın beyin parçaları odanın içine saçılırken Korhan ürkerek baktı kapıya doğru! Meltem ise rahatlamış haldeydi iyice, Mehmet kapıdan içeri girdiğinde ise daha da rahatlamıştı. Koray’ın tedirgin gözlerinde korku vardı, Mehmet ise karşısında dikilmiş buz gibi soğuk gözlerini ona dikmişti. ‘Kimsin kardeşim sen? Kimin nesisin? Seninle bir alıp veremediğim yok, var git işine!’ dedi Korhan, titreyen sesiyle.

 

270  

  ‘Tam zamanında geldin’ diyen Meltem’e dönüp baktı Korhan, şaşkındı. ‘Sağ kalmalı Mehmet, içeride çürümeli bu hayvan herif!’ derken intikam alıyor gibiydi Korhan’dan. Mehmet göz ucuyla baktığı Meltem’e belli belirsiz tebessüm etti. ‘odanın kenarına git orada bekle!’ dedi Korhan’a emreder ifadeyle Mehmet. Korhan üstünden emir almış gibi odanın iki duvarının birleştiği noktaya giderken infazını bekleyen idamlık mahkum gibiydi. Mehmet, Meltem’in yanına gitti ve bağlarını çözmek için eğildiği sırada birden acıyla kasıldı yüzü! Belki de o ana kadar yaşadığı en derin acı bir anda sarıverdi bedenini ve olduğu yere acıyla yığılıp kaldı Mehmet! Meltem onu bu halde ilk kez görüyordu, biliyordu ağrı nöbetlerini ama hiç tanık olmamıştı, bağırdı tüm gücüyle ‘Mehmeeet!’ Korhan’sa herşeyin lehine döndüğünü anladı ve koşar adımlarla kapıya gitti, Nejat’ın yere düşen silahını aldı ve geri döndüğünde artık roller değişti diyerek bakıyordu Meltem’e! ‘Hayvan herif!’ diye bağırdı Meltem Korhan’a. Korhan alaycı bir kahkaha attı ve silahı Mehmet’in kalbine nişanlayıp ateşledi! Mehmet acıyla sağdan sola döndüğü anda ateşlenmişti silah ve kalbine ateşlenen mermi sağ omzuna saplandı! Acısı o denli büyüktü ki merminin acısını hissetmedi bile Mehmet! Meltem’in acı çığlığı yankılandı odanın içinde,

 

271  

  ‘Mehmeeeet!’ Korhan ikinci kez silahı ateşlemek üzereyken Mehmet kendini zorluyordu! Ama kendisi için değil, Meltem ve onu sağ getireceğine söz verdiği Sadun babası için! Korhan eli tetiği çekecekken durdu, hızla silahı kendine çevirirken gözleri sonuna kadar açıldı! Tetiği çektiğinde ise bir daha açılmamak üzere kapanmıştı gözleri! *** Sadun bahçede tedirgin halde ileri geri yürüyordu, yüzünde yoğun hüzün vardı. Birden bire durdu, yüzünde ki hüzün kayboldu yerine huzur geldi, derin bir nefes aldı, ‘Aferin evlat!’ dedi. Mehmet onun zihnine ulaşmış ve rahatlatmıştı. *** Depo kapısından önce Meltem ardından Mehmet çıktı. Meltem yürümeye devam ederek sımsıkı sarıldı Mehmet’in beline, başını da sol omzuna yasladı. ‘Hemen hastaneye gidelim Mehmet... Canın çok acıyor mu?’ ‘Senin yanındayken hayır’ Hayran gözlerle Mehmet’e bakarak tebessüm etti Meltem. Mehmet saçlarından öptü, ‘Biliyorum’ dedi. ‘Neyi? Seni sevdiğimi mi?’ ‘Evet...’ ‘Ödeştik o zaman... bende senin beni biliyorum... Hatta sen bana deli gibi aşıksın!’

 

sevdiğini

272  

  ‘Sanki sen değilsin!’ ‘Olsun, ama sen daha fazla aşıksın!’ *** Sadun komser bahçede ayakta durmuş, huzurlu gözlerle İstanbul boğazı manzarasına dalıp gitmişken düşünüyor, hayal ediyordu... Bundan sonra olacakları... Bugün olanlar, bundan sonra olacakların bir ön provası gibiydi onun gözünde... Kısa süre önce emekli olup veda ettiği polislik hayatına farklı bir şekilde geri dönmeye hazırdı artık, ama yalnız değil, Mehmet’le birlikte!

 

273  

  ÇAĞRI Uykusundan uyandı Sadun ve susadığını fark edince önce üşendi ancak susuzluğu uykusuna galip gelince kalktı yataktan, terliklerini geçirdi ayağına ve odadan çıktı. Ağır adımlarla indi bastıkça ahşapları gıcırdayan merdivenlerden, ses Mehmet’i uyandırmasın diye. Mutfağın kapısına geldiğinde kapıdan içeri girecekken durdu, karanlıkta bir şey gördüğünü sanıp dönüp oturma odasına baktı, karanlık odada pencere önündeki koltukta öylece oturan Mehmet’i fark etti. Mehmet’in yanına yaklaştı, ‘Mehmet? Ne o evlat uyku tutmadı mı?’ Mehmet yavaşça çevirdi başını, yine o bilindik donuk ifadesiyle baktı Sadun komsere. ‘Mehmet? Hayırdır evladım canın mı sıkıldı bir şeye?’ diye sorusunu yineledi Sadun komser. ‘Baba’ dedi Mehmet ‘Beni çağırıyorlar!’ ‘Kim? Kim nereye çağırıyor evlat?’ ‘Karanlık taraf!’ 1. KİTABIN SONU  

 

274  

Related Documents

Ruh Bukucu
March 2021 0
Berwisata Ke Alam Ruh
January 2021 5
Ruh Beden Sifasi
March 2021 0
Misteri Jiwa & Ruh
January 2021 1